19 Ocak 2012 Perşembe

The Help / Duyguların Rengi (2011) - Tate Taylor

 

Ben olmanın nasıl bir şey olduğunu kimse sormamıştı bana. Bu konudaki gerçekleri anlattığım an özgür kaldığımı hissettim.

Öteki olmak nedir, bilmez çoğunuz. Parmakla gösterilmek, iğreniyormuşçasına atılan bakışlara maruz kalmak, dışlanmak… Sadece onlar gibi olmadığınız için aşağıda görülmek. Sadece onlar gibi olmadığınız için yargılanmak. Sadece onlar gibi olmadığınız için hastalıklı muamelesi görmek. Öteki olmak nedir, bilmez çoğunuz. Ben biliyorum. Sebebi The Help’teki gibi 60’lı yıllarda siyahîlerin maruz kaldığı ırkçılık değil belki ama biliyorum. Ve inanın, bu acınası bir durum. Hayır, öteki olarak görülmek değil; öteki olarak görmek.
21. yüzyıldayız. İnsanlığın, medeniyetimizin –ya da kendini üstün gören ahmakların medeniyetinin zirve noktasındayız. Pek çok diyarda insana verilen değer artmış durumda, her ne kadar hala milyarlarca insan daha su gibi 50 kuruşa çok rahatlıkla sahip olabileceğimiz bir şeye henüz ulaşamıyorken. Bizim herhangi bir şey için verdiğimiz para, insanların hayallerini süslüyor; zevklerimiz için saçtığımız para uğruna hayatlarını feda ediyor. Aslında düşününce bırakın zevki, bir cafe’ye gidip en basitinden bir kahveye verdiğimiz para için ölüyorlar. Ve bunun tek sebebi de onların değerinin daha altta görülmesi. Maddiyat bir yana, insanların rengi, dili, dini, milliyeti, fikirleri, yönelimleri dolayısıyla yadırgandığı ve nefrete maruz kaldığı bir dünyadayız –medeniyet bahane. Üstelik bunlar uzakta değil, her yanımızda. Bir insanı sadece yüzü güzel diye sever misiniz? Ya da değer verdiğiniz bir insana sadece gözleri mavi diye mi değer veriyorsunuz? İki soruya da hayır dediğinize eminim. Buna benzer pek çok soru sorsam cevabınız değişmeyecek; çünkü siz medenisiniz. Öte yandan karşı siyasi görüşteki bir adama da zerre saygınız yok, dünya görüşü ve inancı sizden farklı olana aptal gözüyle bakıyorsunuz, cinsel yönelimi sizinki gibi olmayana ise hastalıklı gözüyle…

Medeni canavarların olmayan insanlığı bir kenarda dursun, çok uzağa değil, bundan sadece 50 yıl öncesine gidiyoruz The Help’te. Zengin ve boş kadınların, ayak işlerini yaptırmak için karın tokluğuna çalıştırdığı siyahi kölelerin gözünden yaşama bakıyoruz. O köleler hastalıklı, en azından parti ve eğlence işlerinden ötürü çocuğunu sadece günde tek kez kucaklayan beyaz kadınlar için. Hatta o kadar hastalıklılar ki, artık bu siyahi kölelerin misafir tuvaletini bile kullanma izinleri yok. Onlara evin sınırları dışında, bahçede ayrı bir tuvalet yapılıyor ki kendileri şu aslında olmayan hastalığı kapmasın. Ve işin acı tarafı, bunu eşitlik olarak lanse ediyorlar; çünkü siyahi kölelerin artık kendilerine özel, kişisel bir tuvaletleri var.

Ama herkes o kadar insafsız değil. Beyaz oldukları halde, sadece sürünün bir parçası olmadıkları için sevilmeyen iki karakter mevcut filmde. Biri özgür düşüncenin temsilcisi, diğeri ise bir fahişenin eski sevgilisiyle evlendiği için dışlanmış masum bir kadın. Filmde beyazlara dair olumlu şeyler hissetmemizi sağlayan tek bir şey varsa o da bu iki karakterin varlığı.

