30 Kasım 2011 Çarşamba

Vozvrashchenie / The Return / Dönüş (2003) - Andrei Zvyagintsev

 

Andrey Tarkovskiy’nin veliahdı olarak görülen, milenyumla birlikte Rus sinemasının dünyada bir kez daha şahlanışına öncülük etmiş bir isim Andrei Zvyagintsev. Oyunculuk okulundan mezun olduktan sonra 90’lı yılların başında Moskova’ya gelen fakat aradığını bulamayan Zvyangintsev, milenyuma kadar çeşitli televizyon yapımlarına imza atsa da adından söz ettirememiş. Daha sonra bir arkadaşının teklifi ile bağımsız bir film şirketinde yönetmen olarak işe başlayan usta isim, böylelikle kendisinin uluslar arası arenada bir ilah olarak görülmesine sebep olacak ilk filmi Vozvrashchenie’yi (The Return) çekme imkanı bulmuş. Düşük bütçesine rağmen devasa bir başarı öyküsüne dönüşen film, 2003 yılında Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan dahil toplamda beş ödül kazanarak yıllardır hatıralardan silinmiş olan Rus sinemasını tekrar hak ettiği konuma yükseltmiş. Ülkesine döndüğü zaman bir kahraman gibi karşılanan ve Vozvrashchenie’yi çekerken söylediği “yüz kişi izlese yeter” cümlesinin aksine milyonlara ulaşan seyircisiyle medyada bir ikon haline gelen Zvyangistev, daha sonra çok ses getirecek olan ikinci filmi Izgnanie’yi (The Banishment) çekmeye başlar. Dörder yıl arayla filmler yapan yönetmenin son filmi ise geçtiğimiz yıl filmekimi’nde Türk seyircisi ile buluşan Elena’dır. Altı yaşındayken babası ortadan kaybolan, bu sebeple de ilk iki filminde hakim bir baba figürü gördüğümüz Zvyagintsev, yaptığı filmlerle adından söz ettirmeye devam ederken Tarkovskiy’nin tahtının yeni varisi olabileceği iddialarını da gün geçtikçe haklı çıkarmaya devam ediyor.
Yönetmenin ilk filmi olan Vozvrashchenie (The Return), iki erkek kardeşin on yıl sonra bir anda ortaya çıkan babaları ile geçirdikleri kısa süreli bir yolculuğunu anlatıyor. Ivan (Ivan Dobronravov) ve Andrey (Vladimir Garin) isimli bu iki erkek kardeş, anneleri ve nineleriyle yaşamaktadır. Bir gün eve geldiklerinde, daha önce hiç görmedikleri –daha doğrusu hatırlamadıkları- babalarının o an evde olduğunu öğrenirler. Babalarıyla birlikte erkek erkeğe iki günlük bir tatile çıkacak olan kardeşler, yol boyunca hem baba figürünü zihinlerinde netleştirirken hem de masumiyetten sıyrılıp olgunlaşmanın tadına bakmak zorunda kalacaktır.
Cevapsız sorular, seyircinin düşünce gücüne bırakılmış olaylar ve takip etmesi kafa yoran bir senaryoya sahip Vozvrashchenie’yi hakkıyla ele almak için oldukça uzun bir yazı kaleme almak gerekir. Filmi izlerken çoğu zaman yönetmenin ne düşündüğünü anlamakta güçlük çeken seyirci, Zvyagintsev’in daha önce beyazperde deneyimi olmayışı sebebiyle normalde yönetmenin tarzı üzerinden yanıtlanabilecek sorular konusunda da aciz kalıyor. Sembolizmin etkisi altında Çarlık Rusya’sına, sosyalist Sovyetlere, tanrı kavramına ve baba olgusuna yüklediği imgelerle derin dokunuşlar yapmayı seçen yönetmen, en büyük gücü olduğu düşündüğüm fotografik anlatımı ile bizi itelediği çukuru daha da dibe kazıyor. Henüz filmin başında bir atlama kulesinden suya atlayan çocukları izlerken gördüğümüz güneşten sonra aynı kuzeyin çağrıştırdığı gibi oldukça soğuk renklerle devam eden filmin bu açılış sekansında Ivan’ın korkularıyla yüzleş(eme)mesine ilk kez tanık oluyoruz. Abisinin tutumu ile de iki çocuğun karakterleri hakkında elimize somut veriler geçmiş oluyor. Yaklaşık yüz dakikalık süresi boyunca o ilk sekanstaki karakterleri baştan aşağıya değişecek olan iki çocuk, eve geldiklerinde gördükleri babalarıyla birlikte daha sonu bir hayli acı bir yolculuğa çıkmaya hazırlanıyor.
Baba figürünü gördüğümüz ilk sahnede dikkatimizi çeken şey, bir yatakta uzanmış, çıplak fakat hayaları kaşmir bir kumaşla örtülmüş erkek figürü. Tarih boyunca resmedilen çarmıha gerilmiş İsa çizimlerinde olduğu gibi karşımıza çıkan Baba (Konstantin Lavronenko), daha sonra yemek masasına oturduğunda çocuklar dahil herkesin bardağına şarap koyarken ünlü Son Akşam Yemeği tablosunu canlandırıyor adeta. Babalarını gördükten sonra tavan arasına koşarak eski bir kitabın arasında aradıkları fotoğraf sırasında çocukların çevirdikleri sayfalara baktığımızdaysa tamamı dini ritüellerle örtülü tablolardan oluşan bir seçki görüyoruz. Baba’nın karakterini göz önüne aldığımızda karşımıza çıkan politik göndermelerin yanında tanrı ve kulları kavramı da Zvyagintsev’in filmin senaryosunu kaleme alırken dini konularda belki de kafasını kurcalayan detaylara atıfta bulunduğuna bir işaret gibi geldi bana.
Nedenini zar zor anladığımız üzere bir hayli sert bir baba karşısındaki isyankar tavırlı Ivan ve daha itaatkar, babasının gözüne girmeye daha hevesli Andrey yolculuklarına başladıklarında filmin ipinin ucu da artık seyirciye teslim edilmiş oluyor. Anlattığı şeyleri seyreden kişiye direkt olarak sunmaktansa cevapsız soruları kullanarak bize kendi çıkarımlarımızı yapmak ve filmin gidişatını kendimizin şekillendirmesine izin vermek gayesini barındıran yönetmen, kendi babasından uzak kalmasından mütevellit bir çocuğun nasıl değişip olgunlaştığına yer vermeye başlıyor. Katı kuralları olan Baba’nın karşısında sözünü dinlemeyen ve onun hareketlerini sorgulamayı seçen Ivan ile ihtiyacı olan baba figürünü bulduğundan mıdır bilinmez iki arada kalmış Andrey, uzun yıllar sonra gerçekleşen bir dönüşü istemeyerek de olsa felakete çevirerek kendi dönüş ve dönüşümlerinin haritasını çiziyor.
Neden evden uzak kaldığı, çocukları ve karısı ile arasına niçin bir çizgi çektiği bilinmeyen baba karakterinin bu yönüyle pek de ilgilenmiyor yönetmen. Senaryonun kendisinden ziyade insan varlığı üzerinden kaygılarını dile getirmeyi seçiyor. Bu yüzden de başlarda merak ettiğimiz bu sorular, zamanla yerini belki de babaya hak verdiğimiz bir konuma sürüklüyor. Her hatasında Andrey’e vuran fakat Ivan’a dokunmayan Baba, Ivan ona son kez isyan edip deniz fenerine doğru koşarken filmin başından beri beklenen hareketi sonunda sergiliyor. İşte o anda da Baba karakteri ile ilgili kafamızda yarattığımız tüm çıkarımlar tek saniyede paramparça oluyor. Son sözü “oğlum” olan Baba’nın ölümünden sonra Andrey’nin ses tonundaki ve hal hareketlerindeki değişimler, Baba karakterinin amacına ulaştığını da kanıtlar nitelikte. Onun kendi babası olduğundan bile şüphelenen Ivan’ın, dalgaların alıp götürdüğü cesede doğru koşarak “Baba!” şeklindeki haykırışları ise tüm bunları tamamlayarak seyircinin göğsünün tam ortasına koca bir yumruk indiriyor.
Baba’nın dönüşü ile başlayan, çocukların dönüşümleri ile devam eden ve en sonunda, başta Baba’nın aldığı tüm sorumluluğu kendi üstlerine almak zorunda kalarak eve dönüş yolunu tutan bu hikaye böylelikle sonlanmış oluyor. Her bir karesi ayrı birer fotoğraf niteliğinde olan filmin muhteşem sinematografisi, kendine hayran bırakan performansları (oyunculuk diyemiyorum çünkü bunlar tamamen doğal) ve olması gerektiği üzere kafa yoran senaryosu ile armut piş ağzıma düş insanlığa bir armağan niteliğinde Vozvrashchenie. En sonda bir slayt gösterisi gibi dizilmiş ve çocukların gezileri boyunca çektikleri fotoğraflarda hiçbirinde Baba karakterinin yer almıyor oluşu da filmin, sorularıyla zihninizde ayrı bir boyuta taşınmasına vesile oluyor. Babanın telefonda kimle konuştuğu, kulübede yaptığı kazı sonucunda tekneye gizlediği kutuda nelerin olduğu ise hiçbir zaman bilemeyeceğimiz; zaten yönetmenin de bilmemiz durumunda bir kazanımımızın olmayacağını düşündüğü ayrıntılar sadece. Çünkü dediğim gibi, kendisi yalnızca insana odaklanıyor bu filminde ve anlatmak istediği her şeyi karakterleri üzerinden anlatmayı tercih ediyor.
Yazıyı sonlandırırken üzücü bir gerçeği de paylaşmış olayım. Bilen biliyordur fakat filmin ilk gösteriminin olduğu gün Andrey karakterine hayat veren Vladimir Garin, “o” gölge boğularak can vermiş. Bol ödüllü ve dünyanın dört bir köşesinden sayısız eleştirmence övgülere boğulmuş bu yedinci sanat harikasını henüz izlememiş olanların yapması gereken ilk işlerden biridir ekranlarının karşısına geçmek. Bir erkek ne zaman erkek olur sorusunun cevabıdır Vozvrashchenie: Babası öldüğü zaman. (www.sinemakulubu.com'dan)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder