Bu minimalist film tek bir mekanda ve teatral bir havada geçer. Gerçekte ünlü bir İspanyol flamenco dansçısı ve koreograf olan Antonio Gades'in (d. 1936 - ö. 2004)
kendi dans grubu ile birlikte prova yapacakları stüdyoya gelmeleri ve
makyajlarını yapıp yavaş yavaş prova kostümlerini giymeleri ile film
başlar. Etrafta doğru dürüst dekor ve sahne donanımı yoktur. Kostümler
de özenli değildir, gündelik kıyafetleri andıran gösterişsiz prova
kostümleridir. Dört duvar, kapı ve pencerelerden başka hiçbirşeyin
gözükmediği neredeyse bomboş bir stüdyoda Lorca'nın "Kanlı Düğün" adlı
oyununun flamenco'ya uyarlanmış versiyonunun dans provalarına başlarlar.
Kısıtlı bir mekanda ve adeta bir belgesel havasında başlayan film
dakikalar ilerledikçe sinema ve dansın mükemmel bir uyumu ile gerçek bir
sinema şölenine dönüşür. Görüntü yönetmeni Teodoro Escamilla'nın
hareketli kamerasının da yardımı ile Carlos Saura belgeselden Lorca'nın
oyununa kesintisiz bir ustalıkla geçiş yapar, artık seyirciler de
oyuncular gibi hiç farkına varmadan kendilerini Lorca'nın oyununun
içinde bulurlar ve adeta olayları yaşamaya başlarlar. (tr.wikipedia.org'den)
Paylaştığım filmlere ait -facebook grubumuzdaki yorumları içeren- detay linkleri sadece "Cult Movies & Soundtracks" facebook grubuna üye olanlara aktiftir. Yorumları görebilmeniz için söz konusu gruba üye olmanız gerekmektedir. Facebook grubumuzdaki paylaşım tarihlerine sadık kalındığından zamanla ilave edilen filmler blogun en üstünde değil ait olduğu tarihte yer alacaktır. Film listesi başlığı altından güncellemeleri kontrol etmenizi öneririm.
25 Aralık 2011 Pazar
Fucking Amal / Show me Love / Sev Beni (1998) - Lukas Moodysson
“Pazartesi
Neden bu kadar aptalım? Neden Elin’i seviyorum?
Onu seviyorum ve ondan nefret ediyorum.
Ölene kadar seveceğim ama kimse beni onun kadar incitmedi.”
Yukarıda yazılan şey bildiğiniz gibi ilişkilerin ve hayatın temel gerçeklerinden birisi, en çok sevdiğiniz sizi en çok üzebilecek olandır. Peki bu yukarıdaki sözler, cinsiyet bağımsız okunsa da aynı anlamlara gelmiyor mu? Bunu bir kadının başka bir kadına ya da bir erkeğin diğerine yazması ne derece önemli, insanız ve aynı kapılara çıkıyoruz her zaman. Özgür olduğumuzu düşündüğümüzde bile toplumun sınırlarıyla çevrili bir parkta koşuyoruz sadece.
Fucking Åmål, 1998 tarihli bir Lukas Moodysson filmi. İsveç^in küçük ve sıkıcı kasabalarından birisinde yaşayan Elin ve Agnes isimli iki kız^ın cinselliği tanıması ve topluma ters gelen şekilde kendi gerçeklerini yaşaması üzerinedir. Elin, hayatın hiçbir özel ya da güzel yanını kendisine sunmadığını anlayıp “değişik” olmak arzusuyla yanıp tutuşan bir kız olsa da Agnes, herkese farklı ve garip gelen şeyin doğal halidir. Aslında Agnes^in annesin oğluna lezbiyenliği açıklarken “bunda kötü bir şey yok” dedikten sonra kızı için endişelenmesinde saklı olan öz^ü yakalayabiliriz. Her şey hakkında atıp tutuyoruz, özgürlüklere, düşüncelere, tercihlere önem veren güzel insanlarız değil mi? Peki ya bunlar yanımıza geldiğinde, yakınlarımız “diğerlerine farklı geleni” seçtiklerinde hala aynı güzel insan olabiliyor muyuz?
Bilmiyorum, ama Lukas burada bir çok insanın aslında iyi olmadığını anlatmış, her zamanki gibi de bunu çok iyi aktarmış.. Dünyada kokmuş ne kadar düşünce, kokuşmuş ne kadar insan varsa bunların filmini Moodysson çeksin istiyorum, bana herkesten daha dürüst geliyor..
Neden bu kadar aptalım? Neden Elin’i seviyorum?
Onu seviyorum ve ondan nefret ediyorum.
Ölene kadar seveceğim ama kimse beni onun kadar incitmedi.”
Yukarıda yazılan şey bildiğiniz gibi ilişkilerin ve hayatın temel gerçeklerinden birisi, en çok sevdiğiniz sizi en çok üzebilecek olandır. Peki bu yukarıdaki sözler, cinsiyet bağımsız okunsa da aynı anlamlara gelmiyor mu? Bunu bir kadının başka bir kadına ya da bir erkeğin diğerine yazması ne derece önemli, insanız ve aynı kapılara çıkıyoruz her zaman. Özgür olduğumuzu düşündüğümüzde bile toplumun sınırlarıyla çevrili bir parkta koşuyoruz sadece.
Fucking Åmål, 1998 tarihli bir Lukas Moodysson filmi. İsveç^in küçük ve sıkıcı kasabalarından birisinde yaşayan Elin ve Agnes isimli iki kız^ın cinselliği tanıması ve topluma ters gelen şekilde kendi gerçeklerini yaşaması üzerinedir. Elin, hayatın hiçbir özel ya da güzel yanını kendisine sunmadığını anlayıp “değişik” olmak arzusuyla yanıp tutuşan bir kız olsa da Agnes, herkese farklı ve garip gelen şeyin doğal halidir. Aslında Agnes^in annesin oğluna lezbiyenliği açıklarken “bunda kötü bir şey yok” dedikten sonra kızı için endişelenmesinde saklı olan öz^ü yakalayabiliriz. Her şey hakkında atıp tutuyoruz, özgürlüklere, düşüncelere, tercihlere önem veren güzel insanlarız değil mi? Peki ya bunlar yanımıza geldiğinde, yakınlarımız “diğerlerine farklı geleni” seçtiklerinde hala aynı güzel insan olabiliyor muyuz?
Bilmiyorum, ama Lukas burada bir çok insanın aslında iyi olmadığını anlatmış, her zamanki gibi de bunu çok iyi aktarmış.. Dünyada kokmuş ne kadar düşünce, kokuşmuş ne kadar insan varsa bunların filmini Moodysson çeksin istiyorum, bana herkesten daha dürüst geliyor..
23 Aralık 2011 Cuma
Wings of Desire / Der Himmel über Berlin / Arzunun Kanatları (1987) - Wim Wenders
Yeni Alman sinemasının; 68’lerin özgürlük, toplumsal eleştiri, yeni bir yaşam biçimi arama ruhunun sinemadaki temsilcisi Wim Wenders, genç kuşak yönetmenlerinin en önemlilerinden biridir. Wenders’in film kariyerine baktığımızda kısaca 60′ların sonunda Yeni Alman Sineması akımının bir parçası olarak başladı. İlk çıkışını 1970 yılında The Kinks’e adadığı Summer in the City ile yaptı. 1982′de Venedik Film Festivali’nde Stand der Dinge ile kazandığı Altın Arslan, 1984′de Cannes’da Paris, Texas ile kazandığı Altın Palmiye ve 1987′de yine Cannes’da Arzunun Kanatları (Der Himmel über Berlin) ile aldığı en iyi yönetmen ödülü kazandığı önemli ödüllerden bazılarıdır. Günümüze kadar bir çok film ve belgesele imzasını atan yönetmen son olarak Pina ile sanatseverleri şaşırtmaya devam etmiştir.
Yönetmenin adını duyunca belki de aklıma ilk gelen filmi; Wing of Desire (Der Himmel über Berlin – 1987 ) Türkiye’de ‘Arzunun Kanatlarında’ olarak çevrilmiş olmasına rağmen orijinal adı olarak ise ‘Berlin’in Üstündeki Gökyüzü’ diye çevrilidiğinde daha anlamlı olacaktır. Bunun nedeni Wim Wenders’in gözünden Berlin’i izlemekle kalmıyoruz, Berlin’i iki farklı dünyada yorumluyoruz.
Filmin içeriği; iki meleğin Damiel ve Cassiel’in gözünden Berlin sokaklarını, insanlarını ve onların acılarını siyah –beyaz olarak görüyoruz. İnsanların gözünde renklenen dünya bize ilk başta kafa karışıklığı gibi gelse de zamanla anlaşılır bir hal almaktadır. Filmi izlediğimde ilk olarak dikkatimi çeken neden, niçin sorularına cevaplamaya yönelik düşünmeye sevk etmesiydi. 1987 yılında yapılmış olan filmin Batı Almanya semalarından yola çıkarak Berlin üzerinden bakışla yorumlanmış olması bir nedeni barındırmakta olduğunu gözlemek çokta zor olmuyor. Filmde geçen yıkık harabeler, savaş sonrası çekilen acıların, bölünmüşlüğün evrensel olarak simgesi haline gelen Berlin duvarının ekseninde gerçekleşmesi bizim ipuçlarımız.
Şehrin sokaklarındaki sakinlik ve durağanlık sadece meleklerin gözünden siyah – beyaz gösterilse de insanların içinde olduğu dünyanında ne kadar sıkıntılı olduğunu hem görüyoruz hem onların iç seslerini duyabiliyoruz. Bu izleri taşıyan bir şehir olarak Berlin’in seçilmesinin nedeni belki de yönetmenin, meleklerin bu acıları hafifletmesi için fazla mesai yapması mesajını içeriyor olabilir.
Filmin konusunda geçen bir meleğin bir kadına duyduğu arzunun aşka dönüşmesiyle insan olmasını anlatmaktadır. Aslında filmin konu olarak sadece bu tema altında kalmaması filmi normal bir romantik filmden ayırt etmektedir. Filmde gördüğümüz karakterlerin iç dünyalarını görüyor hatta onların düşüncelerini okuyor olmamız, izleyici olarak Tanrısal bir bakış kazanmamızı sağlamaktadır. Meleklerin ve çocukların kameraya her bakışında bu etki kırılarak sinemada olduğumuzu hatırlasakta yönetmen seyircinin algısını tekrar filmin içine katlamayı başarıyor. Karmaşık anlatıma sahip olmasına rağmen aşkı ele alış şekliyle sade ve akıcı bir çizgi çizmektedir. Bunu yaparken kullandığı mizansenle, kostüm, sahne bütünlüğü ve kurgu açısında da düz bir yalınlığa sahip olmasının etkisi diyebilirim.
Teknik olarak ele aldığımız da ise, dönemin yüksek kalitedeki yapımlarından biri sayılabilecek nitelikte bir filmdir. Kamera tekniklerinin çeşitliği görülmektedir, sabit kamera ve vinç ile çekilmiş sahneleri görmek mümkün. Buna sıkça rastladığımız insanların evlerine girerken ki kamera hareketleri, camdan bir başka evin içine geçişleri, caddeye bakışı ve en önemlisi insanları tepeden izlememizi sağlayan kuşbakışı planların kullanıldığını görebiliriz. Kurgu açısından fazlaca, kesilmemiş sahne olduğunu hatta kesmeden geçişlerin yapıldığını görebiliriz. Bu da filme akıcı ve masalsı bir estetik kazandırmaktadır, izlerken sanki gökyüzünden bakıyormuş etkisini hissetmemek mümkün değil.
Filmde kullanılan mekanlar açısından ve karakterlerin dünyasındaki objelerin kullanımı açısından hareket eden (göçmen) ve sabit mekanlar olmak üzere ayırabiliriz. Filmde geçen sirk, karavan, metro ve kurutemizleme gibi sahnelerin kullanılması bize iki şeyi hatırlatmaktadır. Birincisi; göçmenlik kavramını Berlin’in metropol yapısını, çok kültürlü bir şehir olmasını ve farklı dillerden, dinlerden insanların bir arada yaşadığı bir şehir imajı oluşturmaktadır. İkincisi de, Damiel ve Cassiel’in söyledikleri diaologlardan meleklerin sabit kaldığı ancak herşeyin sürekli değiştiği gerçeğini öğreniyoruz. Bu da fani olan insanlarla ölümsüz olan meleklerin karşılaştırılmasını göstermektedir. Böylelikle insanların, dünyada ezeli ve ebedi göçebe olduğu gerçeğini yansıtmaktadır. Filmde zihinleri okunan insanların aslında endişelerini dinlerken de bu kavramların altı çizilmektedir. Kullanılan bir diğer önemli mekan ise, kütüphane yine burda meleklerle insanların karşılaştırılması yapılmaktadır. Sabit olan meleklerin misafirleri olan kütüphane ziyaretçileri, yine kozmik bir kültür mozaiği oluşturmaktadır.
Filmin, renk ve mekan kullanımı kadar ses ve müzik kullanımı da özdeşleşme açısından önemli rol oynamaktadır. Sokaktaki insanların sesleriyle, düşüncelerinin birbirine karıştığı sahnelerde özellikle uğultulular arasından seçilen kelimelerin hikayeye kattığı detaylar göze çarpmaktadır. Müzik kullanımı da yine aynı şekilde siyah beyaz olan yani meleklerin dünyasındayken klasik ve daha çok arp yada naif enstrümanlar kullanılması bize huzuru ve maneviyatı çağrıştırmaktadır. Renkli dünyaya geçtiğimizde ise, özellikle Marion (trapezci kız) gittiği gece clublarında çalan müziklerin Tom Waits, Nick Cave gibi müzisyenlerin şarkılarını duyuyoruz. Bu şarkılar 80’lerin techo ve elektronik müziğe geçişin aynı zamanda da yaşanan buhranın da yansımaları olarak tanımlanabilir. Farklılıkların uyumu şekilde harmanlanmış bu melodiler melankolik bir tedirginliği ve bilinmezliği hissettiriyor. Özellikle Nick Cave and The Bad Seeds’in ‘From Her to Eternity’ şarkısında sonsuzluğun sorgulanması filmin belki de kırılma noktalarında biri olarak Marion ve Damiel’in birleşmelerinde kullanılmaktadır. Ölümsüzlükten vazgeçen Damiel ve yaşamaktan bıkmış Marion’un isyanı niteliğindedir.
Genel olarak film bir çok alt metni içinde barındıran ve bunları yaparken de kulağa, göze ve hatta ruhumuza dokunan bir duyum katmaktadır. Bulutların üzerinden izlediğimiz Berlin’in içine girdikten sonra renklenen dünyamız, sanıldığı kadar kolay olmayacaktır. Bu yüzden yönetmen Damiel ve Marion’un birleşmeleri bir mutlu son gibi görmemiş olacak ki devam edecektir yazıyla bitirmektedir. Filmin Hollywood versiyonu olarak bilinen ‘City of Angels (Melekler Şehri- 1998)’ hatırlayabiliriz. Tabi konu olarak benzerliği dışında fazla ortak noktaları olmadığını eklemekte yarar var.
Filmi izlemeyenler için tavsiye ederken filmin özellikle orjinal diliyle izlemenizi önerebilirim, sokakların ve insanların sesinin filme her zamankinden farklı bir derinlik kattığını hissedeceksiniz. Bir de izlerken, filmin dokusunu hissetmeniz için dönemsel şartları da göz önünden bulundurursanız savaşın sadece cephedeki mermi sesleriyle anlatılmayacağını görebilirsiniz. Bunun yanında yaşanan buhranın boyutunu, romantik bir meleğin insanlığa olan inancını ve bunlara karşı da insanlığın anlamını sorgulayabilirsiniz.
2011’in en iddalı yapımlarına baktığımızda farklı bir deneyim olan
Pina’yı ve tabi bunun mimarı olan Wim Wenders’i unutmamak lazım.
Sevilen yönetmen Wim Wenders hakkında bir çok şey söylenebilir,
yönetmenin stili, başarısına her filmde farklı bir yön getirmesi gibi
bir çok yorumda bulunabiliriz. Yeni Alman sineması ekolünden gelen
yönetmenin en önemli yapımlarına bakarken bir film var ki her zaman
izlerken farklı bir tat bırakıyor. Filme geçmeden önce dönemsel
faktörlerine bakalım. Kısaca; savaş sonrası Almanya’daki sosyal ve
ekonomik hayatın izleri tüm dünyada kapanmayan yaralara sebep oldu. Nazi
işgallerinin etkisinden kurtulan Berlin sokaklarınındaki uzun yıllar
duvarlarla çevrili bir şekilde yaşanan acılar sinema filmlerine sıkça
konu oldu. Bu durum sanatsal olarak, Alman sinemasının kaçınılmaz
döngüsü haline gelmiştir.
Sinema tarihinde toplumun doğrudan etkilediği sinema akımlarının
başında Yeni Alman sineması gelmektedir. Bu sinema anlayışı yeni
gereksinimleri de içinde barındırmaktadır. Yerleşik bir endüstriye
karşılık olarak geleneksel Alman sinemasının aksine özgür bir şekilde
entellektüel bir bilinçle ortaya çıkmıştır. Bu da filmlerin daha
kapsamlı ve etkileyici olmasını sağlayarak geniş kitlelerce sevilmesini
sağlamıştır.Yeni Alman sinemasının; 68’lerin özgürlük, toplumsal eleştiri, yeni bir yaşam biçimi arama ruhunun sinemadaki temsilcisi Wim Wenders, genç kuşak yönetmenlerinin en önemlilerinden biridir. Wenders’in film kariyerine baktığımızda kısaca 60′ların sonunda Yeni Alman Sineması akımının bir parçası olarak başladı. İlk çıkışını 1970 yılında The Kinks’e adadığı Summer in the City ile yaptı. 1982′de Venedik Film Festivali’nde Stand der Dinge ile kazandığı Altın Arslan, 1984′de Cannes’da Paris, Texas ile kazandığı Altın Palmiye ve 1987′de yine Cannes’da Arzunun Kanatları (Der Himmel über Berlin) ile aldığı en iyi yönetmen ödülü kazandığı önemli ödüllerden bazılarıdır. Günümüze kadar bir çok film ve belgesele imzasını atan yönetmen son olarak Pina ile sanatseverleri şaşırtmaya devam etmiştir.
Yönetmenin adını duyunca belki de aklıma ilk gelen filmi; Wing of Desire (Der Himmel über Berlin – 1987 ) Türkiye’de ‘Arzunun Kanatlarında’ olarak çevrilmiş olmasına rağmen orijinal adı olarak ise ‘Berlin’in Üstündeki Gökyüzü’ diye çevrilidiğinde daha anlamlı olacaktır. Bunun nedeni Wim Wenders’in gözünden Berlin’i izlemekle kalmıyoruz, Berlin’i iki farklı dünyada yorumluyoruz.
Filmin içeriği; iki meleğin Damiel ve Cassiel’in gözünden Berlin sokaklarını, insanlarını ve onların acılarını siyah –beyaz olarak görüyoruz. İnsanların gözünde renklenen dünya bize ilk başta kafa karışıklığı gibi gelse de zamanla anlaşılır bir hal almaktadır. Filmi izlediğimde ilk olarak dikkatimi çeken neden, niçin sorularına cevaplamaya yönelik düşünmeye sevk etmesiydi. 1987 yılında yapılmış olan filmin Batı Almanya semalarından yola çıkarak Berlin üzerinden bakışla yorumlanmış olması bir nedeni barındırmakta olduğunu gözlemek çokta zor olmuyor. Filmde geçen yıkık harabeler, savaş sonrası çekilen acıların, bölünmüşlüğün evrensel olarak simgesi haline gelen Berlin duvarının ekseninde gerçekleşmesi bizim ipuçlarımız.
Şehrin sokaklarındaki sakinlik ve durağanlık sadece meleklerin gözünden siyah – beyaz gösterilse de insanların içinde olduğu dünyanında ne kadar sıkıntılı olduğunu hem görüyoruz hem onların iç seslerini duyabiliyoruz. Bu izleri taşıyan bir şehir olarak Berlin’in seçilmesinin nedeni belki de yönetmenin, meleklerin bu acıları hafifletmesi için fazla mesai yapması mesajını içeriyor olabilir.
Filmin konusunda geçen bir meleğin bir kadına duyduğu arzunun aşka dönüşmesiyle insan olmasını anlatmaktadır. Aslında filmin konu olarak sadece bu tema altında kalmaması filmi normal bir romantik filmden ayırt etmektedir. Filmde gördüğümüz karakterlerin iç dünyalarını görüyor hatta onların düşüncelerini okuyor olmamız, izleyici olarak Tanrısal bir bakış kazanmamızı sağlamaktadır. Meleklerin ve çocukların kameraya her bakışında bu etki kırılarak sinemada olduğumuzu hatırlasakta yönetmen seyircinin algısını tekrar filmin içine katlamayı başarıyor. Karmaşık anlatıma sahip olmasına rağmen aşkı ele alış şekliyle sade ve akıcı bir çizgi çizmektedir. Bunu yaparken kullandığı mizansenle, kostüm, sahne bütünlüğü ve kurgu açısında da düz bir yalınlığa sahip olmasının etkisi diyebilirim.
Teknik olarak ele aldığımız da ise, dönemin yüksek kalitedeki yapımlarından biri sayılabilecek nitelikte bir filmdir. Kamera tekniklerinin çeşitliği görülmektedir, sabit kamera ve vinç ile çekilmiş sahneleri görmek mümkün. Buna sıkça rastladığımız insanların evlerine girerken ki kamera hareketleri, camdan bir başka evin içine geçişleri, caddeye bakışı ve en önemlisi insanları tepeden izlememizi sağlayan kuşbakışı planların kullanıldığını görebiliriz. Kurgu açısından fazlaca, kesilmemiş sahne olduğunu hatta kesmeden geçişlerin yapıldığını görebiliriz. Bu da filme akıcı ve masalsı bir estetik kazandırmaktadır, izlerken sanki gökyüzünden bakıyormuş etkisini hissetmemek mümkün değil.
Filmde kullanılan mekanlar açısından ve karakterlerin dünyasındaki objelerin kullanımı açısından hareket eden (göçmen) ve sabit mekanlar olmak üzere ayırabiliriz. Filmde geçen sirk, karavan, metro ve kurutemizleme gibi sahnelerin kullanılması bize iki şeyi hatırlatmaktadır. Birincisi; göçmenlik kavramını Berlin’in metropol yapısını, çok kültürlü bir şehir olmasını ve farklı dillerden, dinlerden insanların bir arada yaşadığı bir şehir imajı oluşturmaktadır. İkincisi de, Damiel ve Cassiel’in söyledikleri diaologlardan meleklerin sabit kaldığı ancak herşeyin sürekli değiştiği gerçeğini öğreniyoruz. Bu da fani olan insanlarla ölümsüz olan meleklerin karşılaştırılmasını göstermektedir. Böylelikle insanların, dünyada ezeli ve ebedi göçebe olduğu gerçeğini yansıtmaktadır. Filmde zihinleri okunan insanların aslında endişelerini dinlerken de bu kavramların altı çizilmektedir. Kullanılan bir diğer önemli mekan ise, kütüphane yine burda meleklerle insanların karşılaştırılması yapılmaktadır. Sabit olan meleklerin misafirleri olan kütüphane ziyaretçileri, yine kozmik bir kültür mozaiği oluşturmaktadır.
Filmin, renk ve mekan kullanımı kadar ses ve müzik kullanımı da özdeşleşme açısından önemli rol oynamaktadır. Sokaktaki insanların sesleriyle, düşüncelerinin birbirine karıştığı sahnelerde özellikle uğultulular arasından seçilen kelimelerin hikayeye kattığı detaylar göze çarpmaktadır. Müzik kullanımı da yine aynı şekilde siyah beyaz olan yani meleklerin dünyasındayken klasik ve daha çok arp yada naif enstrümanlar kullanılması bize huzuru ve maneviyatı çağrıştırmaktadır. Renkli dünyaya geçtiğimizde ise, özellikle Marion (trapezci kız) gittiği gece clublarında çalan müziklerin Tom Waits, Nick Cave gibi müzisyenlerin şarkılarını duyuyoruz. Bu şarkılar 80’lerin techo ve elektronik müziğe geçişin aynı zamanda da yaşanan buhranın da yansımaları olarak tanımlanabilir. Farklılıkların uyumu şekilde harmanlanmış bu melodiler melankolik bir tedirginliği ve bilinmezliği hissettiriyor. Özellikle Nick Cave and The Bad Seeds’in ‘From Her to Eternity’ şarkısında sonsuzluğun sorgulanması filmin belki de kırılma noktalarında biri olarak Marion ve Damiel’in birleşmelerinde kullanılmaktadır. Ölümsüzlükten vazgeçen Damiel ve yaşamaktan bıkmış Marion’un isyanı niteliğindedir.
Genel olarak film bir çok alt metni içinde barındıran ve bunları yaparken de kulağa, göze ve hatta ruhumuza dokunan bir duyum katmaktadır. Bulutların üzerinden izlediğimiz Berlin’in içine girdikten sonra renklenen dünyamız, sanıldığı kadar kolay olmayacaktır. Bu yüzden yönetmen Damiel ve Marion’un birleşmeleri bir mutlu son gibi görmemiş olacak ki devam edecektir yazıyla bitirmektedir. Filmin Hollywood versiyonu olarak bilinen ‘City of Angels (Melekler Şehri- 1998)’ hatırlayabiliriz. Tabi konu olarak benzerliği dışında fazla ortak noktaları olmadığını eklemekte yarar var.
Filmi izlemeyenler için tavsiye ederken filmin özellikle orjinal diliyle izlemenizi önerebilirim, sokakların ve insanların sesinin filme her zamankinden farklı bir derinlik kattığını hissedeceksiniz. Bir de izlerken, filmin dokusunu hissetmeniz için dönemsel şartları da göz önünden bulundurursanız savaşın sadece cephedeki mermi sesleriyle anlatılmayacağını görebilirsiniz. Bunun yanında yaşanan buhranın boyutunu, romantik bir meleğin insanlığa olan inancını ve bunlara karşı da insanlığın anlamını sorgulayabilirsiniz.
1 Aralık 2011 Perşembe
Sur / Güney (1988) - Fernando E. Solanas
Arjantinli
yönetmen Fernando Solanas, nam-ı diğer ‘Pino’, sadece ülkesinin değil,
tüm Latin Amerika’nın yüzlerce yıllık ezilmişlik tarihinin sinemadaki
haykırışı oldu. Askeri diktatörlüğün ülke yönetimini ele geçirmesiyle, o
çok sevdiği vatanından ayrılmak zorunda kalırken bile, “ülkemden
kopmuyorum ben, asla sessiz kalmayacağım” demişti. Solanas, hiçbir zaman
ılımlı, ürkek ve alçakgönüllü bir san
atçı
olmadı. Ama sinema dilini oluşturan politik yorumlamalarında, slogancı
ya da çığırtkan bir üsluba da sığınmadı. Adını söylemekten kaçınmadığı
idolü ise, Luis Bunuel idi.
Venedik Film Festivali’nde jüri özel ödülü kazandığı Tangos, l'exil de Gardel-Tangolar, Gardel’in Sürgünü (1985) filminde Genet, Beckett, Stravinsky, Bunuel ve Eisenstein’dan beslendiğini söyler. Paris’te yaşayan Arjantinliler’in, tangonun sihirli ve hüzünlü müziği eşliğinde dansları, mimikleri ve aşklarıyla, memlekete dair anılarında yaptıkları bir yolculuktur film. Solanas’ın bir siyasi sürgün olarak kendini ifadesi Carlos Gardel adlı şarkıcı kahramanında somutlaşır. Kamera, apartmanların arasında dolaşarak şiirsel ve çocuksu düşler çağrıştıran bir renk cümbüşü yaratır. Filmin temposunu artıran ‘tango-dy’ (komedi, trajedi ve tangonun karışımı olan gösteri) sahnelerinde, sürgündeki insanın düşkırıklıkları içimize işler adeta. Solanas, bu önemli filmini, ünlü sinemacı Yılmaz Güney’e adamıştır.
Sanatçı, Cannes Film Festivali’nde seyircilerin en çok beğendiği ve kendisine de ‘En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazandıran Sur-Güney (1988) yapıtında, sürgünden eve dönüş üzerinde yoğunlaşır. Astor Piazzolla’nın müziğiyle damgasını vurduğu film, askeri diktatörlüğün sona ermesinden sonra hapishanelerde yıllarca zulüm görmüş insanların, özgürlüğe kavuştuktan sonra geçmişleri ile hesaplaşmaları, sevdikleri ile ilişkilerini gözden geçirmeleri üzerine, bellekleri yeniden bir sorgulamadır.
Solanas'ın çağdaş bir ‘Odyssey’ sayılabilecek olan El Viaje-Yolculuk filmi (1992), daha önceki iki filmine eşlik ederken ünlü yönetmen de Latin Amerika deneyiminin kendine has özellikleriyle uğraşmayı sürdürür. El Viaje, yaşamında bir anlam bulma savaşı veren genç bir Homeros kahramanının müthiş yoğunlukta yaratıcı, mitlere dayalı sembolik bir mozaiği gibidir. Filmin ana karakteri genç Martin, yol boyunca Solanas'ın 90’larda Arjantin'i temsil ettiğine inandığı saçmalık ve çelişkilere rastlar. Yönetmen bu filmi çektiği sıralarda çıkış noktasını şöyle açıklar: "Latin Amerika baştan aşağı bir felaket bölgesi. Nüfusun büyük bir bölümü de gittikçe daha ağırlaşan bir yoksulluk içinde yaşıyor. Babalar, onlara ihtiyaç duyduğunuz zamanlarda ortada yoktur. Artık biz Latin Amerikalılar’ın da büyümemizin, kendi planlarımızı yapmamızın ve bisikletlerimize binerek yola düşmemizin vaktidir." İlgi alanı ve amaçları açısından epik yapıda olan El Viaje, yüzlerce yıldır kötü yönetimler altında çırpınan bir kıtanın ruhuna ithaf edilmiş bir ağıt ve aynı zamanda hüzünlü bir aşk şiiridir. Daha da ilginci, bu film, Güney Amerika ülkelerinde günümüzde görülen köklü dönüşümlerin öngörüsü gibidir. Simgesel bir anlatımı yeğlediği La Nube-Bulut (1998) filminde yönetmen, Arjantin siyasi tarihine göndermeler yaparak, çok uzun süredir yağmura teslim olmuş bir kentte, insanların kabusa dönüşen yaşamlarından hareketle toplumsal ve siyasi yaralara parmak basmaya devam eder.
Fernando Solanas’ın sineması, yerelden evrensele uzanan bisiklet yolculuğudur. Sürgünde yaşamış sanatçı duyarlılığı ile her filminde bizlere de ‘bir turluğuna’ bisikletini verir. Rüzgara karşı pedala her basışımızda, tangolardan yükselen hüzünlü nağmeler, gözlerimizi daha da buğular. Peşinden koştuğumuz Solanas’ın film kareleri, düşlerimizdeki bambaşka bir dünyanın müjdecisidir. (CNBC-e Dergi-Şubat 2006)
Venedik Film Festivali’nde jüri özel ödülü kazandığı Tangos, l'exil de Gardel-Tangolar, Gardel’in Sürgünü (1985) filminde Genet, Beckett, Stravinsky, Bunuel ve Eisenstein’dan beslendiğini söyler. Paris’te yaşayan Arjantinliler’in, tangonun sihirli ve hüzünlü müziği eşliğinde dansları, mimikleri ve aşklarıyla, memlekete dair anılarında yaptıkları bir yolculuktur film. Solanas’ın bir siyasi sürgün olarak kendini ifadesi Carlos Gardel adlı şarkıcı kahramanında somutlaşır. Kamera, apartmanların arasında dolaşarak şiirsel ve çocuksu düşler çağrıştıran bir renk cümbüşü yaratır. Filmin temposunu artıran ‘tango-dy’ (komedi, trajedi ve tangonun karışımı olan gösteri) sahnelerinde, sürgündeki insanın düşkırıklıkları içimize işler adeta. Solanas, bu önemli filmini, ünlü sinemacı Yılmaz Güney’e adamıştır.
Sanatçı, Cannes Film Festivali’nde seyircilerin en çok beğendiği ve kendisine de ‘En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazandıran Sur-Güney (1988) yapıtında, sürgünden eve dönüş üzerinde yoğunlaşır. Astor Piazzolla’nın müziğiyle damgasını vurduğu film, askeri diktatörlüğün sona ermesinden sonra hapishanelerde yıllarca zulüm görmüş insanların, özgürlüğe kavuştuktan sonra geçmişleri ile hesaplaşmaları, sevdikleri ile ilişkilerini gözden geçirmeleri üzerine, bellekleri yeniden bir sorgulamadır.
Solanas'ın çağdaş bir ‘Odyssey’ sayılabilecek olan El Viaje-Yolculuk filmi (1992), daha önceki iki filmine eşlik ederken ünlü yönetmen de Latin Amerika deneyiminin kendine has özellikleriyle uğraşmayı sürdürür. El Viaje, yaşamında bir anlam bulma savaşı veren genç bir Homeros kahramanının müthiş yoğunlukta yaratıcı, mitlere dayalı sembolik bir mozaiği gibidir. Filmin ana karakteri genç Martin, yol boyunca Solanas'ın 90’larda Arjantin'i temsil ettiğine inandığı saçmalık ve çelişkilere rastlar. Yönetmen bu filmi çektiği sıralarda çıkış noktasını şöyle açıklar: "Latin Amerika baştan aşağı bir felaket bölgesi. Nüfusun büyük bir bölümü de gittikçe daha ağırlaşan bir yoksulluk içinde yaşıyor. Babalar, onlara ihtiyaç duyduğunuz zamanlarda ortada yoktur. Artık biz Latin Amerikalılar’ın da büyümemizin, kendi planlarımızı yapmamızın ve bisikletlerimize binerek yola düşmemizin vaktidir." İlgi alanı ve amaçları açısından epik yapıda olan El Viaje, yüzlerce yıldır kötü yönetimler altında çırpınan bir kıtanın ruhuna ithaf edilmiş bir ağıt ve aynı zamanda hüzünlü bir aşk şiiridir. Daha da ilginci, bu film, Güney Amerika ülkelerinde günümüzde görülen köklü dönüşümlerin öngörüsü gibidir. Simgesel bir anlatımı yeğlediği La Nube-Bulut (1998) filminde yönetmen, Arjantin siyasi tarihine göndermeler yaparak, çok uzun süredir yağmura teslim olmuş bir kentte, insanların kabusa dönüşen yaşamlarından hareketle toplumsal ve siyasi yaralara parmak basmaya devam eder.
Fernando Solanas’ın sineması, yerelden evrensele uzanan bisiklet yolculuğudur. Sürgünde yaşamış sanatçı duyarlılığı ile her filminde bizlere de ‘bir turluğuna’ bisikletini verir. Rüzgara karşı pedala her basışımızda, tangolardan yükselen hüzünlü nağmeler, gözlerimizi daha da buğular. Peşinden koştuğumuz Solanas’ın film kareleri, düşlerimizdeki bambaşka bir dünyanın müjdecisidir. (CNBC-e Dergi-Şubat 2006)
30 Kasım 2011 Çarşamba
Vozvrashchenie / The Return / Dönüş (2003) - Andrei Zvyagintsev
Andrey Tarkovskiy’nin veliahdı olarak görülen, milenyumla birlikte Rus
sinemasının dünyada bir kez daha şahlanışına öncülük etmiş bir isim
Andrei Zvyagintsev. Oyunculuk okulundan mezun olduktan sonra 90’lı
yılların başında Moskova’ya gelen fakat aradığını bulamayan
Zvyangintsev, milenyuma kadar çeşitli televizyon yapımlarına imza atsa
da adından söz ettirememiş. Daha sonra bir arkadaşının teklifi ile
bağımsız bir film şirketinde yönetmen olarak işe başlayan usta isim,
böylelikle kendisinin uluslar arası arenada bir ilah olarak görülmesine
sebep olacak ilk filmi Vozvrashchenie’yi (The Return) çekme imkanı
bulmuş. Düşük bütçesine rağmen devasa bir başarı öyküsüne dönüşen film,
2003 yılında Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan dahil toplamda beş
ödül kazanarak yıllardır hatıralardan silinmiş olan Rus sinemasını
tekrar hak ettiği konuma yükseltmiş. Ülkesine döndüğü zaman bir kahraman
gibi karşılanan ve Vozvrashchenie’yi çekerken söylediği “yüz kişi
izlese yeter” cümlesinin aksine milyonlara ulaşan seyircisiyle medyada
bir ikon haline gelen Zvyangistev, daha sonra çok ses getirecek olan
ikinci filmi Izgnanie’yi (The Banishment) çekmeye başlar. Dörder yıl
arayla filmler yapan yönetmenin son filmi ise geçtiğimiz yıl
filmekimi’nde Türk seyircisi ile buluşan Elena’dır. Altı yaşındayken
babası ortadan kaybolan, bu sebeple de ilk iki filminde hakim bir baba
figürü gördüğümüz Zvyagintsev, yaptığı filmlerle adından söz ettirmeye
devam ederken Tarkovskiy’nin tahtının yeni varisi olabileceği
iddialarını da gün geçtikçe haklı çıkarmaya devam ediyor.
Yönetmenin ilk filmi olan Vozvrashchenie (The Return), iki erkek
kardeşin on yıl sonra bir anda ortaya çıkan babaları ile geçirdikleri
kısa süreli bir yolculuğunu anlatıyor. Ivan (Ivan Dobronravov) ve Andrey
(Vladimir Garin) isimli bu iki erkek kardeş, anneleri ve nineleriyle
yaşamaktadır. Bir gün eve geldiklerinde, daha önce hiç görmedikleri
–daha doğrusu hatırlamadıkları- babalarının o an evde olduğunu
öğrenirler. Babalarıyla birlikte erkek erkeğe iki günlük bir tatile
çıkacak olan kardeşler, yol boyunca hem baba figürünü zihinlerinde
netleştirirken hem de masumiyetten sıyrılıp olgunlaşmanın tadına bakmak
zorunda kalacaktır.
Cevapsız sorular, seyircinin düşünce gücüne bırakılmış olaylar ve takip
etmesi kafa yoran bir senaryoya sahip Vozvrashchenie’yi hakkıyla ele
almak için oldukça uzun bir yazı kaleme almak gerekir. Filmi izlerken
çoğu zaman yönetmenin ne düşündüğünü anlamakta güçlük çeken seyirci,
Zvyagintsev’in daha önce beyazperde deneyimi olmayışı sebebiyle normalde
yönetmenin tarzı üzerinden yanıtlanabilecek sorular konusunda da aciz
kalıyor. Sembolizmin etkisi altında Çarlık Rusya’sına, sosyalist
Sovyetlere, tanrı kavramına ve baba olgusuna yüklediği imgelerle derin
dokunuşlar yapmayı seçen yönetmen, en büyük gücü olduğu düşündüğüm
fotografik anlatımı ile bizi itelediği çukuru daha da dibe kazıyor.
Henüz filmin başında bir atlama kulesinden suya atlayan çocukları
izlerken gördüğümüz güneşten sonra aynı kuzeyin çağrıştırdığı gibi
oldukça soğuk renklerle devam eden filmin bu açılış sekansında Ivan’ın
korkularıyla yüzleş(eme)mesine ilk kez tanık oluyoruz. Abisinin tutumu
ile de iki çocuğun karakterleri hakkında elimize somut veriler geçmiş
oluyor. Yaklaşık yüz dakikalık süresi boyunca o ilk sekanstaki
karakterleri baştan aşağıya değişecek olan iki çocuk, eve geldiklerinde
gördükleri babalarıyla birlikte daha sonu bir hayli acı bir yolculuğa
çıkmaya hazırlanıyor.
Baba figürünü gördüğümüz ilk sahnede dikkatimizi çeken şey, bir
yatakta uzanmış, çıplak fakat hayaları kaşmir bir kumaşla örtülmüş erkek
figürü. Tarih boyunca resmedilen çarmıha gerilmiş İsa çizimlerinde
olduğu gibi karşımıza çıkan Baba (Konstantin Lavronenko), daha sonra
yemek masasına oturduğunda çocuklar dahil herkesin bardağına şarap
koyarken ünlü Son Akşam Yemeği tablosunu canlandırıyor adeta. Babalarını
gördükten sonra tavan arasına koşarak eski bir kitabın arasında
aradıkları fotoğraf sırasında çocukların çevirdikleri sayfalara
baktığımızdaysa tamamı dini ritüellerle örtülü tablolardan oluşan bir
seçki görüyoruz. Baba’nın karakterini göz önüne aldığımızda karşımıza
çıkan politik göndermelerin yanında tanrı ve kulları kavramı da
Zvyagintsev’in filmin senaryosunu kaleme alırken dini konularda belki de
kafasını kurcalayan detaylara atıfta bulunduğuna bir işaret gibi geldi
bana.
Nedenini zar zor anladığımız üzere bir hayli sert bir baba
karşısındaki isyankar tavırlı Ivan ve daha itaatkar, babasının gözüne
girmeye daha hevesli Andrey yolculuklarına başladıklarında filmin ipinin
ucu da artık seyirciye teslim edilmiş oluyor. Anlattığı şeyleri
seyreden kişiye direkt olarak sunmaktansa cevapsız soruları kullanarak
bize kendi çıkarımlarımızı yapmak ve filmin gidişatını kendimizin
şekillendirmesine izin vermek gayesini barındıran yönetmen, kendi
babasından uzak kalmasından mütevellit bir çocuğun nasıl değişip
olgunlaştığına yer vermeye başlıyor. Katı kuralları olan Baba’nın
karşısında sözünü dinlemeyen ve onun hareketlerini sorgulamayı seçen
Ivan ile ihtiyacı olan baba figürünü bulduğundan mıdır bilinmez iki
arada kalmış Andrey, uzun yıllar sonra gerçekleşen bir dönüşü istemeyerek de olsa felakete çevirerek kendi dönüş ve dönüşümlerinin haritasını çiziyor.Neden evden uzak kaldığı, çocukları ve karısı ile arasına niçin bir çizgi çektiği bilinmeyen baba karakterinin bu yönüyle pek de ilgilenmiyor yönetmen. Senaryonun kendisinden ziyade insan varlığı üzerinden kaygılarını dile getirmeyi seçiyor. Bu yüzden de başlarda merak ettiğimiz bu sorular, zamanla yerini belki de babaya hak verdiğimiz bir konuma sürüklüyor. Her hatasında Andrey’e vuran fakat Ivan’a dokunmayan Baba, Ivan ona son kez isyan edip deniz fenerine doğru koşarken filmin başından beri beklenen hareketi sonunda sergiliyor. İşte o anda da Baba karakteri ile ilgili kafamızda yarattığımız tüm çıkarımlar tek saniyede paramparça oluyor. Son sözü “oğlum” olan Baba’nın ölümünden sonra Andrey’nin ses tonundaki ve hal hareketlerindeki değişimler, Baba karakterinin amacına ulaştığını da kanıtlar nitelikte. Onun kendi babası olduğundan bile şüphelenen Ivan’ın, dalgaların alıp götürdüğü cesede doğru koşarak “Baba!” şeklindeki haykırışları ise tüm bunları tamamlayarak seyircinin göğsünün tam ortasına koca bir yumruk indiriyor.
Baba’nın dönüşü ile başlayan, çocukların dönüşümleri ile devam eden ve en sonunda, başta Baba’nın aldığı tüm sorumluluğu kendi üstlerine almak zorunda kalarak eve dönüş yolunu tutan bu hikaye böylelikle sonlanmış oluyor. Her bir karesi ayrı birer fotoğraf niteliğinde olan filmin muhteşem sinematografisi, kendine hayran bırakan performansları (oyunculuk diyemiyorum çünkü bunlar tamamen doğal) ve olması gerektiği üzere kafa yoran senaryosu ile armut piş ağzıma düş insanlığa bir armağan niteliğinde Vozvrashchenie. En sonda bir slayt gösterisi gibi dizilmiş ve çocukların gezileri boyunca çektikleri fotoğraflarda hiçbirinde Baba karakterinin yer almıyor oluşu da filmin, sorularıyla zihninizde ayrı bir boyuta taşınmasına vesile oluyor. Babanın telefonda kimle konuştuğu, kulübede yaptığı kazı sonucunda tekneye gizlediği kutuda nelerin olduğu ise hiçbir zaman bilemeyeceğimiz; zaten yönetmenin de bilmemiz durumunda bir kazanımımızın olmayacağını düşündüğü ayrıntılar sadece. Çünkü dediğim gibi, kendisi yalnızca insana odaklanıyor bu filminde ve anlatmak istediği her şeyi karakterleri üzerinden anlatmayı tercih ediyor.
Yazıyı sonlandırırken üzücü bir gerçeği de paylaşmış olayım. Bilen biliyordur fakat filmin ilk gösteriminin olduğu gün Andrey karakterine hayat veren Vladimir Garin, “o” gölge boğularak can vermiş. Bol ödüllü ve dünyanın dört bir köşesinden sayısız eleştirmence övgülere boğulmuş bu yedinci sanat harikasını henüz izlememiş olanların yapması gereken ilk işlerden biridir ekranlarının karşısına geçmek. Bir erkek ne zaman erkek olur sorusunun cevabıdır Vozvrashchenie: Babası öldüğü zaman. (www.sinemakulubu.com'dan)
Persona (1966) - Ingmar Bergman
Sinema tarihinin usta yönetmenlerinden Ingmar Bergman tarafından 1966’da çekilen Persona,
çoğu eleştirmenlerce sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri
(kimilerince de en iyisi) olarak kabul ediliyor. Kaldı ki yönetmenin
çoğu filmi zaten sinema sanatının başyapıtları içinde. Böyle olunca, bir
sinemaseverin ömründe en azından bir Bergman filmi izlemesinin elzem
olduğu kanaatine varabiliriz rahatlıkla. Persona’yla başlıyoruz. Yalnız baştan söyleyeyim, yazıda
filmin ispiyonlarını (spoiler) ayıklayamadım, hal-i hazırda filmi
izlememişseniz yazıyı okumayı izledikten sonraya bırakmanız önerilir.
Evet, başlayalım. Filmin başlangıcı
gerçekten garip. Garip, elbette anlayışımın kıtlığından doğan bir yargı,
yoksa yönetmen gösterdiği şeylerde bir şeyler anlatıyordur muhakkak.
Yani, oynatılan bir film şeridi, tarantula misali bir örümcek, kesilen
bir koyun, dışarı çıkarılan işkembe, çivi çakılan bir el, erekte olmuş
bir penis, ölü yüzleri, ölüler vs. yönetmenin anlatmak istediği
şeylerin simgeleri-metaforları falan da, diyorum ki Bergman
bizi çok zeki zannediyordu herhalde. Kesilen koyunla kurbana, çivi
çakılan elle İsa’nın insanlık için kurban olmasına gönderme yapıldığını
söyledik diyelim, peki diğerleri ne acaba? En azından filmin başındaki
erkek çocuğun Elizabeth’in oğlu olduğuna eminim.
Elizabeth ünlü bir sanatçı. Bir gün
sahnede Elektra’yı oynarken susar ve bir daha hiç konuşmaz. Fiziksel ve
psikolojik hiç bir rahatsızlığının olmadığını düşünen doktoru,
Elizabeth’in hastaneden çıkarılmasına karar verir ve kendini toparlaması
için yanında hemşire Alma ile onları yazlığına gönderir. Zamanla “ikili
arasında sıcak bir dostluk başlar” diye yazasım geldi birden. Hayır
tabii, yoksa film en iyilerden biri olmazdı bu haliyle.
Elizabeth’in toparlanmasına yardımcı
olmak niyetiyle geldiği yazlıkta, suskun muhattabı karşısında mecburen
kendi konuşmak durumunda kalan Alma, anlattığı şeylerin giderek
özelleşmesiyle Elizabeth’i bir hastadan daha fazlası olarak görmeye
başlar. Öyle ki Elizabeth için hissettikleri düşle gerçeği
karıştırmasına sebep olur.
Persona için bir çeşit Fight Club, ya da günümüze daha yakın olan Black Swan
diyebiliriz. Zira filmin yukarıdaki bölümünden itibaren ikiliyi
birbirlerinin rollerinde görmeye başlarız. Artık anlatılanlar kimin
yaşantısındandır karışmaya başlar. Sonunda Elizabeth’in suskunluğunun
sebebini öğreniriz. Ama buna gelene kadar Bergman kafamızı epey
karıştırır.
Doktorun Elizabeth’e söylediklerinin
gösterildiği sahne filmi çözebileceğimiz ilk sahne gibi gözüküyor.
Yaşamında oynadığı rollerden usanan, daha doğrusu rol yapmaktan usanan
Elizabeth, varlığının ne olduğu, aslında kim olduğu sorusunun ağına
takılmıştır doktora göre. Yaşamının hiç bir kesitinde kendi gibi
olamadığı gerçeğini idrak eden Elizabeth, her şeye son vermeye gücü
yetmediği için kayıtsız bir suskunluğa bürünmüştür. Böylece gerçekte kim
olduğunu gösteremese de artık kim olmadığıyla ilgili de yalanlar
söyleyemeyecek, yalandan yaşamayacaktır. Artık persona (maske demek,
insanın hayattaki rollerine göre taktığı maskeler) takmayı
reddetmektedir Elizabeth.
Filmi çözecek bir diğer sahne de
Alma’nın Elizabeth’in sırrını açıkladığı sahnedir kanımca. Hatta bu öyle
bir sahne ki, birazdan iddia edeceğim sava göstereceğim kanıtlardan
biri de bu sahne olacak. Ama ona birazdan geleceğiz. Önce Alma’nın
anlattıklarına bakalım.
Filmin sonuna doğru, Alma, Elizabeth’in
karşısına geçer ve anlatmaya başlar. Elizabeth, çok ünlü ve başarılı bir
aktristtir. Hayatı her şeyiyle mükemmeldir. Birgün biri ona, hayatında
her şeyin tam, ama anneliğinin eksik olduğunu söyler. Bu sözden
etkilenen Elizabeth bir süre sonar hamile kalır; ama aslında bebeği
istemediğini fark etmiştir. Zaman geçtikçe bebeğe karşı bu isteksizlik
iyice artar, hatta bebeği düşürmeye bile çalışır. Bebek doğunca da ona
karşı hissettikleri bir iğrenmeden daha öte değildir. Zaman geçtikçe
oğlu büyümekte, annesine yakınlaşmaya çalışmakta ama Elizabeth’in
nefreti hiç azalmamaktadır.
İstemediği ama toplumun ona yakıştırdığı
ve olması gerektiğini düşündürttüğü annelikteki başarısızlığı
Elizabet’i içten içe kendine, kocasına, oğluna karşı yabancılaştırır.
Dışarıdan bakıldığında hayatının her rolünü başarıyla sürdüren mükemmel
bir kadındır, içi ise olması gerekenle gerçekte olanların kıyasıya
çarpıştığı bir savaş alanıdır.
Elizabeth’in yaşadığı bu çatışmanın bir
benzerini de Alma’nın yaşadığını, hatta film boyunca Alma’daki
bölünmüşlüğün daha çok gösterildiğine şahit oluruz. Öyle ki, filmdeki
asıl “deli”nin Alma olduğu kanısına varmamız işten bile değildir. Yıllar
önce hiç tanımadığı biriyle yaşadığı cinsel birliktelikten hamile
kalıp, sonrasında bebeğini aldıran, hem aldatmanın hem de kürtajın
vicdan sızısını duyan Alma, sırrını paylaştığı Elizabeth’i hastasından
çok daha öte görmeye, hatta onunla aynılaşmaya başlar.
Filmin genelinde Alma’nın Elizabeth’le
ilgili takıntılarının daha gözle görülür olduğunu söylemiştim. Ama bence
filmde asıl kişilik bölünmesini yaşayan Elizabeth’tir. Buna kanıt
olarak öncelikle Elizabeth’in kocasının yazlığa geldiği sahne
verilebilir. Elizabeth’in kocası yazlığa gelir, karısının nasıl olduğunu
görmek istemektedir. İlginç bir şekilde kocayla Elizabeth değil, Alma
konuşmaya başlar, karısı kendisiymiş gibi üstelik. Giderek kendini iyi
hissettiğini, yakında eve döneceğini, kendi adına oğluna bir hediye
almasını falan söyler. O bunları söylerken Elizabeth, her zamanki
suskunluğuyla onların yanında anlatılanları dinler ve tek laf çıkmaz
ağzından. Bu sahnede, Elizabeth’in dışa dönük-konuşan kişiliği olarak
Alma’yı seçtiğini görürüz. Alma, Elizabeth’in söyleyemediklerini dile
getiren tarafıdır yani. Aslında kocasıyla konuşan YA DA konuştuğunu
hayal eden Elizabeth’tir. Hayal eden diyorum, çünkü filmde gerçekle
hayal-rüya olanın karıştığı sahneler de görürüz. Mesela Elizabeth ile
Alma’nın ayna önünde durdukları o meşhur sahne, Alam’nın rüyasıdır
aslında. Bu durumda Elizabeth kendi iç dünyasında yalnız bıraktığı
kocasını –ve oğlunu- hayaliyle teselli ediyor diye düşünebiliriz.
Alma’nın Elizabeth olduğu bir diğer
önemli sahne de yukarıda bahsettiğim Alma’nı n Elizabeth’in sırrını
anlattığı sahne. Alma’nın içinde bulunduğu durumu, dışarı’sı istiyor
diye anne olmaya karar verişini, bebeği istemeyişini, ona karşı
hissettiklerini Alma’dan duyarız, hem de Elizabeth gibi giyinmiş, aynen
Elizabeth’e benzer bir şekilde. Dış görünüş olarak Elizabeth’e benzemese
de Alma’nın bütün bunları bilmesine olanak yok. Demek ki o sahne
Elizabeth’in kendiyle yüzleştiği sahne. Kendine itiraf edemediği
duygularını ilk defa dile dökebildiği sahne. Sahnenin sonunda iki
kadının yüzlerinin birleşip ayrılması da aslında gördüğümüzün aynı kadın
olduğunu göstermektedir.
İzleyenler bilir, Black Swan’da
da Nina, karanlık tarafıyla yüzleşip varlığını kabul edince, iyi ve
kötü yanlarıyla kendini olduğu gibi kabul edince yani, gerçek olanı
yaşamaya, gerçek’e dönmeye başlıyordu. Burada da Elizabeth kendiyle
yüzleştikten, içinde sakladığı ve büyüttüğü sırrı kendine itiraf
ettikten sonra artık Alma’ya ihtiyacı kalmaz ve herkes kendi yoluna
gider.
Persona hakkında
yazılabilecek daha yığınla şey var aslında. İçerikte olduğu kadar
oyunculukta, kurguda, görsellikte de oldukça başarılı olduğuna,
neredeyse yarım yüzyıl önce çekilmiş olmasına rağmen günümüzde bu ayarda
çok az film çekilebildiğine hiç değinemedim daha. Onları da gelecek
yorumlara havale edip son bir paragrafla sabrınızı denemeyi bırakayım.
Bu film, anladığım kadarıyla temel
olarak insanın iç-dış çatışmasını anlatıyor. Hayatımızda birkaç rolümüz
birden oluyor; genellikle de bu rolleri toplumun bize öğrettiği şekilde
oynuyoruz. Her şeyi kurallarına göre yapmaya, normal kabul edilenin
sınırlarından dışarı taşmamaya çalışıyoruz. Gerçek ben’imizin
oynadığımız bu rollerden aslında memnun olmadığını, gerçek ben’in
aslında gösterdiğimiz ben’imiz olmadığını anladığımızda, toplumca kabul
görmeye devam etmek istiyorsak, ortaya çıkmaya çalışan ben’i içimize
gömmeye ve ağzını kapatmaya çalışıyoruz. Ama içimizdeki çatışmadan
elbette böyle rahatça kurtulamıyoruz. Güçlü olanlar, gerçekten ne
istediklerini, ne olduklarını fark ettiklerinde bununla yüzleşip,
barışıp gerçekte olduğu gibi yaşamaya başlıyor. Şanslı bir azınlık
diyelim onlara. Çünkü çoğumuzun gerçek kimliğimizi göstermeye cesareti
olmuyor, toplumun bize dayattıkları karşısında ya ömür boyu içimizde
savaşıp dışımızda her şey güllük gülistanmış gibi yaşıyoruz, ya da bir
yerde kayışları koparıyoruz. Daha büyük bir çoğunluk ise gerçekte ne
istediğinin, kim olduğunun farkına bile varmayarak yaşamaya devam
ediyor. (www.sivrisinema.com'dan)
Izgnanie / The Banishment / Sürgün (2007) - Andrei Zvyagintsev
Sovyet sinemasının dünya sinema tarihi içersindeki önemi tartışmasız
çok büyüktür. Sinemanın emekleme döneminde özellikle Eisenstein’ın
öncülük ettiği film grameri ve kurgu tekniğinde çığır açan Pudovkin,
Kuleshov gibi yönetmenleri yetiştiren bir ülke Sovyet Rusya. Sovyet
sineması kısa bir dönem gerileme dönemi yaşasa da 1960-70'li yıllarda
çektiği filmlerle sinemanın ruhanî yanıya ilgilenen, filmlerinin
içerdiği felsefi anlam dünyasıyla modası hiçbir zaman eskimeyecek,
birçok yönetmene ilham kaynağı teşkil edecek kaba tabirle Tarkovskiyen
bir akımın öncüsü olacak olan Andrei Tarkovsky ile devam etmiştir bu
süreç.
Değişik ülkelerdeki benzerleri bir yana Rus sinemasında bugün Tarkovsky’nin mirasını devam ettiren iki önemli isim var. Birisi 'Ana Oğul' gibi eşsiz bir filme imza atan Aleksandr Sokurov diğeri ise henüz iki film çekmesine karşın bu mirasa ortak etmekten tereddüt edilmeyecek kadar yetenekli olan Andrei Zvyagintsev.
2003 yılında çekmiş olduğu 'Dönüş' filmiyle bir anlamda Rus sinemasının da dönüşünün habercisi olan Zvyagintsev, ilk filmini çekmiş olmasına rağmen yoğun alt metni ve sinematografisiyle değme yönetmenlere taş çıkartacak bir olgunluk göstererek yılın en iyi filmlerinden birine imza atmıştı. İlk filmiyle göstermiş olduğu başarının tesadüfî olmadığını ikinci ve şimdilik son filmi 'Sürgün' ile kanıtlamış diyebiliriz.
Pulitzer ödüllü Ermeni yazar William Saroyan'ın "The Laughing Matter" adlı kitabından uyarlanan film, yönetmenin bir önceki filmi 'Dönüş' ile yine benzer temalar üzerinden ilerliyor. Şehir yaşamından ayrılıp iki çocuğu ve karısıyla 12 yıldır gitmediği köyüne dönen Aleks’in sessiz, sakin yaşamı karısının bir itirafıyla sarsılıyor. 150 dakikalık süresinin yaklaşık 2 saati boyunca neredeyse hiçbir şey anlatmıyormuş gibi gözüken ve yapılan itirafın etkisini tek bir sahne dâhi olmadan tamamen oyuncu performanslarıyla geçirmeye çalışan yönetmen filmin son yarım saatinde tüm dramatik yapıyı tersyüz ediyor.
Esasında filmin tüm derdinin Aleks'in karısı ve çocuklarından esirgediği sevgi eksikliğinden kaynaklandığını görüyoruz. Yönetmen 'Dönüş' filminde baba-oğul ilişkisi üzerinden dini referanslarla zenginleştirdiği öykünün benzerini bu kez "sevgi" teması etrafında çetrefilleştiriyor. Bu temayı kimi zaman çocukların oyun oynadıkları puzzle’da ki resmin benzer şekilde 'Dönüş' filmindeki çocukların babayı ilk kez gördükleri anın Mantegna'nin "The Lamentation over the Dead Christ" tablosunu andırması gibi dolaylı, kimi zamanda çocukların misafir olarak kaldıkları evde arkadaşlarının annesinin çocuklarına okuttuğu kitapta geçen "İnsanların ve meleklerin dilleriyle konuşsam...ama sevgim olmasa...ses çıkaran bakırdan ya da çınlayan zilden farkım kalmaz" sözleriyle başlayan bir pasajla açıkça dile getiriyor. Yönetmen "sevgi" gibi sinemada en çok işlenilen ve en temel meselelerden birini alıp bu tip göndermelerle filmin yoğun sinemasal atmosferi ile birlikte daha bir özgün hale getiriyor.
Film sadece dini referanslar ve mitlerle değil daha önceki filmi 'Dönüş' ile kimilerince komünizm öncesi ve sonrasını temsil eden baba-oğul çatışmasını da bir üst noktaya taşıyıp Rusya tarihi ile ilgili önemli sosyolojik ipuçları sunarak yönetmenin kendi anlam dünyasını da gözler önüne seriyor. Üstelik bunu yapma biçimi de olabildiğince kapalı ve gizemli. Örneğin ilk filmindeki babanın toprağa gömdüğü kutu film boyunca açıklığa kavuşmadığı gibi bu filmde de Vera’nın kocasına yazdığı mektupta ne yazdığına bir türlü vakıf olamıyoruz. Tıpkı filmin başında Aleks'in kardeşi Mark'ın uzunca bir yolculuktan sonra eve neden yaralı bir şekilde döndüğünü ve nereden geldiğini bilmediğimiz gibi. Ya da belli ki Aleks'in kendi ebeveynleri ile bir çatışma içersinde olduğunu hissettiren uzun ve anlamlı bir şekilde eski fotoğraflara attığı bakışlar gibi.
Film Tarkovsky sinemasına olan yakınlığını sadece uzun planlarla, kaydırmalarla, gri ve mat bir sinematografiyle, geniş çerçeveli ölçeklerin kullanıldığı çekim teknikleriyle ve Estonyalı ünlü besteci Arvo Pärt'ın mistik müzikleriyle belli etmiyor. Ayrıca filmin taşradaki durağan hayatın altını çizen, doğa seslerinin eşlik ettiği mizansen anlayışı ve filmin adının 'Kurban' ve 'Ayna'yı çağrıştırmasıyla daha da ileri gidiyor. Fakat Zvyagintsev için bu bir handikaptan çok sinemanın her daim ihtiyaç duyduğu bu farklı alanı auteurliğe giden bir yol olarak baştan seçmiş olmanın verdiği bir avantaja dönüşüyor. (avrupasinemasi.blogspot.com'dan)
Değişik ülkelerdeki benzerleri bir yana Rus sinemasında bugün Tarkovsky’nin mirasını devam ettiren iki önemli isim var. Birisi 'Ana Oğul' gibi eşsiz bir filme imza atan Aleksandr Sokurov diğeri ise henüz iki film çekmesine karşın bu mirasa ortak etmekten tereddüt edilmeyecek kadar yetenekli olan Andrei Zvyagintsev.
2003 yılında çekmiş olduğu 'Dönüş' filmiyle bir anlamda Rus sinemasının da dönüşünün habercisi olan Zvyagintsev, ilk filmini çekmiş olmasına rağmen yoğun alt metni ve sinematografisiyle değme yönetmenlere taş çıkartacak bir olgunluk göstererek yılın en iyi filmlerinden birine imza atmıştı. İlk filmiyle göstermiş olduğu başarının tesadüfî olmadığını ikinci ve şimdilik son filmi 'Sürgün' ile kanıtlamış diyebiliriz.
Pulitzer ödüllü Ermeni yazar William Saroyan'ın "The Laughing Matter" adlı kitabından uyarlanan film, yönetmenin bir önceki filmi 'Dönüş' ile yine benzer temalar üzerinden ilerliyor. Şehir yaşamından ayrılıp iki çocuğu ve karısıyla 12 yıldır gitmediği köyüne dönen Aleks’in sessiz, sakin yaşamı karısının bir itirafıyla sarsılıyor. 150 dakikalık süresinin yaklaşık 2 saati boyunca neredeyse hiçbir şey anlatmıyormuş gibi gözüken ve yapılan itirafın etkisini tek bir sahne dâhi olmadan tamamen oyuncu performanslarıyla geçirmeye çalışan yönetmen filmin son yarım saatinde tüm dramatik yapıyı tersyüz ediyor.
Esasında filmin tüm derdinin Aleks'in karısı ve çocuklarından esirgediği sevgi eksikliğinden kaynaklandığını görüyoruz. Yönetmen 'Dönüş' filminde baba-oğul ilişkisi üzerinden dini referanslarla zenginleştirdiği öykünün benzerini bu kez "sevgi" teması etrafında çetrefilleştiriyor. Bu temayı kimi zaman çocukların oyun oynadıkları puzzle’da ki resmin benzer şekilde 'Dönüş' filmindeki çocukların babayı ilk kez gördükleri anın Mantegna'nin "The Lamentation over the Dead Christ" tablosunu andırması gibi dolaylı, kimi zamanda çocukların misafir olarak kaldıkları evde arkadaşlarının annesinin çocuklarına okuttuğu kitapta geçen "İnsanların ve meleklerin dilleriyle konuşsam...ama sevgim olmasa...ses çıkaran bakırdan ya da çınlayan zilden farkım kalmaz" sözleriyle başlayan bir pasajla açıkça dile getiriyor. Yönetmen "sevgi" gibi sinemada en çok işlenilen ve en temel meselelerden birini alıp bu tip göndermelerle filmin yoğun sinemasal atmosferi ile birlikte daha bir özgün hale getiriyor.
Film sadece dini referanslar ve mitlerle değil daha önceki filmi 'Dönüş' ile kimilerince komünizm öncesi ve sonrasını temsil eden baba-oğul çatışmasını da bir üst noktaya taşıyıp Rusya tarihi ile ilgili önemli sosyolojik ipuçları sunarak yönetmenin kendi anlam dünyasını da gözler önüne seriyor. Üstelik bunu yapma biçimi de olabildiğince kapalı ve gizemli. Örneğin ilk filmindeki babanın toprağa gömdüğü kutu film boyunca açıklığa kavuşmadığı gibi bu filmde de Vera’nın kocasına yazdığı mektupta ne yazdığına bir türlü vakıf olamıyoruz. Tıpkı filmin başında Aleks'in kardeşi Mark'ın uzunca bir yolculuktan sonra eve neden yaralı bir şekilde döndüğünü ve nereden geldiğini bilmediğimiz gibi. Ya da belli ki Aleks'in kendi ebeveynleri ile bir çatışma içersinde olduğunu hissettiren uzun ve anlamlı bir şekilde eski fotoğraflara attığı bakışlar gibi.
Film Tarkovsky sinemasına olan yakınlığını sadece uzun planlarla, kaydırmalarla, gri ve mat bir sinematografiyle, geniş çerçeveli ölçeklerin kullanıldığı çekim teknikleriyle ve Estonyalı ünlü besteci Arvo Pärt'ın mistik müzikleriyle belli etmiyor. Ayrıca filmin taşradaki durağan hayatın altını çizen, doğa seslerinin eşlik ettiği mizansen anlayışı ve filmin adının 'Kurban' ve 'Ayna'yı çağrıştırmasıyla daha da ileri gidiyor. Fakat Zvyagintsev için bu bir handikaptan çok sinemanın her daim ihtiyaç duyduğu bu farklı alanı auteurliğe giden bir yol olarak baştan seçmiş olmanın verdiği bir avantaja dönüşüyor. (avrupasinemasi.blogspot.com'dan)
29 Kasım 2011 Salı
Manderlay (2005) - Lars von Trier
Dogville’den ayrılan Grace, babasıyla birlikte yola çıkmıştır. Yaşadığı yerden uzun süre ayrı bulunmak yer altı dünyası için son derece vahim bir olaydır. Bu sebeple Grace’in babası adamlarıyla birlikte yeniden yükselebileceği bir yer arayışına girmiştir. Arabayı güneye sürerler ve tesadüf bu ya Manderlay adlı bir kasabada mola vermeye karar verirler. Bu mola esnasında Grace arabada otururken siyahî bir kadın arabaya yaklaşır ve yardım ister. Babasının yoğun ikazına rağmen dik başlı Grace bu siyahî kadını takip eder ve kasabaya gider. Grace, kasabaya vardığında karşılaştığı manzara dehşet vericidir. Bir beyaz, siyahî bir adama işkence yapmaktadır. Grace bu işe hemen bir son vermesini ister. O sırada Mam adında yaşlı bir kadın olayların şekil değiştirmesine sebep olur. Kasaba sakinleri kölelik sisteminin yetmiş yıl önce kalktığından habersizdir ve siyahî vatandaşlar beyazlara hizmet etmektedir. Bu süre zarfında kasabaya ulaşan Grace’in babası vakanın büyümesine engel olur. Grace bir süre sonra bu sistemin Mam tarafından yazılan anayasa kitabı baz alınarak yürütüldüğünü fark eder ve buradaki sistemi düzeltmek için buraya yerleşmek ister. Fakat bu defa Grace sorunuyla sonuna kadar baş başadır. Babası kalmayı tercih etmesi halinde onu kurtarmaya gelmeyeceğini söyler ve adamlarını bırakıp kasabayı terk eder.
Genellikle ahlâk kavramına odaklanarak insan doğasına atıfta bulunan mesajları tercih eden Trier, bu defa serinin adına uygun olacak şekilde daha dar kapsamlı bir konuya odaklanmış ve eleştiri oklarını direkt Amerika’ya yöneltmiştir. Köleliğin yıllar önce kalktığı bir dönemde, bir Amerika kasabasında yaşanan dramatik olaylar silsilesinin yine başkahramanı olacaktır merhametli Grace. Manderlay kasabasında bir sistem değişikliği gerekmektedir. Yıllarca beyazlar tarafından sürdürülen yozlaşmış, adaletten ırak sistem siyahları tahakküm altına almıştır. Dünyada olanlardan bihaber olan ahali, bu şekilde yaşamını sürdürmektedir. Oysaki Grace belki onlar için bir kurtarıcıdır.
Siyah beyaz ayrımı, kölelik sistemi ve ırkçılıktan çok daha ötede derdi var aslında yönetmenin. Daha önce defaatle karşılaştığımız ırkçılık filmlerinden değil asla! Hani şu başında siyahîlerin ezildiği, sonra yavaş yavaş mazlumlara zafer kazandırıp, insanları ekran karşısında mutlu eden basit Oscar’lık filmler…
Aksine çok farklı bir amaç güdüyor her zamanki gibi. Şöyle izah ediyor derdini:
“Grace’i, tüm dünyaya Amerikan yaşam tarzını kabul ettirmeye çalışan günümüz ABD’sine benzetmek çok kolay. Aynı zamanda Grace’in benim yarattığım bütün ana karakterler gibi olduğuna dikkat çekmek de yerinde olur. Grace herkes için hep en iyisini istiyor, ama her şey cehennemi bir hal alıyor. Irk politikaları göz önüne alındığında filmimin alışıldık normlar dışında algılanmasını bekliyorum. Eğer birilerini kışkırtıyorsam, bana göre hava hoş. Boş provokasyonlar pek işe yaramaz, ama bir kışkırtmayla bir sürü ağır tepki alırsan hedefi on ikiden vurdun demektir.”
Görüldüğü gibi, filmde söylemek istediklerini çok iyi şekilde özetlemiş usta yönetmen. Mesele toplumun yaşayış biçiminden ziyade dışarıdan gelen ve iyilik ile güzellik vaat eden Grace’in yaptırımları… Tartıştığı şey daha düz bir ifadeyle, doğruluğa bakış… Kimin doğrusu, neyin doğrusu? Öyle ya, aşina olduğumuz bir gerçek bu! Sadece Amerika diye kısıtlamak bile lüzumsuz. Gelişmemiş bir ülke toplumsal sorunlar ve anlaşmazlıklar yaşar. Ona demokrasi veya iyilik getirmek için büyük bir devlet sorumluluk alır. O sorumluluk alan yetki sahibinin vaat ettiği nedir, tam olarak sunduğu nedir? Dogville’de karşımıza çıkan kibir kavramı yine çıkar ortaya, hani şu Şeytan’ın en çok sevdiği günah…
Kasabaya gelen ve her şeyi düzeltmeye çalışan Grace… Neden? Öyle olması gerektiğini düşündüğünden… Serinin ilk filminde öz eleştiri yaptıran ve insan doğası üzerinden dersler veren Trier, ikinci filmiyle biraz daha sistemi eleştirip, toplumsal bir analiz yapmıştır. Üç saatlik ilk film sonrası gözlerin aşina olmasının da etkisiyle ikinci filmde yadırganmayan dekor da filmin yapısına ayak uydurunca tadından yenilmez bir Trier filmi daha ortaya çıkmış.
Artık gözler gelmek bilmeyen Wasington’un yollarında… (eksisinema.com'dan)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/297527733614180/
Dogville’den ayrılan Grace, babasıyla birlikte yola çıkmıştır. Yaşadığı yerden uzun süre ayrı bulunmak yer altı dünyası için son derece vahim bir olaydır. Bu sebeple Grace’in babası adamlarıyla birlikte yeniden yükselebileceği bir yer arayışına girmiştir. Arabayı güneye sürerler ve tesadüf bu ya Manderlay adlı bir kasabada mola vermeye karar verirler. Bu mola esnasında Grace arabada otururken siyahî bir kadın arabaya yaklaşır ve yardım ister. Babasının yoğun ikazına rağmen dik başlı Grace bu siyahî kadını takip eder ve kasabaya gider. Grace, kasabaya vardığında karşılaştığı manzara dehşet vericidir. Bir beyaz, siyahî bir adama işkence yapmaktadır. Grace bu işe hemen bir son vermesini ister. O sırada Mam adında yaşlı bir kadın olayların şekil değiştirmesine sebep olur. Kasaba sakinleri kölelik sisteminin yetmiş yıl önce kalktığından habersizdir ve siyahî vatandaşlar beyazlara hizmet etmektedir. Bu süre zarfında kasabaya ulaşan Grace’in babası vakanın büyümesine engel olur. Grace bir süre sonra bu sistemin Mam tarafından yazılan anayasa kitabı baz alınarak yürütüldüğünü fark eder ve buradaki sistemi düzeltmek için buraya yerleşmek ister. Fakat bu defa Grace sorunuyla sonuna kadar baş başadır. Babası kalmayı tercih etmesi halinde onu kurtarmaya gelmeyeceğini söyler ve adamlarını bırakıp kasabayı terk eder.
Genellikle ahlâk kavramına odaklanarak insan doğasına atıfta bulunan mesajları tercih eden Trier, bu defa serinin adına uygun olacak şekilde daha dar kapsamlı bir konuya odaklanmış ve eleştiri oklarını direkt Amerika’ya yöneltmiştir. Köleliğin yıllar önce kalktığı bir dönemde, bir Amerika kasabasında yaşanan dramatik olaylar silsilesinin yine başkahramanı olacaktır merhametli Grace. Manderlay kasabasında bir sistem değişikliği gerekmektedir. Yıllarca beyazlar tarafından sürdürülen yozlaşmış, adaletten ırak sistem siyahları tahakküm altına almıştır. Dünyada olanlardan bihaber olan ahali, bu şekilde yaşamını sürdürmektedir. Oysaki Grace belki onlar için bir kurtarıcıdır.
Siyah beyaz ayrımı, kölelik sistemi ve ırkçılıktan çok daha ötede derdi var aslında yönetmenin. Daha önce defaatle karşılaştığımız ırkçılık filmlerinden değil asla! Hani şu başında siyahîlerin ezildiği, sonra yavaş yavaş mazlumlara zafer kazandırıp, insanları ekran karşısında mutlu eden basit Oscar’lık filmler…
Aksine çok farklı bir amaç güdüyor her zamanki gibi. Şöyle izah ediyor derdini:
“Grace’i, tüm dünyaya Amerikan yaşam tarzını kabul ettirmeye çalışan günümüz ABD’sine benzetmek çok kolay. Aynı zamanda Grace’in benim yarattığım bütün ana karakterler gibi olduğuna dikkat çekmek de yerinde olur. Grace herkes için hep en iyisini istiyor, ama her şey cehennemi bir hal alıyor. Irk politikaları göz önüne alındığında filmimin alışıldık normlar dışında algılanmasını bekliyorum. Eğer birilerini kışkırtıyorsam, bana göre hava hoş. Boş provokasyonlar pek işe yaramaz, ama bir kışkırtmayla bir sürü ağır tepki alırsan hedefi on ikiden vurdun demektir.”
Görüldüğü gibi, filmde söylemek istediklerini çok iyi şekilde özetlemiş usta yönetmen. Mesele toplumun yaşayış biçiminden ziyade dışarıdan gelen ve iyilik ile güzellik vaat eden Grace’in yaptırımları… Tartıştığı şey daha düz bir ifadeyle, doğruluğa bakış… Kimin doğrusu, neyin doğrusu? Öyle ya, aşina olduğumuz bir gerçek bu! Sadece Amerika diye kısıtlamak bile lüzumsuz. Gelişmemiş bir ülke toplumsal sorunlar ve anlaşmazlıklar yaşar. Ona demokrasi veya iyilik getirmek için büyük bir devlet sorumluluk alır. O sorumluluk alan yetki sahibinin vaat ettiği nedir, tam olarak sunduğu nedir? Dogville’de karşımıza çıkan kibir kavramı yine çıkar ortaya, hani şu Şeytan’ın en çok sevdiği günah…
Kasabaya gelen ve her şeyi düzeltmeye çalışan Grace… Neden? Öyle olması gerektiğini düşündüğünden… Serinin ilk filminde öz eleştiri yaptıran ve insan doğası üzerinden dersler veren Trier, ikinci filmiyle biraz daha sistemi eleştirip, toplumsal bir analiz yapmıştır. Üç saatlik ilk film sonrası gözlerin aşina olmasının da etkisiyle ikinci filmde yadırganmayan dekor da filmin yapısına ayak uydurunca tadından yenilmez bir Trier filmi daha ortaya çıkmış.
Artık gözler gelmek bilmeyen Wasington’un yollarında… (eksisinema.com'dan)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/297527733614180/
Dogville (2003) - Lars von Trier
İnsan kötü müdür, yoksa iyi mi? Yaşamaya hakkı olmayacak kadar kötülük
yapabilir mi? En iyi olarak gördüğümüz insan, gerektiği zaman en
aşağılık şeyler yapabilir mi? Peki bu hâle gelmesinin sebebi nedir?
Koşullar mı, yoksa doğası mı? Kötüyle savaşabilmek için kötü olmak mı
gerekir, yoksa çoktan o kötülüğün içine çekilmişmisindir? Peki ya,
kötülükten yana olmamayı tercih edip de, iyilerin peşinden gitmek
istediğinde hep o bilindik son yaşanıp, kötüler daha çabuk kazanmaz mı?
Kötülerle savaşmayı bıraktığındaysa, bu sefer de kendinle savaşmaya
başladığını görürsün. Sen kendinle savaşmaya başladığında, başkaları
yine seninle savaşmaya devam eder. Sen kendinle savaşmaktan bıkarsın,
ama onlar senle savaşmaktan bıkmaz. Kendinle savaşmaktan yorulursun,
yorulduğun için yine sen kötü olursun. İyi niyetli olman da artık pek
bir işe yaramaz. Sen ne kadar bağışlayıcı olursan, seni suçlamaları o
kadar kolaylaşır ve bu döngü bu şekilde sürüp gider. Peki ya doğasına
aykırı olan insanlar? İşte bu insanlar "gerçek" iyilerdir. Hem de
yaşamaya hakları olamayacak kadar, itilip kakılacak, eziyet çekecek
kadar iyi... O yüzden, Hümanizm ne yazık ki kimsenin iyi olmasını
sağlayamaz...
Lars Von Trier, sıradışı anlatımıyla, kimsenin göründüğü kadar kötü olmadığını, daima içinde bir yerde, o kötülükten daha da fazlasını barındırdığını Dogville sayesinde bizlere öyle güzel anlatır ki, Grace'in başına gelenlere seyirci kaldığımız için sinirlerimiz gerilir, oynadığı pollyannacılık oyununa ve her şeyi bağışlamasına tahammül edemeyip filmin son anına kadar içimizdeki intikam alma duygusuna yenilmeye, tüm bu olanlardan dolayı kasabadaki insanların cezalandırılması isteğine boyun eğmeye başlarız. İşte tüm bu diken üstünde geçen yaklaşık 3 saatlik zaman zarfı boyunca, insan denen canlının doğasının nasıl da kötülüğü yavaş yavaş etrafına zerk ettiğine tanık oluruz.
Öyle bir kasaba düşünün ki, fakir insanlar, basit hayatlarını, huzur içinde, doğayla başbaşa ve birbirleriyle sorun yaşamadan sürdürsünler. Ancak aralarında problem çıkmamasının sebebi iyi niyetli ve anlayışlı olmalarından ziyade, etliye sütlüye karışmamayı tercih eden tavırları olsun. İçlerinden bin türlü şey geçsin de, dışarıya bunun pek azını yansıtsınlar. Başkalarıyla uğraşmak ya da kurulu düzeni bozmak istemedikleri için hiçbir sorun yok gibi davransınlar. Bir aldatmaca, bir yalanlar silsilesi, bir görmemezlikten gelme hâli sürüp gitsin; kimseyi ve hepsinden önemlisi kendini bilmeme ve bilmek istememe hali...
İşte, 1930'u yılların ABD sınırları içerisinde yer alan bu kasaba, başlarda izleyicinin alışmakta zorlanacağı bir anlatım tarzıyla karşımıza geliyor. Ama aslında bu kasaba, dünyanın herhangi bir yerinde de olabilir. Tiyatral bir düzenle oluşturulmuş, kapıları olmayan ve sadece çizimden oluşan mekanlar ile tasvir ediliyor. Dünyanın geri kalanından kopuk, içe dönük bir yaşam süren bu kasabaya bir gün Grace adında bir kadın geliyor ve olaylar da işte bu noktadan sonra yavaş yavaş değişmeye başlıyor. Tanık olacağımız olaylar bir giriş bölümü ve dokuz bölüme ayrılarak bizlere sunuluyor. Bölümler ilerledikçe de kaçınılmaz sona yaklaşmaya başlıyoruz.
Lars Von Trier, sıradışı anlatımıyla, kimsenin göründüğü kadar kötü olmadığını, daima içinde bir yerde, o kötülükten daha da fazlasını barındırdığını Dogville sayesinde bizlere öyle güzel anlatır ki, Grace'in başına gelenlere seyirci kaldığımız için sinirlerimiz gerilir, oynadığı pollyannacılık oyununa ve her şeyi bağışlamasına tahammül edemeyip filmin son anına kadar içimizdeki intikam alma duygusuna yenilmeye, tüm bu olanlardan dolayı kasabadaki insanların cezalandırılması isteğine boyun eğmeye başlarız. İşte tüm bu diken üstünde geçen yaklaşık 3 saatlik zaman zarfı boyunca, insan denen canlının doğasının nasıl da kötülüğü yavaş yavaş etrafına zerk ettiğine tanık oluruz.
Öyle bir kasaba düşünün ki, fakir insanlar, basit hayatlarını, huzur içinde, doğayla başbaşa ve birbirleriyle sorun yaşamadan sürdürsünler. Ancak aralarında problem çıkmamasının sebebi iyi niyetli ve anlayışlı olmalarından ziyade, etliye sütlüye karışmamayı tercih eden tavırları olsun. İçlerinden bin türlü şey geçsin de, dışarıya bunun pek azını yansıtsınlar. Başkalarıyla uğraşmak ya da kurulu düzeni bozmak istemedikleri için hiçbir sorun yok gibi davransınlar. Bir aldatmaca, bir yalanlar silsilesi, bir görmemezlikten gelme hâli sürüp gitsin; kimseyi ve hepsinden önemlisi kendini bilmeme ve bilmek istememe hali...
İşte, 1930'u yılların ABD sınırları içerisinde yer alan bu kasaba, başlarda izleyicinin alışmakta zorlanacağı bir anlatım tarzıyla karşımıza geliyor. Ama aslında bu kasaba, dünyanın herhangi bir yerinde de olabilir. Tiyatral bir düzenle oluşturulmuş, kapıları olmayan ve sadece çizimden oluşan mekanlar ile tasvir ediliyor. Dünyanın geri kalanından kopuk, içe dönük bir yaşam süren bu kasabaya bir gün Grace adında bir kadın geliyor ve olaylar da işte bu noktadan sonra yavaş yavaş değişmeye başlıyor. Tanık olacağımız olaylar bir giriş bölümü ve dokuz bölüme ayrılarak bizlere sunuluyor. Bölümler ilerledikçe de kaçınılmaz sona yaklaşmaya başlıyoruz.
Dogville'de dediğim gibi hayat aksamadan, renksiz ve hareketsiz bir
şekilde akıp giderken, bir gün bu rutin bozuluyor ve Musa adlı köpeğin
havlamasıyla, farklı bir şeyler olacağı daha o anda belli oluyor.
Kasabanın yazarı olan Tom, bankta otururken, Musa'nın havlamasıyla
irkiliyor ve bir yabancının kasabalarına ayak bastığını farkediyor.
Grace adındaki bu yabancı, peşindeki gangsterlerden kaçan bir kadın. O
kadar aç ki, köpeğin yemeğine bile gözünü dikmiş durumda. Tom ona yardım
etmek istiyor ve kasabada kalması için onu ikna ediyor. Ama tabii bu,
sadece Tom'un vereceği bir karar değil. Tüm kasaba halkının da, Grace'in
orada kalması için onay vermesi gerekiyor. Böylece kasabalılar, Grace'e
tam 2 hafta süre veriyor. Bu süre zarfında Grace onların kalbini
kazanmak zorunda. Grace, o kadar zor bir durumda ki, ona verilen bu
şans, sanki bir lütufmuş gibi geliyor ve halkın sevgisini kazanmak için
onlar için çalışmaya başlıyor. Başta ihtiyaçları olmadığı için bu
yardımı reddetseler de, sonunda Grace'i sömürmek konusunda kasaba halkı,
birbirleriyle yarışır hale geliyor. Kasabalıları sevmeye baştan razı
olan Grace ise, tüm bunlara göz yumuyor ve güçsüz konumunun suistimal
edilmesine ses çıkarmıyor. Tabii bu arada kasabalıların asıl yüzlerini
meydana çıkaran olaylar, tıkırında gidiyormuş gibi görünen sistemi
çökertiyor ve Grace'in bu sistemden çıkarılması kaçınılmaz oluyor.
Grace'in başına gelenlerin hepsi aslında Tom'un planlarının bir sonucu.
İşi, insanları gözlemlemek ve sonra bunlar üzerinde düşünmek olan Tom,
kasabadaki herkesi çok iyi tanıdığı iddiasında. Kendi aklına ve
okuduklarından öğrendiklerine o kadar güveniyor ki, kasabalılara ahlak
dersi verme yetisine sahip olduğunu düşünüyor. Onlara, "kabullenme"yi
anlatmak istediği bir gece ise karşısına ansızın Grace çıkıyor. Grace,
Tom'un örnekleme tekniği için tam da ihtiyaç duyduğu şey; ahlak dersini
uygulamalı öğretebilmek için somut bir örnek. Kendi teorilerinin içinde
yaşayan, pasif ve bir o kadar da korkak bir yazar olan Tom, aslında
kasabalılara başkalarını kabullenmek konusunda ders vermeye çalışırken,
Grace de kendisine bir şeyler öğretmeye çalışıyor. Ailesi tarafından
kibirli yetiştirildiğini ve bundan arınmak istediğini söylüyor. Ancak
Grace'in kasabalılara karşı gösterdiği haddinden fazla olan anlayış ve
sevgi, aslında onları hor görmesinin bir göstergesi. Grace'in ahlaki
değerleri herkesten o kadar üstün ki, çevresinden bu değerlere göre
davranmalarını beklemiyor bile. Kasabalıları küçük, güçsüz, aciz
insanlar olarak gördüğü için yaptıkları kötülükleri de mazur görüyor,
onları affediyor. Kendisi için asla kabul etmeyeceği ölçütleri
kullanıyor onlarla ilişkilerinde. O kadar kibirli ki, insanlara yanlış
yaptıklarını göstermek ve düzelme şansı vermek yerine, koşulları
suçlamayı tercih ediyor. Sonunda ne kasabalılar, ne de Grace,
yaşadıklarından bir ders alabiliyor. Kasabalılar Grace'in emriyle bir
bir öldürülürken, o tüm yaşadıklarından sonra aynı derecede kibirli.
Katliamdan sağ çıkmayı başaran köpeğe tüfeklerini yönelten gangsterleri
durduran Grace şöyle diyor: "Durun, bir zamanlar onun kemiğini
çalmıştım, o yüzden bana kızgın ve havlıyor." Böylece köpek affediliyor.
Filmde söylenenler ne kadar acı olsa da, bizlere hikayeyi anlatan John Hurt'ün ironik ses tonu sayesinde gördüklerimiz az da olsa daha yenilir yutulur bir hâle geliyor. Dogville'de senaryo ve oyunculuğun gücü, filmin biçimsel ayrıntılarının bir süre sonra fark edilmemesine yol açıyor. Sinemanın tüm kandırmacalarından ve fazlalıklarından arındırılmış bir şekilde bize saf karakterleri sunan Von Trier, hikayeyi ön plana çıkararak film boyunca Grace ile özdeşleşmemizi ve onun intikamına tüm kalbimizle katılıp sevinmemizi sağlıyor. Filmin sonunda, kasabalıların katledilmesinden resmen mutluluk duyuyoruz. Dekorların arasından beliren ay ışığı, zeminden, tebeşirden canlanan köpeğin havlaması ve filmin tüm yapaylığıyla alay edercesine sonda akan Amerika'nın öteki yüzüne ait olan fotoğraflarsa yönetmenin dehasını bizlere bir kez daha kanıtlıyor. (miserym.blogspot.com'dan)
Filmde söylenenler ne kadar acı olsa da, bizlere hikayeyi anlatan John Hurt'ün ironik ses tonu sayesinde gördüklerimiz az da olsa daha yenilir yutulur bir hâle geliyor. Dogville'de senaryo ve oyunculuğun gücü, filmin biçimsel ayrıntılarının bir süre sonra fark edilmemesine yol açıyor. Sinemanın tüm kandırmacalarından ve fazlalıklarından arındırılmış bir şekilde bize saf karakterleri sunan Von Trier, hikayeyi ön plana çıkararak film boyunca Grace ile özdeşleşmemizi ve onun intikamına tüm kalbimizle katılıp sevinmemizi sağlıyor. Filmin sonunda, kasabalıların katledilmesinden resmen mutluluk duyuyoruz. Dekorların arasından beliren ay ışığı, zeminden, tebeşirden canlanan köpeğin havlaması ve filmin tüm yapaylığıyla alay edercesine sonda akan Amerika'nın öteki yüzüne ait olan fotoğraflarsa yönetmenin dehasını bizlere bir kez daha kanıtlıyor. (miserym.blogspot.com'dan)
27 Kasım 2011 Pazar
Stalingrad (1993) - Joseph Vilsmaier
2. Dünya savaşı filmlerinden bence en güzeli.. savaşın yok edici soğukluğu yanında duygusallığıyla da ön plana çıkan bir film... savaşa almanların gözünden bakan ender filmlerden biri.. bir grup alman askerinin Avrupa'dan Rusya'ya gidişi ve Stalingrad savaşını işleyen harika bir film... 2.dünya savaşı klasiklerinden olan bu arşivlik filmi kaçırmayın...
SSCB bozgunu Hitler'in ne kadar büyük ve ileriyi gören bir askeri lider olduğunun kanıtıdır bence!!!
Faşist lider Hitler'in askerleri soğukta donarken şunları söylediği rivayet edilir; "Benim askerlerim ateşten yaratılmıştır, onlar donamaz".. Oysa askerlerini yazlık kıyafetleriyle yollamıştır. Çünkü Rusya'nın tümünü!! 1 aydan kısa sürede işgal edeceklerine inandırılmış askerlerdir bunlar...
Film gerçekten Alman cephesinden bakmasına rağmen çok başarılı bir anlatımı içeriyor. İnsanı sürüklüyor. Üçüncü Reich'ın faşizminin nereleri vurduğunu gösteriyor. Savaşa karşı iyi bir savaş filmi...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/296235393743414/
2. Dünya savaşı filmlerinden bence en güzeli.. savaşın yok edici soğukluğu yanında duygusallığıyla da ön plana çıkan bir film... savaşa almanların gözünden bakan ender filmlerden biri.. bir grup alman askerinin Avrupa'dan Rusya'ya gidişi ve Stalingrad savaşını işleyen harika bir film... 2.dünya savaşı klasiklerinden olan bu arşivlik filmi kaçırmayın...
SSCB bozgunu Hitler'in ne kadar büyük ve ileriyi gören bir askeri lider olduğunun kanıtıdır bence!!!
Faşist lider Hitler'in askerleri soğukta donarken şunları söylediği rivayet edilir; "Benim askerlerim ateşten yaratılmıştır, onlar donamaz".. Oysa askerlerini yazlık kıyafetleriyle yollamıştır. Çünkü Rusya'nın tümünü!! 1 aydan kısa sürede işgal edeceklerine inandırılmış askerlerdir bunlar...
Film gerçekten Alman cephesinden bakmasına rağmen çok başarılı bir anlatımı içeriyor. İnsanı sürüklüyor. Üçüncü Reich'ın faşizminin nereleri vurduğunu gösteriyor. Savaşa karşı iyi bir savaş filmi...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/296235393743414/
24 Kasım 2011 Perşembe
Down by Law / İçerdekiler (1986) - Jim Jarmusch
Jim Jarmusch'un 1986 yapımı filmi Down By Law, bu haftaki klasik film
seçimimiz. Sıradışı bir hapishane filmi diyebileceğimiz filmde, Tom
Waits, Roberto Benigni ve John Lurie üçlüsü başrolde...
Film Zack, Jack ve Roberto'nun hapishane dışındaki hayatlarından başlıyor. Oldukça sıradan görünen gün, Zack ve Jack için hayli sıradışı bir hal almaya başlıyor ve bir şekilde oyuna getirilip kendilerini hapishanede buluyorlar. Roberto da bir şekilde hikayeye dahil oluyor. Bu iki adamın aksine Roberto ile ilgili yeterli bilgi sahibi olamıyoruz. Jarmusch kimi noktaları kasten ucu açık bırakıyor ama bu adamın, diğer ikisine göre daha uyanık ve bu işlere daha alışkın bir havası olduğu kesin. Elbette öbürlerine de çok 'temiz' diyemeyiz...
Bu üçlünün hapishane macerası üzerine şekillenmeye başlıyor film. Elbette bu bir Jarmusch filmi. Haliyle kendisinden alışıldık bir hapishane filmi beklememeliyiz. Çoğu Jarmusch filminde olduğu gibi burada da önemli olaylar, karışık bir olay örgüsü falan yok. Hapishane filmidir deyip böyle entrika dolu şeyler beklemeyin. Üç adam bir şekilde kendilerini hapiste buluyor. Bu iç boğucu yerde havadan sudan muhabbetler ediyor, sonunda da bir şekilde dışarı çıkıp, yollarına devam ediyorlar. Birbirinden çok farklı üç erkeğin, birbirlerinin tahammül sınırlarını zorlayışları ve hatta kadınlarla olan ilişkileri ile ilgili bile diyebiliriz film için. Nihayetinde birisi kadın satıcısı, birisi hiçbir kadınla kalıcı ve uzun ömürlü ilişkiler kuramayan biri olan, diğeri ise hapishaneden kaçtıktan sonra bir kadınla kalmak uğruna diğer ikisinden ayrılıp, her türlü riski göze alabilen üç adamdan bahsediyoruz. Adamların kadınlarla olan ilişkisi üzerinden de filmi okumak mümkün...
Film Zack, Jack ve Roberto'nun hapishane dışındaki hayatlarından başlıyor. Oldukça sıradan görünen gün, Zack ve Jack için hayli sıradışı bir hal almaya başlıyor ve bir şekilde oyuna getirilip kendilerini hapishanede buluyorlar. Roberto da bir şekilde hikayeye dahil oluyor. Bu iki adamın aksine Roberto ile ilgili yeterli bilgi sahibi olamıyoruz. Jarmusch kimi noktaları kasten ucu açık bırakıyor ama bu adamın, diğer ikisine göre daha uyanık ve bu işlere daha alışkın bir havası olduğu kesin. Elbette öbürlerine de çok 'temiz' diyemeyiz...
Bu üçlünün hapishane macerası üzerine şekillenmeye başlıyor film. Elbette bu bir Jarmusch filmi. Haliyle kendisinden alışıldık bir hapishane filmi beklememeliyiz. Çoğu Jarmusch filminde olduğu gibi burada da önemli olaylar, karışık bir olay örgüsü falan yok. Hapishane filmidir deyip böyle entrika dolu şeyler beklemeyin. Üç adam bir şekilde kendilerini hapiste buluyor. Bu iç boğucu yerde havadan sudan muhabbetler ediyor, sonunda da bir şekilde dışarı çıkıp, yollarına devam ediyorlar. Birbirinden çok farklı üç erkeğin, birbirlerinin tahammül sınırlarını zorlayışları ve hatta kadınlarla olan ilişkileri ile ilgili bile diyebiliriz film için. Nihayetinde birisi kadın satıcısı, birisi hiçbir kadınla kalıcı ve uzun ömürlü ilişkiler kuramayan biri olan, diğeri ise hapishaneden kaçtıktan sonra bir kadınla kalmak uğruna diğer ikisinden ayrılıp, her türlü riski göze alabilen üç adamdan bahsediyoruz. Adamların kadınlarla olan ilişkisi üzerinden de filmi okumak mümkün...
Tom Waits'in, Jockey Full Of Bourbon'u ile başlayıp, Tango Till They Are
Sore'u ile biten filmde, başlarda alakasız gibi görünen Roberto
karakterinin olaya dahil oluşu ve çıkışı öykü açısından önem arzediyor.
Bu renkli karakter oldukça uyumsuz ve sıkıcı görünen iki adamı bir
şekilde kendine uyduruyor. Öykü bu açıdan bir altmetinsel zenginlik
kazanıyor. Üçlünün hapisten kaçtıktan sonra, hapishanedeki hücrelerini
hayli anımsatan ormandaki bir kulübeye sığınmaları da hayli anlamlı ve
komik...
Jarmusch, oldukça ayrıksı bir yönetmen. Amerikan sinemasının klişe haline getirdiği, dayattığı hemen tüm anlatım biçimlerinin dışında bir yol aradığı, Ozu,Bresson gibi sinemacıların izinden giden minimalist film modelinin içine kendine özgü tuhaflıkları ve mizah anlayışını başarıyla yedirdiği filmleriyle kendine yer edinen ve usta mertebesine ulaşan bir isim. Özellikle ilk filmi Stranger Than Paradise ile tüm alamet-i farikalarını hemen ortaya koyan yönetmen, bu filmle çıtayı öyle bir noktaya koymuştu ki, bir anda her yaptığı iş merakle beklenen ve takip edilen bir isim haline geldi...
Down By Law'u, bu aykırı yönetmenle henüz tanışmamış ya da bu filmini izlememiş tüm sinemaseverlere rahatlıkla önerebilirim. Yönetmenin bilinen bütün özelliklerini bünyesinde barındıran filmi, sıradışı bir hapishane filmi olmasıyla da dikkat çekiyor ve bu alt türe hayli yenilikçi bir yapı getiriyor. Zaten bu türlerle oynama işi de yönetmenin sevdiği bir iş diyebiliriz. İlerleyen dönemde örneğin Dead Men'de de Western türünü yapıbozumuna uğratıyordu kendisi. İkinci filmi olan Down By Law bu yönüyle de kesinlikle ilgiye değer... (hayatimizsinema.blogspot.com'dan)
Jarmusch, oldukça ayrıksı bir yönetmen. Amerikan sinemasının klişe haline getirdiği, dayattığı hemen tüm anlatım biçimlerinin dışında bir yol aradığı, Ozu,Bresson gibi sinemacıların izinden giden minimalist film modelinin içine kendine özgü tuhaflıkları ve mizah anlayışını başarıyla yedirdiği filmleriyle kendine yer edinen ve usta mertebesine ulaşan bir isim. Özellikle ilk filmi Stranger Than Paradise ile tüm alamet-i farikalarını hemen ortaya koyan yönetmen, bu filmle çıtayı öyle bir noktaya koymuştu ki, bir anda her yaptığı iş merakle beklenen ve takip edilen bir isim haline geldi...
Down By Law'u, bu aykırı yönetmenle henüz tanışmamış ya da bu filmini izlememiş tüm sinemaseverlere rahatlıkla önerebilirim. Yönetmenin bilinen bütün özelliklerini bünyesinde barındıran filmi, sıradışı bir hapishane filmi olmasıyla da dikkat çekiyor ve bu alt türe hayli yenilikçi bir yapı getiriyor. Zaten bu türlerle oynama işi de yönetmenin sevdiği bir iş diyebiliriz. İlerleyen dönemde örneğin Dead Men'de de Western türünü yapıbozumuna uğratıyordu kendisi. İkinci filmi olan Down By Law bu yönüyle de kesinlikle ilgiye değer... (hayatimizsinema.blogspot.com'dan)
22 Kasım 2011 Salı
Das Leben der Anderen / The Lives of Others / Başkalarının Hayatı (2006) - Florian Henckel von Donnersmarck
Berlin Duvarı’nın bir kenti ikiye böldüğü bir dönemde, Doğu Almanya’da
geçen film, Alman sinemasının son döneminin en önemli filmlerinden biri
olarak kabul görmüştür. Film iktidarın meşrutiyetini devam ettirebilmek
için ülke genelinde kurduğu istihbarat servisini ve bu birim içerisinde
önemli bir pozisyonda çalışan ve Bakan tarafından bir sanatçıyı takip
etme görevine atanan Yüzbaşı Gerd Wiesler’in karşılaştığı oyunları konu
edinir. Wiesler, gözetlediği tiyatro yazarının rejime karşı gelmediğini,
şüpheli herhangi bir harekette bulunmadığını görür ve bu görevin
altında başka bir amaç yattığını fark eder. Yazarın hayatına her gün
daha bir fazla giren Wiesler, zamanla yazara kendisinin bile fark
etmediği yardımlarda bulunur; böylece aralarında gizli bir dostluk
kurulur.
Carandiru (2003) - Hector Babenco
Latin Amerika’nın en büyük hapishanesi Carandiru’da AIDS konusunda gönüllü araştırmalar yapan Dr. Drauziu Varella’nın cezaevine dair gözlemlerini anlattığı kitabından uyarlanan film, Hector Babenco tarafından çekilmiştir. Carandiru cezaevinde çekilen filmin senaryosunun tamamen gerçek olaylardan oluşması ve neredeyse tüm karakterlerin amatör oyuncular tarafından canlandırılması, ortaya çıkan yapıtın son derece gerçekçi olmasını sağlamıştır. Yönetmen kimi anlarda bir flashback ile bazı mahkumların Carandiru’ya gelmeden önceki hayatına döner ve izleyici, onları suç işlemeye teşvik eden sebeplere tanık olur. Film, 1992 yılında yaşanan, insanlığın kara lekelerinden biri olan “Carandiru Katliamı”nın anlatıldığı sahneleriyle hafızalara kazınır. (filmhafizası.com'dan)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/293213954045558/
Latin Amerika’nın en büyük hapishanesi Carandiru’da AIDS konusunda gönüllü araştırmalar yapan Dr. Drauziu Varella’nın cezaevine dair gözlemlerini anlattığı kitabından uyarlanan film, Hector Babenco tarafından çekilmiştir. Carandiru cezaevinde çekilen filmin senaryosunun tamamen gerçek olaylardan oluşması ve neredeyse tüm karakterlerin amatör oyuncular tarafından canlandırılması, ortaya çıkan yapıtın son derece gerçekçi olmasını sağlamıştır. Yönetmen kimi anlarda bir flashback ile bazı mahkumların Carandiru’ya gelmeden önceki hayatına döner ve izleyici, onları suç işlemeye teşvik eden sebeplere tanık olur. Film, 1992 yılında yaşanan, insanlığın kara lekelerinden biri olan “Carandiru Katliamı”nın anlatıldığı sahneleriyle hafızalara kazınır. (filmhafizası.com'dan)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/293213954045558/
12 Kasım 2011 Cumartesi
Sibiriada / Siberiade (1979) - Andrey Konchalovskiy
Andrei Konchalovskiy'in dört buçuk saat süren 1979 tarihli destansı filmi.
Sibiryanın gözlerden uzak bir köyünde yaşayanların üç kuşak hikayelerini merkeze alan , insanların ve köyün geçirdiği değişimler üzerinden yirminci yüzyıl Rusyasının "dönüşüm ve kopuş"larını anlatan, çarpıcı plan sekansları ve müziği ile insanı derinden etkileyen bir film.
Rusya tarihine ve kültürüne ilgi duyanların Sergei Eisenstein'ın Alexander Nevskysi ve Andrey Tarkovskinin Andrei Rublev'i ile beraber görmesini öneririm. (eksisozluk.com'dan)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/288263424540611/
Sibiryanın gözlerden uzak bir köyünde yaşayanların üç kuşak hikayelerini merkeze alan , insanların ve köyün geçirdiği değişimler üzerinden yirminci yüzyıl Rusyasının "dönüşüm ve kopuş"larını anlatan, çarpıcı plan sekansları ve müziği ile insanı derinden etkileyen bir film.
Rusya tarihine ve kültürüne ilgi duyanların Sergei Eisenstein'ın Alexander Nevskysi ve Andrey Tarkovskinin Andrei Rublev'i ile beraber görmesini öneririm. (eksisozluk.com'dan)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/288263424540611/
Katok i skripka / The Steamroller and the Violin (1961) - Andrei Tarkovsky
Usta yönetmen Andrei Tarkovsky’nin 1960 yılında Moskova Film Okulu’nu bitirirken çektiği, 46 dakikalık bir mezuniyet projesi olan “Katok i skripka” Tarkovsky’nin ilk filmi olması ve sinema dilini belirlemesi açısından önemlidir. Igor Fomchenko’nun başrolünde yer aldığı filmde, çocuklar tarafından kendisine sürekli eziyet edilen 7 yaşındaki bir kemancı çocukla, onu kurtaran bir silindir işçisinin arasındaki ilişki görüntü ve müziğin şiirsel bir dille birleşmesiyle anlatılmaktadır. Tarkovsky’nin bir sene sonra çekeceği, yine bir çocuk karakterin başrol oynadığı başyapıtı “Ivan’ın Çocukluğu”nda doruk noktasına çıkacak olan farklı kamera açıları, karmaşık kurgusu, ışık yansımaları ve su damlalarına olan hayranlığının izlerini bu filmde görmek mümkündür. (filmhafizasi.com'dan)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/287788161254804/
Usta yönetmen Andrei Tarkovsky’nin 1960 yılında Moskova Film Okulu’nu bitirirken çektiği, 46 dakikalık bir mezuniyet projesi olan “Katok i skripka” Tarkovsky’nin ilk filmi olması ve sinema dilini belirlemesi açısından önemlidir. Igor Fomchenko’nun başrolünde yer aldığı filmde, çocuklar tarafından kendisine sürekli eziyet edilen 7 yaşındaki bir kemancı çocukla, onu kurtaran bir silindir işçisinin arasındaki ilişki görüntü ve müziğin şiirsel bir dille birleşmesiyle anlatılmaktadır. Tarkovsky’nin bir sene sonra çekeceği, yine bir çocuk karakterin başrol oynadığı başyapıtı “Ivan’ın Çocukluğu”nda doruk noktasına çıkacak olan farklı kamera açıları, karmaşık kurgusu, ışık yansımaları ve su damlalarına olan hayranlığının izlerini bu filmde görmek mümkündür. (filmhafizasi.com'dan)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/287788161254804/
11 Kasım 2011 Cuma
Bronenosets Potyomkin / Battleship Potemkin / Potemkin Zırhlısı (1925) - Sergei M. Eisenstein
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/287529807947306/
1905′te Potemkin Zırhlısı‘nda
bir isyan çıkar. Baskıcı Çarlık Rusya’sında daha bir çok şeyin yanında
gemide yemek olarak kurtlu et pişirilmesini taşan son damla olarak gören
mürettebat isyan çıkarır. İsyancılar kaptanın emriyle kurşuna
dizilecekken ateş edecek askerler emre itaat etmez. Böylece bolşevik
devriminin ilk adımı atılmış olur. İsyanın sonu her ne kadar isyancılar
lehine sonuçlanmasa da Lenin, devrimin 20. yıldönümünde Sergei Eisenstein
‘a devrimi övecek bir film ısmarlar. Böylece sinema tarihinde bir zaman
zaman en iyi film, daha da uzun bir zaman en iyiler arasında kabul
edilmiş bir film çekilir.
Film gerçek bir olaya dayansa da aslında gerçekleşmemiş olayları da barındırır. Örneğin meşhur Odessa Merdivenleri
sahnesindeki katliam aslında olmamıştır. Ama filmde bu sahnenin
başarısı o kadar ön plandadır ki o sahnenin gerçek bir olaymış gibi
zannedilmesine neden olmuştur. Yine gerçek olaylardan farklı olarak
gemideki isyan halkın desteği ve erzak yardımıyla bir süre devam
edebilmişse de sonunda gemi mürettebatı Romanya kıyılarına sığınıp
teslim olmuştur. İsyancıların bazıları idam edilir, bazıları da hapse
atılır veya sürgüne gönderilir. Fakat filmde Potemkin Zırhlısı‘ndaki
isyana son vermek üzere üzerine gelen savaş gemisi mürettabatının da
isyancılara destek verdiğini görürüz. Bütün bunların sebebi elbette
filmin en başta bir propoganda filmi olmasından kaynaklanır. Zaten film
ilerledikçe yönetmenin durduğu yer de açıkça ortaya çıkmaktadır.
Peki sinema deyince bu filmin adının mutlaka zikredilmesinin sebebi nedir? Öncelikle Potemkin Zırhlısı‘nın sinema sanatına kattığı yenilikler hep yazıla/konuşula gelmiştir. Sergei Eisenstein‘ın özellikle kurguda ortaya koyduğu dehası, sinema ile ilgilenenler için de yepyeni ufuklar açmıştır. Özellikle Odessa Merdivenleri
sahnesi yönetmenin “kurgu nasıl yapılır?”a verdiği cevaptır adeta. O
zamana kadar farklı planlar çekip bunları bu denli bütünleyen ve her şey
gerçekten de kronolojik zamana uygun seyretmiş duygusu uyandıran böyle
bir sahne çekilmemiştir sinema dünyasında. Gerçekten de aynı anda
hareket eden askerlerin postalları, askerlerden canhıraş kaçışan
insanlar, ayaklar altında ezilen çocuk ve bebek arabasının akıbetiyle
izleyicide an be an gerilim duygusu uyandırmayı başarır yönetmen. Her ne
kadar günümüz standartlarını düşünürsek kurguda bizi şaşırtan bir şey
olmasa da yüz yaşına merdiven dayamış bir filmi de şimdinin imkanlarıyla
değerlendirmek insafsızlık olur elbette.
Filmi değerli kılan bir diğer özellik
kullandığı simgesel anlatımdır. Kendi adıma sinema da simgesel anlatıma
vakıf olduğumu söyleyemem, ama okuduğum ve anladığım kadarıyla sinema
okullarında neredeyse her sahnesi konuşulacak bir şeyler
barındırmaktaymış bu filmin. Ayrıca filmde öne çıkan bir başrol
oyuncusunun olmayışı, oynayan insanların neredeyse tamamının bildiğimiz
sade vatandaş olması, o kalabalığı Eisenstein‘ın
yönetmedeki başarısı da filmin dikkati çeken özelliklerinden biri. Filmi
izlediğinizde “1925 yılında bunları yapabilen bir adam şimdi neler
yapmazdı?” diyorsunuz ister istemez.
Potemkin Zırhlısı‘nı
çok etkileneceğim beklentisiyle izlemedim açıkçası. Sonuçta 1925 yılında
çekilmiş sessiz bir film vardı karşımda. Ama filmin sinema sanatına
kattığı yenilikleri anlayabilmek/sezebilmek/öğrenebilmek ve sinefillik
merakı tatmin etmek için Charlie Chaplin‘in en beğendiği film olduğu bilinen bu klasik filmi izlemek gerektiğini düşünüyorum.
7 Kasım 2011 Pazartesi
Novecento / Nineteen Hundred / 1900 (1976) - Bernardo Bertolucci
“...1900'ün
yalnızca siyasal bir film olarak anılmasını istemem. Bu, daha geniş
olarak yaşam, yazgı, aşk ve siyaset üzerine bir filmdir. Çünkü siyaset
de gündelik yaşamımızın bir parçasıdır...” - Bernardo Bertolucci
Mekan, 19. Yüzyılın sonunda siyasi birliğini sağlamayı ancak başarabilmiş, bu nedenle de sömürgecilik yarışında geri kalmış İtalya. İtalya’nın en ünlü toprak sahiplerinden Berlinghieri ailesinin oğlu Alfredo ve babası çiftçi olan Olmo, 1900 yılında aynı gün doğarlar.
Adaletsizliklerle ve ekonomik sıkıntılarla dolu olan 20. Yüzyıl İtalyası’nda iki yakın arkadaş olan Alfredo ve Olmo’nun arasındaki ilişki, yaşları büyüdükçe keskinleşen sınıf farklılıkları ve ülke içi-dışında yaşanan siyasi sorunlar nedeniyle arkadaşlıktan düşmanlığa dönüşür. Savaşa gidip gelen Alfredo, artık Marksist Olmo’nun gözünde, yok edilmesi gereken faşist bir liderden başka bir şey değildir.
Usta Bernardo Bertolucci, toplumun, burjuvazi ve köylü sınıfı olmak üzere iki farklı kanadını temsil eden Alfredo ve Olmo üzerinden zamanında komünizm ve faşizmden çok çekmiş gerçekçi bir İtalya panaroması sunuyor.
Orjinali 5.5 saat süren bu Bertolucci başyapıtı, içerdiği sahneler yüzünden pek çok kez sansüre uğrayıp kesildi. Bazı festivaller dışında gösterilmemiş olan kesilmemiş versiyonu yalnızca filmin orjinal Dvd’sinde mevcut.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/285649708135316/
Mekan, 19. Yüzyılın sonunda siyasi birliğini sağlamayı ancak başarabilmiş, bu nedenle de sömürgecilik yarışında geri kalmış İtalya. İtalya’nın en ünlü toprak sahiplerinden Berlinghieri ailesinin oğlu Alfredo ve babası çiftçi olan Olmo, 1900 yılında aynı gün doğarlar.
Adaletsizliklerle ve ekonomik sıkıntılarla dolu olan 20. Yüzyıl İtalyası’nda iki yakın arkadaş olan Alfredo ve Olmo’nun arasındaki ilişki, yaşları büyüdükçe keskinleşen sınıf farklılıkları ve ülke içi-dışında yaşanan siyasi sorunlar nedeniyle arkadaşlıktan düşmanlığa dönüşür. Savaşa gidip gelen Alfredo, artık Marksist Olmo’nun gözünde, yok edilmesi gereken faşist bir liderden başka bir şey değildir.
Usta Bernardo Bertolucci, toplumun, burjuvazi ve köylü sınıfı olmak üzere iki farklı kanadını temsil eden Alfredo ve Olmo üzerinden zamanında komünizm ve faşizmden çok çekmiş gerçekçi bir İtalya panaroması sunuyor.
Orjinali 5.5 saat süren bu Bertolucci başyapıtı, içerdiği sahneler yüzünden pek çok kez sansüre uğrayıp kesildi. Bazı festivaller dışında gösterilmemiş olan kesilmemiş versiyonu yalnızca filmin orjinal Dvd’sinde mevcut.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/285649708135316/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)