Filmin öyküsünden kısaca bahsetmek gerekirse Skeeter Phlen (Emma Stone), üniversiteyi yeni bitirmiş ve evine dönmüştür. Onu büyüten ve çok sevdiği hizmetçileri Constantine’in (Cicely Tyson) artık evlerinde çalışmadığını öğrenir ve bu durumu sorgulamaya başlar. Diğer yandan, başta Hilly (Bryce Dallas Howard) olmak üzere zengin ve boş arkadaşları ile vakit geçiren Skeeter, işe başladığı gazetedeki Güzin Abla köşesi için bu arkadaşlarından birinin hizmetçisi olan Aibileen’den (Viola Davis) yardım ister. Bu şekilde başlayan ikili ilişki, Skeeter’ın o çevrede hizmetçilik yapan siyahilerin anılarından oluşan bir kitap yazma girişimi ile sonuçlanır. Hilly’nin eski hizmetçisi Minny (Octavia Spencer) de işin içine bir şekilde dahil olmuştur; bir yandan da Hilly’nin baş düşmanı Celia’nın (Jessica Chastain) yanında göreve başlamıştır. Olaylar gelişir; göz yaşları ve kan dökülür, kin ve nefrete karşı cesaret ve onur kazanır –kırık kalpleri geride bırakarak.
Tate Taylor’ın Kathryn Stockett’in romanından sinemaya uyarladığı The Help, iki buçuk saatlik bir filmin çok zor yaptığı bir şeyi başararak sizi koltuğunuzda tutuyor. Şapka çıkarılası bir ustalığın eseri olan senaryo senenin ve son yılların en başarılı işlerinden biri. Bir bakıma mağdur edebiyatı yapan hikaye, seyirciyi duygu yüklü bir yolculuğa çıkarıp sömürüyor bir bakıma. Ama hiçbir zaman göz yaşı döktüğünüz bir yolculuk kötü değildir, The Help’i izlerken çıktığınız yolculuk da aynen öyle –hatta iyinin de ötesinde. Siyahi insanlara yapılan ayrımcılığı, katliamları ve nefreti ele alan pek çok yapım hali hazırda çekildi. Bunların pek çoğu da, duyguları sömürmesi sebebiyle baş tacı edildi. Yanlış anlaşılmasın, duyguların sömürülmesi derken kötü bir şey kastetmiyorum. Zira film boyunca kişinin içine işleyen her şey, göğsünüzün tam ortasında açılan her yara sizi sömürmüş demektir –her ne kadar o sömürüyü siz bizzat kendiniz istemiş olsanız da. İşte o benzerleri gibi The Help de bu ötekileştirme öyküsünü çok iyi şekilde ele alıyor, hatta yapılanlar arasında en iyilerden biri olarak.

Muhteşem senaryosunun yanında filmin ilk göze çarpan özelliği tabii ki oyuncu kadrosu ve bu kadronun ağzı açık bırakacak cinsten performansları. The Help için yapılan kasting seçimi o kadar muhteşem ki, filmde yer alan hiçbir oyuncunun performansı bir diğerinin altında ezilmiyor. Resmen her oyuncu birbirine ve izleyenlere oyunculuk dersi veriyor. Oyuncuların duyguları aktarmadaki başarıları, içlerinde yaşadıkları kini, nefreti, hırsı, cesareti, sevgiyi ve heyecanı dışa vurmaları sanki gerçek yaşantıdan bir dram kesiti izliyormuşçasına size hissettiriliyor. Onlar gözyaşı döktükçe siz gözyaşı döküyorsunuz, onlar güldükçe siz gülüyorsunuz. Onlar çaresiz ve kapana kısılmış hissederken onlarla aynı şeyleri yaşıyorsunuz, onlar için bir umut ışığı yandığında kalbinizden bir sıcaklık damarlarınıza doğru yayılıyor. Her şey o kadar gerçekçi ki, bu sene daha gerçekçi bir şey izlediğimden şüpheliyim. Hatta çevremdekilerin bile yapmacık olduğunu düşünmeye başladım bir an –deliriyor muyum sizce de?
Kostüm seçimleri ve dekor tasarımı ile bir hayli iddialı olan filmde 60’lara dair her şeyi görmek mümkün. Aynı şekilde saç ve makyaj da filmin sanatsal yönlerini tamamlıyor. Çağdaş döneme dair verilen her sanatsal ödülde adaylık elde edip, bu ödülleri kucaklaması mümkün olan bir film The Help –o kadar da iddialı. Son olarak bu duygu yüklü hikayede sizi yalnız bırakmayan piyano vuruşları ve keman tınıları ile yükselen film, en sonunda Mary J. Blige’ın sesinden The Living Proof isimli harikulade şarkı ile zirve yapıyor ve ardından sizi düşüncelerinizle baş başa bırakıyor: Gerçekten bir insanı, sadece seninle aynı değil diye hor görmek ne kadar doğru? O insanı, sadece insan sıfatından ötürü değerli göremez misin? Hayır diyeceksen eğer, Tate Taylor sana çok güzel bir cevap veriyor: The Help.
Altın Küre Ödülleri’nde 5 adaylık elde ettikten sonra Oyuncular Birliği (SAG) tarafından da 4 adaylıkla onurlandırıldı. En iyi kadın oyuncu ödülleri için her daim aday pozisyonunda olacak olan Viola Davis ile yardımcıları Jessica Chastain ve Octavia Spencer, verilen bütün ödülleri sonuna kadar hak ediyor. Eğer canınız sıkıldıysa, ya da boş verin sıkılmadıysa diyelim şuna, yapmanız gereken ilk iş The Help’i izlemek olsun. Olağandışılar olanların hüküm sürdüğü bir sektörden, muhteşem bir olağan öyküye kendinizi bırakın.

Tanıdığım onca insanı düşündüm… Gördüğüm ve yaptığım onca şeyi… Oğlum Treelore, bir gün ailemizden bir yazar çıkacağını söylerdi hep. Sanırım o ben olacağım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder