30 Kasım 2011 Çarşamba

Persona (1966) - Ingmar Bergman

 

Sinema tarihinin usta yönetmenlerinden Ingmar Bergman tarafından 1966’da çekilen Persona, çoğu eleştirmenlerce sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri (kimilerince de en iyisi) olarak kabul ediliyor. Kaldı ki yönetmenin çoğu filmi zaten sinema sanatının başyapıtları içinde. Böyle olunca, bir sinemaseverin ömründe en azından bir Bergman filmi izlemesinin elzem olduğu kanaatine varabiliriz rahatlıkla. Persona’yla başlıyoruz. Yalnız baştan söyleyeyim, yazıda filmin ispiyonlarını (spoiler) ayıklayamadım, hal-i hazırda filmi izlememişseniz yazıyı okumayı  izledikten sonraya bırakmanız önerilir.
Evet, başlayalım. Filmin başlangıcı gerçekten garip. Garip, elbette anlayışımın kıtlığından doğan bir yargı, yoksa yönetmen gösterdiği şeylerde bir şeyler anlatıyordur muhakkak. Yani, oynatılan bir film şeridi, tarantula misali bir örümcek, kesilen bir koyun, dışarı çıkarılan işkembe, çivi çakılan bir el, erekte olmuş bir penis, ölü yüzleri, ölüler  vs. yönetmenin anlatmak istediği şeylerin simgeleri-metaforları falan da, diyorum ki Bergman bizi çok zeki zannediyordu herhalde. Kesilen koyunla kurbana, çivi çakılan elle İsa’nın insanlık için kurban olmasına gönderme yapıldığını söyledik diyelim, peki diğerleri ne acaba? En azından filmin başındaki erkek çocuğun Elizabeth’in oğlu olduğuna eminim.
Elizabeth ünlü bir sanatçı. Bir gün sahnede Elektra’yı oynarken susar ve bir daha hiç konuşmaz. Fiziksel ve psikolojik hiç bir rahatsızlığının olmadığını düşünen doktoru, Elizabeth’in hastaneden çıkarılmasına karar verir ve kendini toparlaması için yanında hemşire Alma ile onları yazlığına gönderir. Zamanla “ikili arasında sıcak bir dostluk başlar” diye yazasım geldi birden. Hayır tabii, yoksa film en iyilerden biri olmazdı bu haliyle.
Elizabeth’in toparlanmasına yardımcı olmak niyetiyle geldiği yazlıkta, suskun muhattabı karşısında mecburen kendi konuşmak durumunda kalan Alma, anlattığı şeylerin giderek özelleşmesiyle Elizabeth’i bir hastadan daha fazlası olarak görmeye başlar. Öyle ki Elizabeth için hissettikleri düşle gerçeği karıştırmasına sebep olur.
Persona için bir çeşit Fight Club, ya da günümüze daha yakın olan Black Swan diyebiliriz. Zira filmin yukarıdaki bölümünden itibaren ikiliyi birbirlerinin rollerinde görmeye başlarız. Artık anlatılanlar kimin yaşantısındandır karışmaya başlar. Sonunda Elizabeth’in suskunluğunun sebebini öğreniriz. Ama buna gelene kadar Bergman kafamızı epey karıştırır.
Doktorun Elizabeth’e söylediklerinin gösterildiği sahne filmi çözebileceğimiz ilk sahne gibi gözüküyor.  Yaşamında oynadığı rollerden usanan, daha doğrusu rol yapmaktan usanan Elizabeth, varlığının ne olduğu, aslında kim olduğu sorusunun ağına takılmıştır doktora göre. Yaşamının hiç bir kesitinde kendi gibi olamadığı gerçeğini idrak eden Elizabeth, her şeye son vermeye gücü yetmediği için kayıtsız bir suskunluğa bürünmüştür. Böylece gerçekte kim olduğunu gösteremese de artık kim olmadığıyla ilgili de yalanlar söyleyemeyecek, yalandan yaşamayacaktır.  Artık persona (maske demek, insanın hayattaki rollerine göre taktığı maskeler) takmayı reddetmektedir Elizabeth.
Filmi çözecek bir diğer sahne de Alma’nın Elizabeth’in sırrını açıkladığı sahnedir kanımca. Hatta bu öyle bir sahne ki, birazdan iddia edeceğim sava göstereceğim kanıtlardan biri de bu sahne olacak. Ama ona birazdan geleceğiz. Önce Alma’nın anlattıklarına bakalım.
Filmin sonuna doğru, Alma, Elizabeth’in karşısına geçer ve anlatmaya başlar. Elizabeth, çok ünlü ve başarılı bir aktristtir. Hayatı her şeyiyle mükemmeldir. Birgün biri ona, hayatında her şeyin tam, ama anneliğinin eksik olduğunu söyler. Bu sözden etkilenen Elizabeth bir süre sonar  hamile kalır; ama aslında bebeği istemediğini fark etmiştir. Zaman geçtikçe bebeğe karşı bu isteksizlik iyice artar, hatta bebeği düşürmeye bile çalışır. Bebek doğunca da ona karşı hissettikleri bir iğrenmeden daha öte değildir. Zaman geçtikçe oğlu büyümekte, annesine yakınlaşmaya çalışmakta ama Elizabeth’in nefreti hiç azalmamaktadır.
İstemediği ama toplumun ona yakıştırdığı ve olması gerektiğini düşündürttüğü annelikteki başarısızlığı Elizabet’i içten içe kendine, kocasına, oğluna karşı yabancılaştırır. Dışarıdan bakıldığında hayatının her rolünü başarıyla sürdüren mükemmel bir kadındır, içi ise olması gerekenle gerçekte olanların kıyasıya çarpıştığı bir savaş alanıdır.
Elizabeth’in yaşadığı bu çatışmanın bir benzerini de Alma’nın yaşadığını, hatta film boyunca Alma’daki bölünmüşlüğün daha çok gösterildiğine şahit oluruz.  Öyle ki, filmdeki asıl “deli”nin Alma olduğu kanısına varmamız işten bile değildir. Yıllar önce hiç tanımadığı biriyle yaşadığı  cinsel  birliktelikten hamile kalıp, sonrasında bebeğini aldıran, hem aldatmanın hem de kürtajın vicdan sızısını duyan Alma, sırrını paylaştığı Elizabeth’i hastasından çok daha öte görmeye, hatta onunla aynılaşmaya başlar.
Filmin genelinde Alma’nın Elizabeth’le ilgili takıntılarının daha gözle görülür olduğunu söylemiştim. Ama bence filmde asıl kişilik bölünmesini yaşayan Elizabeth’tir. Buna kanıt olarak öncelikle Elizabeth’in kocasının yazlığa geldiği sahne verilebilir. Elizabeth’in kocası yazlığa gelir, karısının nasıl olduğunu görmek istemektedir. İlginç bir şekilde kocayla Elizabeth değil, Alma konuşmaya başlar, karısı kendisiymiş gibi üstelik. Giderek kendini iyi hissettiğini, yakında eve döneceğini, kendi adına oğluna bir hediye almasını falan söyler. O bunları söylerken Elizabeth, her zamanki suskunluğuyla onların yanında  anlatılanları dinler ve tek laf çıkmaz ağzından. Bu sahnede, Elizabeth’in dışa dönük-konuşan kişiliği olarak Alma’yı seçtiğini görürüz. Alma, Elizabeth’in söyleyemediklerini dile getiren tarafıdır yani. Aslında kocasıyla konuşan YA DA konuştuğunu hayal eden Elizabeth’tir. Hayal eden diyorum, çünkü filmde gerçekle hayal-rüya olanın karıştığı sahneler  de görürüz.  Mesela Elizabeth ile Alma’nın ayna önünde durdukları o meşhur sahne, Alam’nın rüyasıdır aslında. Bu durumda Elizabeth kendi iç dünyasında yalnız bıraktığı kocasını –ve oğlunu- hayaliyle teselli ediyor diye düşünebiliriz.
Alma’nın Elizabeth olduğu bir diğer önemli sahne de yukarıda bahsettiğim Alma’nı n Elizabeth’in sırrını anlattığı sahne. Alma’nın içinde bulunduğu durumu, dışarı’sı istiyor diye anne olmaya karar verişini, bebeği istemeyişini, ona karşı hissettiklerini Alma’dan duyarız, hem de Elizabeth gibi giyinmiş, aynen Elizabeth’e benzer bir şekilde. Dış görünüş olarak Elizabeth’e benzemese de Alma’nın bütün bunları bilmesine olanak yok. Demek ki o sahne Elizabeth’in kendiyle yüzleştiği sahne. Kendine itiraf edemediği duygularını ilk defa dile dökebildiği sahne. Sahnenin sonunda iki kadının yüzlerinin birleşip ayrılması da aslında gördüğümüzün aynı kadın olduğunu göstermektedir.
İzleyenler bilir, Black Swan’da da Nina, karanlık tarafıyla yüzleşip varlığını kabul edince, iyi ve kötü yanlarıyla kendini olduğu gibi kabul edince yani, gerçek olanı yaşamaya, gerçek’e dönmeye başlıyordu. Burada da Elizabeth kendiyle yüzleştikten, içinde sakladığı ve büyüttüğü sırrı kendine itiraf ettikten sonra artık Alma’ya ihtiyacı kalmaz ve herkes kendi yoluna gider.
Persona hakkında yazılabilecek daha yığınla şey var aslında. İçerikte olduğu kadar oyunculukta, kurguda, görsellikte de oldukça başarılı olduğuna, neredeyse yarım yüzyıl önce çekilmiş olmasına rağmen günümüzde bu ayarda çok az film çekilebildiğine hiç değinemedim daha. Onları da gelecek yorumlara havale edip son bir paragrafla sabrınızı denemeyi bırakayım.
Bu film, anladığım kadarıyla temel olarak insanın iç-dış çatışmasını anlatıyor.  Hayatımızda birkaç rolümüz birden oluyor; genellikle de bu rolleri toplumun bize öğrettiği şekilde oynuyoruz. Her şeyi kurallarına göre yapmaya, normal kabul edilenin sınırlarından dışarı taşmamaya çalışıyoruz. Gerçek ben’imizin oynadığımız bu rollerden aslında memnun olmadığını, gerçek ben’in aslında gösterdiğimiz ben’imiz olmadığını anladığımızda,  toplumca kabul görmeye devam etmek istiyorsak, ortaya çıkmaya çalışan ben’i içimize gömmeye ve ağzını kapatmaya çalışıyoruz. Ama içimizdeki çatışmadan elbette böyle rahatça kurtulamıyoruz. Güçlü olanlar, gerçekten ne  istediklerini, ne olduklarını fark ettiklerinde bununla yüzleşip, barışıp gerçekte olduğu gibi yaşamaya başlıyor. Şanslı bir azınlık diyelim onlara. Çünkü çoğumuzun gerçek kimliğimizi göstermeye cesareti olmuyor, toplumun bize dayattıkları karşısında ya ömür boyu içimizde savaşıp dışımızda her şey güllük gülistanmış gibi yaşıyoruz, ya da bir yerde kayışları koparıyoruz. Daha büyük bir çoğunluk ise gerçekte ne istediğinin, kim olduğunun farkına bile varmayarak yaşamaya devam ediyor. (www.sivrisinema.com'dan)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder