24 Şubat 2012 Cuma

The Wall / Duvar (1982) - Alan Parker


Sinemanın müzikle, şarkılarla harmanlandığı ve seyirciye çoğunlukla renkli, şık hayaller sunan müzikal filmlere farklı bir pencereden bakacağız bu dosyada. Beyazperdenin tüm büyülü ve görkemli düşlerini bir kenara bırakın çünkü bu müzikaller  ‘Öteki’ Müzikaller!
Öteki Müzikaller serisinin ilk konuk filmi: ‘Pink Floyd The Wall’ …Alan Parker, 1978’de Türkiye’de büyük tepkilere yol açan filmi ‘Geceyarısı Ekspresi’nden birkaç yıl sonra, tüm zamanların belki de en etkileyici savaş karşıtı filmlerinden birine imza attı. Bu unutulmaz başyapıtta Parker’ın yoluna ışık tutan ise bir müzik başyapıtıydı; İngiliz rock grubu Pink Floyd’un efsanevi ‘The Wall’ albümü..
Savaş olgusu sinemanın ilk zamanlarından bu yana sayısız kez kullanılan bir tema hiç kuşkusuz. İnsanlığın en kanlı icadı diyebileceğimiz bu ‘kirli oyun’, ne zaman, nerede ve kimler arasında yaşanırsa yaşansın, asıl faturanın hep ‘insan’a kesildiği bir süreç! Gücünü ‘insan’dan ve ‘O’na dair olandan alan yedinci sanat da işte bu trajedi tablosunu pek çok kez perdeye yansıttı. Epik anlatıdan, bilimkurguya, belgeselden drama kadar birçok türde dillendirildi, ‘savaş’ın kendisi bir tür sineması oldu. Özünde insana dair bir trajedi olan ‘savaş’, film literatüründe de sayısız başyapıt ortaya konmuş olan bir tür sineması.
Hatırlayacağımız film ‘Pink Floyd The Wall’ ise kuşkusuz bu alandaki başyapıtlardan biri. Tematik türdeşlerinden farkı ise müzikal, animasyon, dram gibi türler arası geçişleri dolayısıyla melez bir yapıya sahip olması.Ve  senaryosunun kaynak aldığı metni bir müzik albümünün oluşturması. Ki bu albüm müzik tarihinin gelmiş geçmiş en iyi albümlerinden biri kabul edilen ‘The Wall’.
Kendi dinleyici ilişkim doğrultusunda, Dünya’nın başına gelmiş en iyi müzik olaylarından biri! olarak tanımlayabileceğim Pink Floyd, bir neslin hayata bakışını, fikir dünyasını şekillendiren ve günümüzde etkisini hala koruyan bir müzik ekolü. Grubun 1979’da yayınlanan unutulmaz albümü The Wall ise (bilenler hatırlar), hikayesel kurguya sahip şarkılardan oluşan bir  konsept albüm. Pink adında hayali bir rock yıldızının hayatını genel kronolojik bir sırayla anlatır şarkılar. Pink’in çocukluğundan başlayarak, yaşadıklarının, çevresinin etkisiyle kendini toplumdan soyutlamasını ve giderek zihninin kontrolünü kaybetmesi işlenir. Albüme adını veren Wall (duvar) ise onun bu soyutlanışının en net metaforudur. Onu içine alan bu buhranın temelinde yatan neden ise, babasını 2. Dünya Savaşı’nda kaybetmiş bir çocuk olmasıdır aslında. (Çünkü ondan sonra hayatında neredeyse hiçbir şey yolunda gitmeyecektir.)
Zaten konseptin hazırlık aşamasında ilerisi için öngörülmüş olan film projesini ise, albümün yayınlanmasından 4 yıl sonra, İngiliz sinemasının önemli yönetmenlerinden biri olan Alan Parker gerçekleştirdi. Senaristlik koltuğunda da elbette, albüm konseptinin büyük oranda söz yazarı olan ve grubun beyni olarak bilinen Roger Waters vardı. Filmin hem görsel hem de metaforik anlatım dilinin en önemli parçasını oluşturan unutulmaz grafik animasyonları ise İngiliz çizer Gerald Scarfe imzalı.
Lüks bir otel odasında televizyona kilitlenip kalmış görüntüsüyle filmde ilk kez görürüz Pink’i. Bu onun ‘hissizleşme süreci’nin ileri safhasıdır aslında. Savaş görüntüleri, bir başka yerde polisin  bir grup genci şiddet göstererek etkisiz hale getirmesi ve diktatör Pink’in balkon konuşmasıyla harmanlanır görüntüler. Düz bir kurguda ilerlemeyen hikayede, Pink’in kendisine ve Dünya’ya karşı verdiği psikolojik savaş baş gösterecektir giderek. Hayatının her safhasında Dünya’yla arasına koyacağı o ‘Duvar’a bir tuğla daha eklenir.
İlk aşama elbette ki çocukluğudur; ‘The Thin Ice’ ve ‘Another Brick In The Wall I’ parçaları vardır bu bölümde fonda. Babasının da öldüğü bombardımanın ardından cephede, yüzlerce ölü beden ve acı çeken yaralı asker görülür. Cephede her yeri kaplayan kan tabakası, otel havuzunda Pink’in etrafını sarar ve bu yaşanacak olan krizin ilk anıdır. Babasız bir çocukluğun en derin izleri ise Pink’in parkta bir adamın elini ısrarla tutmak istemesinde kendini gösterir. Babalarıyla parka gelen diğer çocuklar gibi değildir Pink. Babasız geçecek olan çocukluğu, onun zaten en baştan ‘başka türden birisi’ olmasına neden olmuştur. G. Scarfe’nın, güvercinin birer savaş uçağına dönüştüğü unutulmaz animasyonunda ise ‘Goodbye Blue Sky’ duyulur. Artık gökyüzü hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır!
Duvara diğer tuğlanın konması ise okulda yaşanır. ‘Another Brick In The Wall II’ eşlik eder bu döneme. Eğitim sistemine ve düzenin dayattığı tek tip insan yetiştirme olgusuna öylesine ağır eleştiri içerir ki bu bölümler, Pink’in örmeye çalıştığı duvar giderek daha sağlam bir meşruiyet kazanır seyircinin gözünde. Okul ve eğitim sistemi birer kıyma makinesi olarak imgelenir. Çocukların yüzlerinin hepsi aynıdır ve bir robot edasında sırayla çarkların içinden geçerler. İleride de sık sık seyircinin karşısına çıkacak olan devasa çekiçler görülür. Çekiç işleyen çarkın bir dişlisi olduğu gibi bireyi duvardaki tuğlalardan biri olmaya zorlayan sistemin de bir korku simgesidir.
‘Mother’ ın sözleri duyulduğunda ise Pink’in annesiyle olan korunaklı ilişkisine şahit oluruz. Bir çocuğun o yaşta kendisine ağır gelen Dünya’dan kaçıp sığınacağı bir limandır anne figürü. Hatta büyüyüp bir rock yıldızı olduğunda bile!
Pink’in dönüşümünün ikinci büyük krizi yaşanır rock yıldızının otel odasında. ‘Tüketim’e saplanıp kalmış Pink’in hayatı ve ilişkileri giderek daha içinden çıkılmaz bir hal alır. Son darbe ise sevgilisinin ihaneti olur. Geride bıraktığı yaşamının tüm taşları tekrar dizilir zihninin içinde ve duvar neredeyse tamamlanmak üzeredir artık.
Kurduğu duvarın arkasında sıkışıp kalan Pink bu kez dışarı çıkmak için duvarda bir boşluk arar. ‘Is There Anybody Out There’ onun  kurtulmak için attığı yardım çığlıklarıdır. Tren garında savaştan dönen birlikler karşılandığında, Pink’in bu soyutlanışının temeline gideriz bir kez daha. Parktaki ‘baba’ arayışına benzer bir arayışla savaştan dönen babasını arar, ama yoktur. Ve artık tamamen duvarın arkasındadır.
Kontrolün tamamen kaybedilmesi ve Dünya’dan kopuş gerçekleşmiştir. Rock yıldızının konsere çıkabilmesi için ise artık tek yol uyuşturulmasıdır. Otel odasında uyuşturucu verilme sahnesinde ‘Comfortably Nomb’ çalmaya başladığında ise Pink tam bir ‘keyifli duygusuzluk’ içindedir. ‘Rüya bitmiş ve çocuk adam ölmüştür’ !
Yaka paça taşındığı sahnelerde vücudunu saran kurtlar onun ruhunun ele geçmesinin ve çürüyüşünün birer metaforudur. Ancak bu yokoluş başka bir varoluşun doğmasına neden olacaktır.
Filmin tematik olarak işlediği savaş olgusu aslında 2. Dünya Savaşı’nı simgeler. Duvar, ayırıcı bir imge olmanın yanında ‘Berlin Duvarı’nı referans alan bir imgedir. Duvarın öte yanındaki tehlike ise faşizm ve elbette ki Nazi rejiminin bir türevidir. Deliriş ve çürüyüşün ardından Pink, faşist bir lider olmuştur ve artık ördüğü duvarın arkasında olmaktan son derece memnundur. ‘İyi Pink’in otelde kaldığını, onu temsilen kendisinin geldiğini söyler çılgın kalabalığa.
Eşcinselleri, yahudileri, zencileri ve kendince ‘öteki’ olan bütün ‘ayak takımı’nı duvara dizdirir. ‘Güçsüzler ayrık otu gibi temizlenecektir artık. Bu duvarın ardındaki ‘kötü’nün zafer kutlamasıdır. Şehir ele geçirilmeye başlanmıştır, ‘Goodbye Cruel World’ şarkısını geldiğinde ise büsbütün örülen duvarla izolosyan tamamlanır. Faşizmin askeri birliklerinin yürüyüşü, o devasa çekiçlerin resmi geçidine dönüşür!
Ancak Pink tükenir. G. Scarfe’nin müthiş animasyonlarının son sekansında ‘The Trial’ duyulmaya başlanır. Bu Pink’in kendiyle yüzleşmesidir. Yaşadığı psikolojik ve sosyal izolasyonun tüm figüranları bir aradadır ve hesaplaşma gerçekleşir. Yargıç onu duvarı yıkmaya mahkum eder!
Parker, Duvar’ı yıkarak film boyunca kurduğu distopik evreni aydınlığa kavuşturur böylece. Duvarların yıkılabilmesine umut verir! Ve son sahnede,  savaşın yıkıp geçtiği sokaklarda birkaç çocuk görülür; tuğlalarla oynayan, etrafa saçılmış süt şişelerini kontrol eden çocuklar. Savaştan geriye kalanın ne olduğuna dair en net resimdir bu.. Savaş cephede bitmiştir, ancak geride kalanlar için herşey daha yeni başlayacaktır.
Alan Parker, diyalogsuz kesintisiz bir müzikle ve karikatürle perdeye yansıtığı bu efsanevi albümün, müziksel ve görsel bir kompozisyonunu çiziyor. Savaşın, faşizmin ve ötekileştirmelerin insan hayatında ve de ruhunda yarattığı yozlaşmanın, sarsıcı bilançosunu resmediyor. Güçlü sinematografi ise filmin her karesinde kendini hissettirirken, sinemaya da akıllara kazınan sahneler armağan ediliyor. Pink’i canlandıran Bob Geldolf  ‘ın performansı, Scarfe’nin müthiş çizimleri ve elbette ki Pink Floyd’un unutulmaz albümünün müzikleriyle film tam bir başyapıt niteliğinde. Aynı zamanda çekildiği dönem göz önüne alındığında, zamanının ötesinde vizyonuyla da video kliplerin de atası sayılabilir nitelikte bir yapım.
İnsan ruhunun derinliklerine inen, onun karanlık ve aydınlık noktalarını  görsel diliyle de gösterebilmeyi başaran film, savaşa dair çok net bir söylem üretiyor. Bunu filmin açılışından bir sahnede geçen şarkı sözleri özetliyor gibi adeta. ‘Cepheler tutuluyor belki ve savaşlar kazanılıyor, kaybedilen birkaç yüzbin sıradan yaşamın sayesinde…’
‘The Wall’ o sıradanlıklar içinde yaşanılan hayatlara, geride kalanlara, ölenlerin ardından yaşamaya çalışanlara ve çocuk bakış açısına mercek tutuyor. Çünkü devletler ya da ordular kazanıyor gözükse dahi, kaybedenler hep daha çok… Seyredilmesi ve üzerine tekrar tekrar düşünülmesi gereken bir film. Çünkü şunu sıklıkla hatırlamakda fayda var: Tarihin yazdığı hiç bir savaş yok ki; asıl kazananı ‘insan’ olsun!(eksisinema.com'dan)

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150605831018929&set=o.285196264847327&type=3&theater

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder