30 Haziran 2012 Cumartesi

Spoorloos / The Vanishing / Kayboluş (1988) - George Sluizer
"Kayboluş" Hani bazı filmleri izledikten sonra kendinize kızar yahu bu filmi bu kadar geç izlemek olacak iş mi dersiniz ya işte tam da bunları hissettim bu filmi izledikten sonra, benim gibi bu kadar geç kalmış olanlar varsa aynı şeyi söyleyeceklerini garanti edebilirim. İnsanı sarsan, fena halde sallayan, olağanüstü bir gerilim. Rex va Saskia birbirlerini seven bir çifttir. Saskia sürekli aynı rüyayı görmekte ve rüyasında yalnızlığa mahkum olduğunu, Rex'e kavuşamadığını anlatmaktadır. Aralarında çıkan bir tartışmadan sonra barışırlar ve Saskia Rex'e onu asla terk etmeyeceğine dair söz verdirir. Ardından Saskia, içecek almak üzere girdiği dükkandan gizemli bir şekilde kaybolur. 3 yılın ardından Rex, gördüğü bir rüya üzerine tekrar Saskia'nın peşine düşer. Bu arada birisi ona Saskia'nın ortadan kaybolması ile ilgili mesajlar göndermeye başlar. Rex, sonunda neler yaşayacağını bilmediği bir maceraya atılır. O meşhur klişe vardır ya bu film için rahatlıkla kullanabilirim; bu filmi ölmeden önce mutlaka görün!
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/440169649349987/
Paris, Texas (1984) - Wim Wenders


Wim Wenders’ın, sam shepard’ın senaryosundan yola çıkarak çektiği 1984 tarihli film. harry dean stanton, nastassja kinski, dean stockwell ve aurore clément’in rol aldığı film gerek öyküsü, gerek anlatımı, gerek görüntüleri gerekse müzikleriyle yani herşeyiyle “iyi” nitelemesini hak eder.

4 sene önce yaşanmış bir yıkım sonucu kendisini yollara vuran bir adamı kardeşinin bulmasıyla başlar hikaye. ağzından laf zorla alınan, geceleri uyumak nedir bilmeyen bu adamın oğlu ile yakınlaşmasına şahit oluruz. ve daha sonra oğluyla beraber yollara düşüşüne, 4 sene önce kendisini terk edip giden eşini bulmaya çalışmasına… eşi seks shop gibi bir yerde çalışmaktadır, ama bu da koymaz adama. ona anlatacakları vardır ve de ondan dinleyecekleri. ne kadar yüzyüze konuşmak için kendini alıştırsa da beceremez, konuşmadan önce sırtını ona döner öyle anlatır içindekileri. sonra yine oğlunu onla bırakıp yollara vurur kendisini. 4 sene öncesine atıfta bulunurcasına.

sinematografik olarak müthiş bir filmdir. filmdeki çoğu kare birer fotoğraf gibi yansır gözümüze. finalde travis’in arabaya binmeden önceki sahne, seks shopta konuşma esnasında travis’in yüzünün aynada jane’in yüzüne yansıması…

bir de ufak bir sahne vardır, travisle oğlu yolda gider, bir sapağa gelirler sol taraf houston’a (jane’in olduğu şehir), sağ tarafsa san antonio’ya gider. travis bir duralar, kararsız kalır. daha sonra velet “sola” der, ve arabayı houston’a doğru sürmeye başlar. travis’in ruh halini özetleyici sahnedir kanımca.

If…. (1968) - Lindsay Anderson
Adına okul dedikleri hapishane bundan daha etkileyici bir biçimde eleştirilmemişti. "Ölü Ozanlar Derneği" -ki sevdiğim bir filmdir- buna kıyasla iyi aile çocuğu filan olarak tanımlanabilir en fazla. Baş rolde herkesin "Otomatik Portakal" filminden tanıyacağı Malcolm McDowell yer alıyor. Filmimiz bir "Anarşist Punk Rüyası" olarak tanımlanmış çıktığı dönemde ki oldukça yerinde bulduğumu ifade etmem gerek. Okul denen kurum nasıl işler, çocukları sistemin çarkları için nasıl birer dişli haline getirir ve neden özgürlüklere, özgür düşünceye düşmandır gibi sorulara yanıt arıyor filmimiz. Bu vesileyle yüce Ivan Illich'in "Okulsuz Toplum" adlı eserini de anmadan geçmeyelim. Filmi izleyen dostlar kitaba da göz atmayı isteyebilirler belki. Mutlaka görülmesi gereken bir klasik, etkileyici bir başyapıt...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/440219779344974/

29 Haziran 2012 Cuma

The Straight Story / Straight Hikayesi (1999) - David Lynch
 

Güzel bir yol filmi daha...
Yaşlı olmanın en kötü yanı, bir zamanlar genç olduğunu hatırlamaktır.. Fil Adam, Vahşi Duygular ve Mavi Kadife yönetmen David Lynch imzasının bulunduğu en anlaşılır filmlerine bu filmi de katabilirim.. Hatta en düz ilerleyişe sahip olan film onun filmleri genelde oldukça ağır ve çözmek için üzerine kafa yorulm

ası gerekir.. (Örnek: Eraserhead - Kayıp Otoban - Mulholland Çıkmazı) Hayranı olduğum yönetmen senaryosuna karışmadığı oldukça kaliteli bir yol hikayesini en iyi şekilde yönetmiştir.. Senaryosu John Roach-Mary Sweeney aittir.. Müzikleri gerçekten mükemmel müzisyen Angelo Badalamenti iyi bir iş ortaya çıkarmış..
Film Biyografi - Dram - Macera türlerini barındırıyor.. Filmin oyuncu kadrosunda Richard Farnsworth, Sissy Spacek, Anastasia Webb ve Barbara June Patterson gibi isimleri izleyeceksiniz her birinin performansları içten ve samimi bulduğumu söyleyebilirim.. Başrolünü ilerleyen yaşına rağmen oynayan isim 90 yapımı Ölüm Kitabı filminde izlediğim Richard Farnsworth bir bakıma kendisini oynamış.. Bu kadar gerçekçi tam anlamıyla iyi bir oyunculuk uzun zamandır izlememiştim..
Akademinin de kestiği rol ile ilgisini çeken ihtiyar adam Oscar Ödüllerinde En İyi Erkek Oyuncu dalında adaylığı bulunuyor.. İzledikten sonra adaylığını kesinlikle hak ettiğini düşüneceksiniz.. 99 yılında çıkan bir çok kaliteli filmin arasına katabilirim.. O yılda çıkan adeta patlama yapan filmleri bilenler iyi bilir..
Kısaca konusu; Alvin Straight hayat hikayesini izleyeceğiniz filmde 80 yaşına merdiven dayamış bir ihtiyarın hayattan artık hiçbir şekilde beklentisi yoktur.. Sadece tek yaptığı iş ölümünü beklemektir.. Kızıyla küçük bir kasabada yaşayan Straight bir gün bir haber ile yıkılır.. Habere göre 10 yıldır görüşmediği kardeşi kalp krizi gerçirmiştir.. Bunun üzerine kardeşini belki de son bir defa görmek ister yaşının verdiği olumsuzluklar nedeni ile araba kullanamaz ve otobüsle seyahat etmeyi red eder.. İnatçı ihtiyar çim biçme arabasıyla giriştiği macerada yol boyunca bir çok insanla tanışacak ama kardeşini görmek için kilometrelerce yolu bir çim biçme arabasıyla aşmak kolay olmayacaktır.. Aslında daha hızlı bir şekilde kardeşine ulaşabilirdi ama o çim biçme makinasını geçmişi ile yüzleşmek için kullandı.. Filmde yaşlı adamın kafasına koyduğunu yapmak için çaba sarfetmesi azmi eminim sizi de fazlasıyla etkileyecektir.. Yaşanmış bir olay olması insanı filmden sonra daha çok sarsıyor.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150949890698929&set=o.285196264847327&type=3&theater 
Noviembre / November / Kasım (2003) - Achero Manas


"Kasım" sağlam bir umutsuz aktörler grubudur. Beş paraları olmayabilir, ama onlar, öylesine, öylesine zengindirler ki gönüllerinde." İnsanlar birbirini anlasın amacıyla yola çıkıp dünyayı değiştirmek için,heykel gibi izlemesinler her şeyi, olayların içinde olsunlar diye, insanlara ulaşmak için sokağı seçmiş, sadece ama sadece sevdikleri için, öz
gür olmak için, sanat için, düzensiz düzene veya sisteme tepki olarak kaynağı olan parayı istemeden, aslında yeterince kurmaca olan hayatları gerçek kurmaca oyunlarla insanlara anlatmaya çalışan bir grup gencin bağımsız tiyatroyla sanatı topluma katma dönemlerini anlatıp çarpıcı bir sonla bitmiş ve insanı düşünmeye zorlayan, yok hayır direk düşündüren, yapmak istediklerimizi ve yaptıklarımızı sorgulatan, belgesel havasında, gerçekçi ve etkileyici film.
Filmdeki zamana dikkat edersek bir nevi geleceği göstermiş diyebiliriz. Yani biz figüran olmaya devam ettikçe hiçbir şey değişmeyecek diyor. Hayatlarını tiyatro sahnesi olarak ele alırsak Alfredo asıl oyuncuydu, aynı zamanda oyununu kendi yönetendi, diğer insanlarsa figüran. Bildiğimiz gibi figüranlar da yönetilir. Ama sonunda sahnede olan tek kişi oydu. Sonu her ne olursa olsun, mücadele etmek,savaşmak daha önemliydi çünkü. Gelinen son noktaysa, "Dünyayı değiştirmeye çalıştık, başaramadık. Şimdi dünyanın beni değiştirmesini engellemeye çalışıyorum." olmuştur.
Sanat ne amaç, ne de araçtır. Hayattır, gerçeğin yansımasıdır. Ortak dildir. İletişimdir. Özgürlüktür. Umuttur. Sınırsızlıktır. Daha nasıl desem, sanat sanattır işte. Ve filmde dediği gibi sanat dekor değil, silahtır.İçinde geleceği barındırır. Sanata az da olsa ilgisi olanlar izlemeli, olmayanlar da izleyip ilgi edinmeli. Bu film de daha çok ilgi görmeli, izlenmeli.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150949158923929&set=o.285196264847327&type=3&theater
Metropia (2009) - Tarik Sale


Roger, deyim yerindeyse ortalama bir insandır. Sıkıcıdır, kişiliksizdir, uyuzun tekidir. Bir çağrı merkezinde çalışmaktadır. Aşk hayatı da kendi kadar sıkıcı ve olağandır. O, George Orwell'in 1984'ündeki Winston Smith ya da Terry Gilliam'ın Brezilya'sındaki Sam Lowry'dir. Roger hakkında tuhaf olan tek şey, ne zaman metroya binse kafasının içinde garip sesler duyması
dır. Derken bir gün Nina ile tanışır. Kurumsal hakimiyetin, piyasa kapitalizminin ve kentsel yayılmanın toplumu topyekün kontrol altında tuttuğu bir distopya olan film, daha önce beyazperdede benzerini görmediğimiz "hiper gerçekçi" bir animasyon şaheseri. Filmin seslendirmelerini Vincent Gallo ve Juliette Lewis yapıyor.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150949199638929&set=o.285196264847327&type=3&theater 
Les diaboliques / The devils / Şeytan ruhlu insanlar (1955) -Henri-Georges Clouzot


Şeytan Ruhlu İnsanlar olarak Türkçe’ye geçen Les Diaboliques, korku gerilim türünün en başarılı örneklerinden biridir. 1955 yapımı film, ‘’eskiler daha iyiydi’’ savını destekleyici nitelikte. Film noir,yani kara fi lm sayılan Les Diaboliques, fi lmde geçen olayların tuhaf oluşu, zalim karakterleri ve kafa karışıkl
ığı yaratması ile, bu kategoriye dahil olmuştur. Filmin daha sonra 1996 yılında Sharon Stone’un oynadığı bir versiyonu daha yapılmıştır ama Henri-Georges Clouzot’unki gibi bir başarıya ulaşamamıştır asla.
Film, Pierre Boileau ve Thomas Narcejac’ın birlikte yazdıkları Celle Qui N’était Plus (1952) isimli romandan uyarlanmıştır. Hatta söylentiye göre, romanın fi lm haklarını satın almak isteyen bir diğer isimde A. Hitchcock’tur ama birkaç saatle bunu kaçırmıştır. Bu fi lmden sonra Hitchcock’un namı Psycho (1960)’yu çekene kadar Clouzot’ta kalmıştır.
Les Diaboliques, Michel, kalp hastası eşi Christine ve metresi Nicole arasında Fransa’da bir yatılı okulda geçer. İki kadında birbirinden haberdardır ve Michel hem karısına hem de ilk günden itibaren Nicole’e zalimce davranır. Bütün bunlardan usanan iki kadın, Michel’i ortadan kaldırmak üzere bir plan yaparlar. Önce zehirleyip, sonra banyo küvetinde adamı boğarlar. Cesedi ise cinayet olduğunun fark edilmemesi adına, okulun havuzuna atarlar fakat sonrasında ceset bir türlü bulunamaz.
Siyah beyaz olmasının da getirdiği kasvetli yapısı, karakterlerin kimi zaman tedirgin edici sakinliğiyle, kimi zaman da bakışlarındaki korkuyla, özellikle de Christine’in yaşadıklarıyla izleyiciyi filmin içine sürüklüyor. Film, bir de korku-gerilim fi lmi olunca, kalp hastası bir karakterin olması, her an beklenmedik bir şeyler olabileceği izlenimi yaratıyor, o yüzden fi lmden kopamayarak pür dikkat izliyorsunuz filmi. Zaten fi lm de izleyicinin dikkatini dağıtmadan, izleyiciyi akıştan koparmadan izlettriyor kendini, 114 dakika boyunca su gibi akıyor zaman.
Filmdeki küvet sahneleri ve Hitchcock’un Psycho (1960)’sunda geçen duş sahneleri birçok kişiyi derinden etkilemiş olacak ki, bu konuda Hitchcock’un bir mektup aldığı söylenir. Mektupta, mektubu yazan adamın kızının fi lmlerden çok etkilendiği; bu yüzden banyo yapamayıp, duş alamadığı ve bu durumdan çok müzdarip olduğunu anlatır ve ne yapacağını sorar Hitchcock’a. Ve yine söylenenlere göre Hitchcock şu cevabı verir: ‘’Kuru temizlemeciye gönderin.’’ Les Diaboliques, takdir ve olumlu eleştirilerin dışında, 1955’te en iyi yabancı dilde fi lm kategorisinde “New York Film Eleştirmenleri Ödülü”nü almıştır. Bunun dışında Edgar Allan Poe ve Louis Delluc olmak üzere 2 ödülü daha vardır. Film izlerken gerilmeyi seviyorsanız, bu siyah beyaz
Fransız filmi size beklediğinizden çok daha fazlasını verecektir.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150948166878929&set=o.285196264847327&type=3&theater 
Henry & June (1990) - Philip Kaufman


1931'de Paris'te Anais Nin (Maria de Medeiros), Henry Miller (Fred Ward)ve eşi June (Uma Thurman) ile tanışıyor. İkisinden de etkilenen Nin, kocası Hugo (Richard E.Grant), Henry ve başkalarıyla cinselliğini keşfediyor. June, Paris ve New York arasında iş gezileri yaparken Henry de bir kitap yazıyor. Hugo ve Nin kitabı finanse ediyorlar ama June Henry'nin nin'
e karşı olan davranışlarından rahatsızlık duyuyor. Nin ve Henry de yazma stilleri konusunda devamlı kavga ediyorlar...
Cepcilik yapan kişinin güvercin çıkarması güzel bir sahne."B.kun değeri olsa fakirlerin k.çı olmaz idi." sözü güzel yerleştirilmiş.Uzun saçlarını taramaya çalışan kadın figürü de çok hoş bir ayrıntı. İlişkiler ve yazar hakkında güzel bildirimler var.
Filmin eleştirilebilecek en belirgin tarafı gereksiz uzun olması diyebilirim,onun dışında izlenesi bir film...

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150949099883929&set=o.285196264847327&type=3&theater 
Exils / Sürgündekiler (2004) - Tony Gatlif


Gatlif, iki genç Parisli'ye, Zano ve Naima'ya Fransa'yı boydan boya geçip İspanya yoluyla Cezayir'e gidişlerinde Zano'nun ailesinin yıllar önce geçtikleri yolu bu kez tersten izlerlerken eşlik ediyor. İki arkadaş, müzikle iki diyarın şiirini kavuştururken kimliklerini ve dünya üzerindeki yerlerini yeniden belirliyorlar. Yolda olmanın ve yol almanın baştan çıkarıcı büyüsünü tensel arzular ve kimlik arayışıyla harmanlayan Sürgündekiler, Tony Gatlif'e 2004 yılında Cannes'da ilk ödülünü kazandırdı.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150949183953929&set=o.285196264847327&type=3&theater 
Everything Is Illuminated / The Collector / Her Şey Aydınlandı (2005) - Liev Schreiber


Bazı insanlar pul, sigara kutusu ya da fincan kolleksiyonu yapar. Jonathan ise ailesinin hatıralarının koleksiyonunu yapıyor: fotoğraflar, takma diş ve bir avuç dolusu eski eşya... Hepsi mühürlü, özel bir poşetin içinde ve duvara asılı.
Şimdi Jonathan daha fazla bilgi toplamak için dedesini 1942 yılında Nazile

rin elinden kurtaran kadını bulmak için Ukranya'ya doğru bir yolculuğa çıkıyor.
Anlamlı, gerçekten anlamlı bir yolculuğa şahit olmak ister mi siniz? Kesinlikle izleyin, mükemmel bir film... İçinizi ısıtacak, yüzünüzde gülümseme, gözlerinizdeki parıltı film boyu eksik olmayacak bir yapım... Her film gibi değil, çok değişik, çok anlamlı bir film, baştan sona bambaşka bir atmosfer içinde geçiyor olaylar (hüzün, dram, komedi). Senaryo gayet iyiydi, kurgu mükemmeldi, en önemlisi oyuncuların performansları harikaydı,ki hem Elijah Wood, hem de Gogol Bordello'nun Eugene Hutz'u çok profesyonelce iş çıkarmışlar. Film boyunca çalan mükemmel müzikleri de unutmamak lazım tabi ki, her şeyi ile çok değişik ve çok güzel bir film. Sonu da bence harika idi, ki filmin geneli de gerçekten Anlamlı ve Harika.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150949750033929&set=o.285196264847327&type=3&theater 
Bonnie and Clyde (1967) - Arthur Penn


Bu film anlatılmaz izlenir , tabi hala izlememiş olanlar için sözüm ;)

Herşeyden önce film kahramanlarının gerçek yaşam öyküsüne dayanıyor. Ekonomik bunalım yılları olan 30'ların başlarında Bonnie Parker ve Clyde Barrow kapitalizmin acımasızlığına karşı, kabullenmek ve susmak yerine başkaldırmış ve bir dizi eylem ve soygun gerçekleştirmiştir...Bunlar egemenler için asla affedilemezse de, halkın gözünde onlar " kahraman" olarak algılanmıştır... Sonları ise malum...

Film 1967 yapımı... Bu tarih de önemli. 68 özgürlük ortamında ve antikapitalist rüzgarların şiddetli estiği yıllarda film tam anlamıyla "bomba " etkisi yaratmış,büyük ilgi ve beğeni toplamıştır...

Geçen yıl yitirdiğimiz yönetmen Arthur Penn gerçekten çok başarılı... Ancak kanımca kendisi bir daha başka bir filmde aynı başarıyı yakalayamamıştır...Tıplı Warren Beatty gibi... Warren daha sonra Kızıllar (Reds) ve Dick Tracy ile biraz kımıldama göstermiş olsa da, Clyde rolüyle gösterdiği başarıya göre sönük kalmış başarılardır bunlar. Bir de Warren'ın bu filmi çevirdiğinde 30 yaşının tüm yakışıklılığı içinde olduğunu düşünürsek... Faye Dunaway için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Çünkü O her zaman "star" oldu ve rollerini hep başarı ile canlandırdı... Özellikle Arizona Dream...

BU filmi bern çocuk yaşta İzmir Karataş'ta -şimdi yerinde yeller esen- Site Sinemasında izlemiştim. Babam götürmüştü... Filmin sonunda gözyaşlarımı babamdan kaçırmak için kafamı hep başka yönlere çevirerek sinemadan çıkmıştım. Neyse ki o gün hava çok soğuktu ve yağmur da vardı... Sulu olan sdece benim gözlerim değil idi..

Gelelim filmin o müthiş müziğine onu ben paylaşmayayım.. Onu da film müziklerinde uzman Sevgili ağabeyim Mehmet Dinçer'e bırakmak istiyorum...Ama şu kadarını söyleyeyim ki, müthiş bir müziktir... Söyleyen de...
 

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150948224688929&set=o.285196264847327&type=3&theater 
Blow-up / Cinayeti Gördüm (1966) - Michelangelo Antonioni


İtalyan Sineması'nın usta yönetmenlerinden Michelangelo Antonioni'nin başyapıtı sayılan "Blowup", 1966 senesinde vizyona girdi. Arjantinli yazar Julio Cortazar'ın kısa öyküsünden uyarlanan yapım, 1,5 Milyon Dolar ile çekildi. İngiltere doğumlu aktör David Hemmings'in başrolünde yer aldığı filmde İngiliz aktris Vanessa Redgrave, Sarah Mile
s, John Castle ve Jane Birkin gibi isimler de rol alıyor. Film, ülkemizde 'Cinayeti Gördüm', 1971 senesinde gösterime girdi. Bir şeyin gerçek olup olmadığını nesnel kanıtlarla değil, gerçekliğini savunan kişinin inancıyla ölçülebileceğini anlatan film, muhakkak izlenmesi gereken başarılı bir yapım.

İngiltere'de yaşayan Thomas, işinde başarılı bir fotoğrafçıdır. Günlerden bir gün genç adam, yolda yürürken iki sevgiliyi fotoğraflar. Ancak bu durum fotoğrafladığı kadını rahatsız eder ve genç kadın, Thomas'dan fotoğrafların negatiflerini ister. Bu isteği reddeden Thomas, eve gidince fotoğrafları banyo eder. Aradan çok zaman geçmeden kapısına dayanan genç kadın, Thomas'a fotoğrafları vermesi için uygunsuz teklifte bulunur. Bu durum üzerine şüphelenen genç adam, fotoğrafları büyütüp inceler ve görmemesi gereken bir şey görür.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150948206773929&set=o.285196264847327&type=3&theater 
Antes que anochezca / Before Night Falls / Karanlıktan Önce (2000) - Julian Schnabel


Kübalı bir şair ve yazar o ,hayatının penceresinden baktığında her zaman kirliyi gören ama bunu temizlemesine izin vermeyenler arasında olan eşcinselliği ve yazarlığı arasında sıkışmış olan Reinaldo Arenas o...
Eskinin ,devrimin Küba'sında bebekliğinden yetişkinliğine dair anlatıyor kendisini bizlere,bu anlatım

o kadar farklı ki çünkü bu anlatım bir şair 'in kaleminden dökülen bir anlatım,her cümlesinin içinde insan farklı bir yerde buluyor kendini,şaşırıyor,üzülüyor,sinirleniyor ve gülümsüyor...
Hayatı terkedilen bir anne ve onu baskı altında tutan büyükanne ve büyükbaba arasında başlar,ilk önce büyükbabası tarafından ilk tokatını yer bu tokat kalemine düşüncelerine yapılan bir tokat onun için...
O bir isyancıdır insanların gözünde çünkü o bir eşcinsel ve yazardır.Bu durum haksız yere girdiği hapishanede devam eder ve burada da yılmaz, romanını bulduğu imkanlar doğrultusunda yazmayı başarır ...Düşünsenize bu kadar imkansızlıklar işkenceler içinde yazılan bir romanı her cümlesinde her sözcüğünde gözyaşı,sürgün,acı haksızlık ve daha fazlası var.
Filmin gerçek bir kişinin yaşamından yola çıkması filmi gerçek ve güzel kılıyor.Hele bir edebiyatçının yaşamını anlatması filmi daha da ilgi çekici hale getiriyor gözümde. Ve böyle güzel bir senaryoya layık görülen harika bir aktör:JAVİER BARDEM.Beni yine şaşırtmadı ve mükemmel oyunculuğunu böylesine farklı ve zor bir karakter üzerinde tekrarladı.Oliver Martinez ile çok iyi bir ikili olmuşlar film içinde o da çok iyi bir oyunculuk çıkarmış bu harika filmde.
Ve Johnny Depp oynadığı kısacık bir rol olsa bile hissettirdi mükemmelliyetini. Javier ile olan sahnesi gerçekten harikaydı... İzlemeyenler mutlaka izlemeli favori filmleriniz arasında hemen yerini alıcaktır bu film ve Javier Bardem'i tanımayıp bu filmle tanımak isteyenler ona bayılacaksınız ...

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150949177683929&set=o.285196264847327&type=3&theater
Network / Şebeke (1976) - Sidney Lumet
1976 yılı ABD yapımı bir Sydney Lumet filmi. Kadrosunda Robert Duvall, Faye Dunaway ve William Holden gibi büyük oyuncular var. Lumet çok üretken bir yönetmen. İnişli çıkışlı filmografisinde 12 Angry Men ve Dog Day Afternoon gibi iki başyapıt bulunuyor ve bence bu film de bir diğer başyapıtı.

Film bir sistem eleştirisi. Televizyon dünyası ve bağlı bulunduğu iş çevreleri çok sert bir biçimde eleştiriliyor. Karanlık ilişkiler, perde arkasında dönen dolaplar eleştirel bir biçimde gözler önüne seriliyor.

Howard Beale uzun yıllardır habercilik mesleğindedir ve artık sunduğu haber programı eskisi gibi rating alamamaktadır. Bu nedenle işine son verilir. Kendisine iki hafta daha zaman tanınan Beale ilk programda bir hafta sonra canlı yayında kendisini öldüreceğini söyler. Yayın derhal kesilir ve Beale kovulur. Ancak sağladığı rating çok farklı bir formatla geriye dönmesine yol açacaktır.

İzlenmesi gereken bir film.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/439719426061676/
L'avventura / Serüven (1960) - Michelangelo Antonioni


Kurgu
 
Poirot titizliğiyle gözlerini dikti perdeye eleştirmen ve Lampedusa’nın partisine davetli konukları bir daha inceledi. Başlangıçtaki tartışma tüm şüphelerin Sandro’ya yoğunlaşmasına neden oluyordu ancak işin içinden Hitchcock da çıkabilirdi.

Dakikalar geçti. Anna’nın kayboluşu tüm anlamını yitirdi ya da anlamın ta kendisi oldu!

Ve ansızın değişti tüm manzara. Uygarlığa dönüş başladı. İçinde köpekbalıklarının cirit attığı azgın deniz, yerini görkemli Sicilya fonuna bıraktı. Antonio Ricci ve oğlunun bisikletlerini bulma umuduyla dolaştıkları viran Roma sokakları hiç varolmamış gibiydi. (Karlar yağmıştı Yeni Gerçekçilik’in üzerine…)

Anlaşılmıştı… Ne anlatılan öykü bir şeye benziyordu, ne de karakterlerin sinemasal bir yanı vardı. O güzelim kent bile cehenneme dönüşmüştü bu yeteneksiz yönetmenin elinde. (“Burası kent değil mezarlık!”)

Saatine baktı eleştirmen, inanamadı. Film başlayalı iki saati geçmiş ama çılgınca bir aşk öyküsünü saymazsak daha doğru dürüst bir şey söylenmemişti.Claudia otelin koridorunda son kez göründüğünde seyircilerin pek çoğu ya salonu terketmiş, ya da sinir krizine girmişti.

Yürüyordu kadın anlamsız bakışlarla aydınlığa / karanlığa doğru.

Uykulu gözlerini ovuşturup son bir kez daha baktı perdeye eleştirmen ve uzayıp giden, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen çekime daha fazla dayanamayarak “Kes!” diye haykırdı. Filmi Elizabeth Taylor gözleriyle süzen karısı daha da öfkelenmişti. İzleyicilerin nefret dolu haykırışları arasında kendilerini dışarı attılar. Hiç konuşmadılar yolda…

Kadın bir an önce sıcak yatağına kavuşmaya can atarken, adam, yarın yayınlanacak olan yazısının başlığını düşünüyordu. Geceye karışıp giderlerken, yaşadıkları bu tuhaf Macera’dan sonra sinema tarihinde hiç bir şeyin eskisi gibi olamayacağının farkında değillerdi.

Giriş

Modern sinemanın başlangıç noktalarından biri olduğu artık tartışma götürmeyen Macera’nın 1960 yılında Cannes’da yapılan ilk gösterimi sırasında muhtemelen benzer manzaralar yaşanmıştı. Buna karşın Georges Simenon’un başkanlık yaptığı festival jürisi, seyircinin tepkilerine kulaklarını tıkayıp filme özel bir ödül vermeyi uygun buldu.

Zengin bir işadamının kızının, yanına sevgilisi ve en yakın arkadaşını alarak bir yat gezisine katılması ve sevgilisiyle yaşadığı bir tartışmanın ardından esrarengiz biçimde ortadan kaybolması ilk anda Hollywood gerilimlerini andırıyordu. Ne var ki olayların akışı, seyircilerin tipik ‘katil kim?’ bulmacasını çözmelerine olanak tanımayacaktı.

Antonioni’ye Dair…

Sinema çevrelerinde adını ilk olarak senarist olarak duyuran, daha sonra aralarında Po Halkı’nın da bulunduğu bir dizi belgesele hayat veren Antonioni, ilk uzun metrajlı filmini 10 yıl önce çekmişti. 1955 yapımı Kadınlar Arasında’nın Venedik’te Gümüş Ödül’e değer görülmesi sayılmazsa hakkında önemli bir başarıdan söz edilemezdi.

Oysa 60’lar sinemasının kilidi açılmışa benziyordu. Vadim’in Ve Tanrı Kadını Yarattı’sından güç alan bir grup genç Fransız, 400 Darbe’den Serseri Aşıklar’a uluslararası arenada boy göstermeye başlamıştı. Çizme’de de durum farklı değildi. Yeni Gerçekçilik’in rotasını değiştiren Visconti, soyluların dünyasına doğru yelken açarken, Fellini, Rimini’den ses veriyordu.

Kısacası koşullar, o zamana kadarki kariyerinin en büyük sıçramasını yapmayı planlayan Antonioni’nin işini hiç de kolaylaştırmıyordu.

“İnkârın Teorisi”

Tuhaflıklar, filmin ana eksenini oluşturan burjuva karakterlerle ilk karşılaşma anımız olan yat sahnesinde başlıyordu. Kısa cümleler dışında birbirleriyle hemen hiç konuşmayan insanların geçit töreni, upuzun planlar halinde ve adeta ağır çekimle sürüp giderken, iletişimsizlik ve sıkıntı seyircinin algısına bilinçli olarak hükmediyordu.

‘Esas oğlan’ Sandro bir mimardı ve tarihsel dokunun bozulmasına dair herhangi bir kaygı duymuyordu. Filmin 26. dakikasında ortadan kaybolacak -ve bu haliyle ister istemez Sapık’ın Marion’unu andıran- Anna’nın yaşamdan beklentisi yok gibiydi. Eğlencenin mimarı Patricia ve diğer davetliler adeta zorla bir araya getirilmiş gibiydiler. Denizden, adalardan, yerli halktan nefret ediyorlar, yalnız olmamak için buluşup, her buluşmalarında birbirlerine daha da yabancılaşıyor ve mutsuz olmayı başarıyorlardı.

Seyircinin başlıca öfke nedeni olan Claudia ise olanca karmaşık görüntüsüne rağmen filmin en anlaşılır karakterlerindendi. Aradığı sevgiyi kısa süre önce kaybettiği en yakın arkadaşının sevgilisinde aramasının – hiç değilse sınıfsal bağlamda – algılanabilir bir yanı vardı.

Daha önce tamamen farklı bir cepheden yaklaşması bir yana, Bunuel’den tanıdığımız burjuvazinin Antonioni’ye göre gizli bir çekiciliği yoktu. Kael’in “en yüksek toplumsal ve ekonomik noktaya varmış üst sınıfın yeni gerçekçiliği” olarak formüle ettiği ve “belleği kıt, vicdan azabı duygusu yetersiz, kolayca ihanet eden insanın incelemesi”ydi anlatılan…

Vazgeçilmiş Özgürlükler

Karaya geçişle birlikte ortaya çıkan manzara, vahşi olduğu varsayılan deniz ortamıyla eski Sicilya dekorunun yer değiştirmesinden ibaretti. Ancak bu biçimsel değişiklik, yönetmenin özellikle Kızıl Çöl’’de daha ileri boyutlara taşıyacağı çevre / modern insan çelişkisine fon olmaktan öte bir anlam taşımıyordu.

Pişmanlık ve anı yaşama duyguları arasında gidip gelen Claudia’nın iç dünyasına kusursuz bir yolculuk olarak nitelendirilebilecek bu bölüm, bir kez daha uzun planlar halinde hayatın içindeki en sıradan anların bile kişiliğimizi ele veren ayrıntılara dönüştüğünü gösteriyordu.

Eski mekan / yeni insan karşıtlığı, içerdiği modernizm eleştirisi bir yana, Anna’nın kayboluşunun sadece biçimsel bir yanı olduğunu da ortaya koyuyordu. Yaşam sürüyordu ve tutunamayacakları en başından belli olan Sandro ve Claudia, – zaman ve mekanın değişimine bağlı olmaksızın – gerçek birer kaybolan olmuşlardı. Bir başka deyişle hayat, bütün bu yalnızlığı ve hayal kırıklıklarını ardında bırakarak yok olmayı seçen Anna’yı haklı çıkarmıştı. (Bernard Dort, sonradan bu durumu Antonioni’nin kahramanlarının özgürlüklerini inkar etmelerine bağlayacaktı. “Vazgeçilmiş özgürlükler, sonradan yapılacak her türlü girişimi boşa çıkarmaktaydı. Sonuçlanmayan sıkıntılar daha da çoğalmıştı ve tek iyimser nokta, bireylerin artık bundan haberdar oluşlarıydı.”)

Hepsi bir yana, dönemin izleyicisini gafil avlayan en önemli olgunun Antonioni’nin bütün bu Macera’yı ele alış biçiminde saklı olduğu söylenebilir. Kahramanı olmayan öykü, klasik sinemanın ruhuna işleyen karakterlerden yana saf tutma ya da olayların akışına taraf olma anlayışının önüne geçiyordu. Bu tutum başlangıçta kimi ilerici kalemlerin yönetmeni “sınıfsal bakış açısından uzak” olmakla eleştirmesine neden olmuştu. Oysa hem Macera’yı, hem de onu takip eden üç filmi bu denli etkileyici kılan bilinçli bir tavırdı bu… Varolanı yansız bir bakışla resmetmek, karakterleri anlamaya ya da dıştalamaya çalışmaktan çok daha çarpıcı sonuçlar doğuruyordu.

Kadından Yana Taraf Olmak

Buna karşın tarafsızlık ölçütünün, – en azından üçleme noktasında – kadın ve erkeğin ele alınışında bir ritm bozukluğuna uğradığı vurgulanmalıdır. Macera’nın Sandro’su olsun, Gece’nin Giovanni’si ya da Batan Güneş’in Pietro’su, kadınlar kadar ayrıntılı çizilmiş tiplemeler değildir. Zaaflarının farkında olmalarına rağmen anı yaşama dürtüleri ağır basan bu adamlar, yabancılaşmanın yerine ihaneti koyarlarken, – kadınların aksine – kimi zaman içsel / bireysel sorumluluktan uzaklaşmayı başarabilmektedirler. Değişime ayak uyduramayan, eskinin yerine yeni bir şeyler koyup bir türlü mutlu olmayı başaramayan kadınlardır. Claudia ve Lidia, varoluş temellerini ‘affetme’ye, Vittoria ise ‘yeniden deneme’ye dayandırırlar. (Antonioni için aşk hiçbir zaman devamlı değildir. “Erkekle kadını birbirine bağlayan duygu zamanla ölmeye mahkumdur. Alışkanlık oluştuktan sonra iki kişiyi birbirine bağlayan; acıma, saygı ya da başka bir duygudur. Yine de aşkın öldüğünü anlamak büyük bir hayal kırıklığına yol açar.”) Ortaya çıkan, kadınların yaşadığı hayal kırıklığının çok daha büyük olduğudur…

Sonuç ya da Gerçek Dram

60’lardaki refah ortamının Batı’lı birey üzerinde yarattığı yıkıcı-yabancılaştırıcı tahribatı eksen almayı sürdüren Antonioni, özellikle Batan Güneş’te betimlemenin sınırına ulaşacaktır. Macera’nın finalinde ortaya çıkan görece mutluluğa artık yer yoktur. Birbirlerini hiç sevmeme, ya da çok daha fazla sevebilme arasında gidip gelen bireyler için çıkış yolu kalmamıştır. Anlamsız ve hızla tüketilen duygusuz yaşamlar, insanlıktan yana olan tüm boşlukları kapatır, varlığından en çok korkulan yalnızlık tek çözüm olarak orada kalır.

Israrla bir ‘ahlakçı’ olmadığının altını çizen Antonioni’ye göre “Gerçek dram, yaşama / değişime uymayanlarda ortaya çıkar.” (www.otekisinema.com'dan)

Badlands / Kanlı Toprak (1973) - Terrence Malick
"Kanlı Toprak." Terrence Malick bu filmi çektiğinde sadece 29 yaşındaydı. Michael Sheen'in performansı "Apocalypse"dekinden bile daha iyi. Güney Dakota'da yaşayan, o anda çöp toplayarak hayatını kazanan Kit, bir gün Holly ile konuşmaya başlar, giderek aralarında bir yakınlık gelişir. Kit'ten hoşlanmayan Holly'nin babası onu kızından uzak tutmak ister. Bir gün Kit evlerine gelerek kızın babasını öldürür, evi yakar ve kızı da yanına alarak büyük kaçışa başlarlar. Kızın herhangi bir karşı koyuşuna şahit olmayız bu esnada. Amerika'nın en az Amerikalı olan şeylerinden biri ve dünya sinemasına hediyesi olan büyük usta Terrence Malick'in bu usta işi filmini izlemenizi öneririm.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/439790712721214/
All That Heaven Allows / Her Şey Senin İçin (1955) - Douglas Sirk
Efsanevi, olağanüstü bir film. Yaşadığı toplumun gelenekçi yapısı ile kuşatılmış bir kadın ve aşık olduğu, bahçıvanlığını da yapmış olan genç bir adamın ilişkisi. Ön yargıların, kibrin ve anlamsız kuralların araya girdiği, bozmaya çalıştığı bir ilişki. Ve buna direnmeye çalışan bir çift. Öyle bir film ki, yeniden çevrimi olan iki film; Fassbender'in "Ali:Fear Eats Soul"u ve Todd Haynes'ın "Far From Heaven"ı da birer harika. Mutlaka görülmesi gereken, nefis bir klasik...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/439856589381293/

28 Haziran 2012 Perşembe

Vivre Sa Vie / My Life to Live / Hayatını Yaşamak (1962) - Jean-Luc Godard


Bir fransız başyapıtı...
Henüz 22 yaşında olan Nana, aktris olma hayalleriyle evliliğini ve çocuğunu bırakır. Fakat güzel Nana için işler hiç de yolunda gitmez. Bu başladığı yeni hayatında kendini bir anda sokaklarda fahişelik yaparken bulur. Nana'nın hayatını 12 evreye bölerek anlatan ve her bölümde belirlediği temalar ü

zerinden giden Godard, bazı hikayelerle yer yer belgesel türüne de yaklaşmış. Yönetmenin en ilgi çekici yapıtlarından biri.

Ve bir yorum ;
Tek kelimeyle "harika" bir film.. Godard çok etkili bir senaryo yazmış öncelikle...Özellikle filmin son yarım saati inanılmaz etkili...Anna Karina müthiş oynamış...Daha doğrusu rolünü yaşamış...Film müziği çok etkili ve filme son derece uygun...Final oldukça dokunaklı.. .Nananın sesi hala kulaklarımda diyebilirim...İzlediğim en iyi Godard filmi hayatını yaşamak..."Konuşmak, hayatta farklı bir boyuta geçmek gibidir...Yaşamdan feragat ettiğimiz zamanlarda konuşmayı öğreniriz...Konuşmanın anlamını hissederiz...Hayatımızın konuşma olmayan kısmından diğer tarafa geçiş yapmak zorundayız...Sessiz bir hayat imkansız...Tıpkı insanların birbirlerini daha çok sevmesi gibi..."

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150946213333929&set=o.285196264847327&type=3&theater 
The Motorcycle Diaries / Diarios de motocicleta / Motosiklet Günlüğü (2004) - Walter Salles


Bu filmi ve hikayesini bilmeyenimiz yoktur diye düşünüyorum.Bir kaç kez değinildi de,hatta en yakın zaman olarak Che'nin doğumgününde Vahap'ın anma paylaşımında yabancı bir arkadaşı bahsetmişti ama sanırım başlık olarak paylaşılmadı...

Film için bir açıklama ve detay verme gereği görmedim,Che’nin kendi deyişiyle "BEN BEN OLMADAN ÖNCEKİ BEN" sözüyle paylaşıyorum...


https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150947448363929&set=o.285196264847327&type=3&theater
Soy Cuba / I am Cuba / Ben Küba'yım (1964) - Mikhail Kalatozov


Film, dört ana bölümden oluşuyor. Sırasıyla, barlarda fahişeliğe zorlanan genç bir kadının; şeker kamışı tarlasının uluslararası bir Amerikan şirketine satıldığını öğrenen ihtiyar bir çiftçinin; emperyalizme karşı isyan bayrağı açan devrimci bir öğrencinin ve son olarak,
başta silahlı mücadeleye karşı olsa da, devlet terörü karşısında gerilla harekete katılmayı seçen yoksul bir köylünün hikayelerine tanık oluyoruz. Tüm bu bölümler, Küba’yı temsil eden, şairane dış sesle birbirine bağlanıyor. Yer yer Sovyet propaganda filmlerinin, özellikle de Eisenstein’ın etkisinin hissedildiği filmin en büyük özelliği, devrime giden yolda kahramanlaşan isimlere hiç yer vermeden, tamamen sıradan insanların hikâyelerine odaklanması.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150947481808929&set=o.285196264847327&type=3&theater
O melissokomos / Arıcı (1986) - Theodoros Angelopoulos


Sypros sağlam yapılı, kırlaşan bıyıklı bir Yunan köylüsüdür. Sisli gün doğumlarının, hüzünlü günbatımlarının, taştan köylerin oluşturduğu bir dünyaya aittir. Bir gün ardına bir kez olsun bakmadan arabasına atlar ve çiçek tozu güzergahını izlemek üzere kovanlarıyla birlikte yola çıkar. Otostopçu bir kız bu yolculuğunda ona eşlik eder. Angelopoulos'un enfes üslubuyla biçimlenen içsel bir yol filmi...Yönetmenin deyişiyle "Tarihin, aşkın ve Tanrı'nın sessizliği üzerine bir film"

Not : Hayal gücünüzü kullanmayı zorlayan, yavaş ilerleyen tipik sanatsal avrupa filmi. Parçaları birleştirip anlam çıkaramazsanız sıkılabilirsiniz.Ama birleştirin,anlam çıkarın ve sıkılmayın ;)

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150947034688929&set=o.285196264847327&type=3&theater 
L'amant / The Lover / Sevgili (1992) - Jean-Jacques Annaud


1920'li yılların sonunda Hindiçin… Liseli bir Fransız kız, Mekong nehrindeki bir vapurda zengin bir Çinli ile tanışır ve onun birlikte yolculuk etme teklifini kabul eder. Sonrasında genç kız, adamın garsoniyerine gidecek ve ilk aşkı orada yaşayacaktır. Irklar arası sürtüşmenin, para ve statü gibi değerlerin şekillendirdiği bu tutku dolu ilişki, Çinli adam için ömür boyu unutulmayacak gerçek aşk anlamını taşıyacaktır. Ünlü yazar Marguerite Duras’ın Fransa’nın en önemli edebiyat ödülü Prix Goncourt’a layık görülen ve kendi yaşam öyküsünden izler taşıyan romanından, baş döndürücü güzellikte bir uyarlama. 

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150948075188929&set=o.285196264847327&type=3&theater
La faute a Fidel! / Blame It on Fidel! / Fidel'in Yüzünden (2006) - Julie Gavras


1970 sonbaharında Anna dokuz yaşındadır. Gazeteci annesi Marie, zengin bir İspanyol aileden gelen avukat babası Fernando, kardeşi François ve her şeyini kaybetmesinden Castro’yu sorumlu tutan Kübalı dadısı ile Paris’te yaşar. Rahat ve huzurlu yaşamlarına düşen tek gölge, İspanya’da faşist Franco yönetimine karşı mücadele veren eniştedir. Komünist olması nedeniyle, evde eniştenin adı dahi anılmamaktadır.

Ailenin burjuva yaşamı, eniştenin öldürülmesi ve bu olayın ardından, eşi ve çocuğunun İspanya’dan kaçarak yanlarına sığınmasıyla altüst olur. O güne dek İspanya’daki duruma tepkisiz kalan Anna’nın babası, derin bir suçluluk duygusuna kapılır. Eşiyle birlikte Şili’ye ideolojik bir yolculuk yapar ve dönüşte geniş ve bahçeli evlerini bırakıp küçük bir apartman dairesine taşınırlar. Ateşli siyasi aktivistlere dönüşen anne-babasının yeni dünyası, Anna için farklı anlamlar taşır: Ev değiştirmek, düzensizlik, dadısını kaybetmek ve yeni yüzler... Evleri günün her saati sakallı adamlarla dolar; annesi kadın haklarını savunan bir kitap yazmaya girişir; babası ise “faşist” bulduğu Mickey Mouse’u okumasını yasaklar.

Filmdeki dokunaklı öğe, küçük kızın alışık olduğu eski yaşam biçimini yenisi içinde eritmeyi başaramaması, hatta buna güçlü bir tepki sergilemesidir. Çatık kaşlarıyla etrafında olan biteni kavramaya çalışan Anna, çoğu zaman yaşından beklenmeyecek bir olgunluk sergiler. Tıpkı ailesiyle katıldığı bir gösteride, üzerlerine atılan gözyaşı bombasının sisi ile sarmalandığında olduğu gibi…

Film, Türkiye de dahil tüm Avrupa’yı derinden etkileyen 1970-71 arası dönemi ve yaşanan radikal değişimleri Anna’nın kişisel öyküsüyle bağdaştırıyor. Kadın hakları adına verilen mücadele, faşist darbeler, emperyalizm karşıtlığı… Bu olayların fon oluşturduğu film, çatışan ideolojiler, sınıf, ulus, cinsiyet, din ve aile bağları gibi konuları küçük Anna’nın bakış açısından anlatıyor.

“Fidel’in Yüzünden”, ünlü yönetmen Costa Gavras’ın (Kayıp) kızı Julie’nin çektiği ilk sinema filmi. 1970’lerin atmosferini, küçük bir kızın gözünden çarpıcı biçimde yansıtan yönetmen, katı müdahalelerde bulunmayarak özellikle Anna rolündeki Nina Kervel’in çok zor bir rolde son derece başarılı bir performans sergilemesini sağlıyor. Anne rolünde ise Gerard Depardieu’nün kendisi kadar ünlü kızı Julie Depardieu var.


https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150947461343929&set=o.285196264847327&type=3&theater
La ciociara / Two Women / İki Kadın (1960) - Vittorio De Sica


Savaş, yetersiz besin, yetim bir kız, dul bir kadın, parasızlık ve mutluluk arayışı.Vittirio De Sica kadınların hayatlarının aslında ne kadar da zor olduğunu zorlaştıran ana kaynağında aslında ne olduğu bu filmde büyük bir başarıyla gözler önüne sermiş.Sophia Loren muhteşem güzelliği ve oyunculuğuyla filmin kalitesini dahada yukarı çekmiş.İki ustanın elinden çıkan senaryo etkileyici, De Sica zaten ne kadar iyi bir yönetmen olduğunu yıllar önce kanıtlamış. 

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150948086513929&set=o.285196264847327&type=3&theater
High Sierra (1941) - Raoul Walsh


Bogart efsanesini yaratan filmdir. tr vikipedi'de burada bulamayacağınız bütün ayrıntılar var ama özetle söyleyeyim. Çok yakışıklı olmayan, pek de jön oynamayacak Bogard 30'a yakın filmde yan rol oynamıştır Yüksek Sierralar'a kadar ve oyunculuğu da karizması da diğer jönlere taş çıkaracak hale gelmiştir. Bir tesadüf mafya ve haydut tiplemeleri için revaçta olan 2
oyuncu birden başrolü reddedince hayatının fırsatı Bogard'a sunulur ve o da karizmasını döktürür. Afişte ismi alttadır ama filmi hep o sırtlar. Kara filmlerden haydut ve soygun filmlerindendir. Biraz kasvetlidir. Ama olay örgüsü ve akıcı temposu ile türü sevenleri hiç sıkmaz. Finalde artık kendisi için üzülmeye başladığınız bir kötü adam sonunu çizmektedir. Ve final filme ismini veren Türkçeye de aynen çevrilmiş High Sierra'larda sonlanır. Bu California'daki sıradağların adıdır da. Not: İlginç bir tesadüf de Amerika Başkanlığı da yapan Ronald Reagan'ın başrolü geri çevirmesi ile yaşanır.Rol, o aralar yıldızı parlayan Bogart'a önerilir ve sinema tarihine kazınan muhteşem bir karakter yaratılır.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150946238623929&set=o.285196264847327&type=3&theater
Faster, Pussycat! Kill! Kill! (1965) - Russ Meyer
Billie, Rosie ve Varla macera arayan, hızlı yaşamayı seven ve şiddete eğilimli -özellikle Varla- üç kızdır. Bir araba yarışı esnasında genç bir adamı öldürüp sevgilisini de rehin alırlar. Daha sonra bir kaza sonucu kötürüm kalan, bu nedenle kadın düşmanı haline gelmiş, iki oğluyla birlikte yaşayan ve kaza sonucu kendisine ödenen tazminatı sıkı bir şekilde saklamakta olan yaşlı bir adamın evine uğrarlar. Amaçları parayı elde edip uzaklara kaçmaktır ama işler umdukları gibi gelişmeyecektir. "İstismar Sineması"nın en önemli örneği olarak kabul edilen bu filmde, bu türün en önemli iki özelliğinden -seks ve şiddet- şiddete bilhassa bolca yer verilmiş durumda. Sinema tarihi açısından büyük önem arz eden, bu ilginç film görülmeli. Türün meraklıları zaten kaçırmayacaklardır...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/439271482773137/
A ma soeur! / Fat Girl / Kız Kardeşim (2001) - Catherine Breillat
"Kız Kardeşim." İçerdiği cinsellik ve şiddet ögeleri yüzünden pek çok ülkede yasaklanmış bir film. Anne babaları ile tatile gelen iki kız kardeş olan Elena ve Anais için oldukça farklı ve ilginç bir deneyim olacaktır geçirdikleri süre. Güzel Elena tatilde tanıştığı Fernado'ya aşık olur. Anais ise kız kardeşinin aksine şişman ve çok da güzel olmayan bir kızdır. Onların yanında dolaşmakta ve onları deli gibi kıskansa da bir şey yapamamaktadır. İki kız kardeşin çekişmesi, kimi zaman nefrete varan kıskançlıkları, buna rağmen dayanışma duygularını yitirmemiş olmaları oldukça başarıyla işlenmiş. Bekaret, ahlak, seks ve aşk gibi konularda çeşitli sorular soran bu güzel film izlenmeli. Yukarıda belirttiğim uyarı da dikkate alınarak elbette :)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/439322729434679/

27 Haziran 2012 Çarşamba

Grbavica / The Land of My Dreams / Esma'nın Sırrı (2006) - Jasmila Zbanic


Esma ve Kızı...Bosna’lı Jasmila Zbanic’in yazıp yönettiği, binlerce dramatik hikâyenin yaşandığı Bosna savaşında 20.000’den fazla kadının sistematik bir şekilde tecavüz edilmesinin 15
yıl sonraki izlerini ortaya koyuyor...Saraybosna’nın Grbavica semtinde 12 yaşındaki kızı ile yaşayan Esma, 90’lardaki savaşın ardından kendilerine yeni bir hayat kurmak istemektedirler. Bir gece kulübünde garsonluk yaparak kızına bakmaya çalışan Esma, uzun ve yorucu iş saatleri yüzünden kızı Sara ile yeterince ilgilenememektedir. Babasının savaş şehidi olduğu söylenen Sara, bir gün kendisinden yıllardır gizlenen bir gerçeği öğrenir. Anne kız ortaya çıkan korkunç sırrın ardından ilişkilerinde yeni bir döneme gireceklerdir...2005 yılında son anda katıldığı Berlin Film Festivali’ndne büyük ödül olan “Altın Ayı” dâhil, üç büyük ödülle dönen, bir savaş sonrası draması “Grbavica”. Savaşların her zaman en çok acısını çeken kadınların ve çocukların acısı üzerine söyleyecek sözleri olan bir film...Avrupa sinemasının örneklerinden bir tanesi olan bu film, başrolündeki Mirjina Karanoviç’inde sergilediği muhteşem performans ile izlemeye değer bir yapım.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150945566948929&set=o.285196264847327&type=3&theater 
Hachiko monogatari (1987) - Seijiro Koyama
Sahibi Prof. Shujiro Ueno'ya ( Tatsuya Nakadai) hergün işe gittiği Tokyo Metrosu Shibuya istasyonuna kadar eşik eden ve dönüş treni saatinde kendisini istasyonda bekleyen HACHİKO'nun gerçek yaşamdan alınma öyküsü.. Bir yıl süren bu uğurlama-karşılama ritüelinden sonra bir akşam metrodan çıkmadı profesör. Haçiko gözleri metronun kapısında gece boyunca bekledi. Bir sonraki akşam yine yoktu profesör. Üçüncü akşam metrodan yine çıkmadı. Üniversite'de kalp krizi geçirip ölmüştü profesör...

Hachko her akşam sahibini metrodan çıkar diye inatla bekledi. Haftalar, aylar boyunca her akşam tokyo metrosunun Shibuya istasyonu'nun kapısına gitti. Hachiko tam 10 yıl boyunca sahibinin gelmesini bekledi. 12 yaşındayken metronun kapısında öldü.... Bir köpeğin öyküsü ama aynı zamanda dostluğun, arkadaşlığın ve vefanın öyküsü... Bugün Tokyo Shibuya istasyonuna gittiğinizde kapısında "akita" cinsi bir köpek heykeli görürsünüz... BU heykel sahibinin ölümünden sonra 10 yıl boyunca O'nu hergün aynı saatlerde bekleyen Hachko'nun heykelidir...

Hachiko'nun öyküsü 1987 yılında Japon yönetmen Seijirô Kôyama tarafından beyazperdeye aktarıldı. Çekim tekniği ve görüntüleri harika ve gerçekçi. Başrolde Akira Kurosawa'nın gözdesi, Kagemusha ve Ran filmlerinin başrol oyuncusu Tatsuya Nakadai'nin oyun gücü ve duygularını yansıtma biçimi ve dozu mükemmel...

Öykü, 2009 yılında Hollywood prodüksiyonu kapsamında yeniden filme alındı... Tüm yeni sinema tekniklerine karşın sonuç bana göre tam bir fiyasko...Başrol oyuncusu Richard Gere'in filmin çoğu yerinde ifadesiz, bazı yerlerinde abartılı mimik ve hareketleri tam bir başarısızlık örneği...Zaten kendisiyle yıldızımız hiçbir zaman barışmamıştır, ama bu 2009 "imitasyon" film tuz-biber misali... Ya da tuz-biber bile değil, daha yavan...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/438743049492647/

26 Haziran 2012 Salı

W.R.: Misterije Organizma / WR: Mysteries of the Organism / Organizmanın Sırları (1971) - Dusan Makavejev
"W.R.: Organizmanın Sırları." Yugoslav sinemasının en kıymetli isimlerinden biri olan Dusan Makavejev'in efsanevi filmi. Dün Wilhelm Reich isminden bahsettikten sonra bu filmi izleme ihtiyacı hasıl oldu. Konusu hakkında detaylı bilgiyi yorumlarda vermek daha uygun, ben filmden bir replik paylaşmak istiyorum burada;

"Tüm insanlığı seviyorsun ama ne var ki yaşayan tek bir canlıyı, bir bireyi sevmekten acizsin. Kafamı allak bullak eden bu aşk da ne böyle? Devrim kadar tatlı olduğumu söyledin. Ama "Devrim"in sana dokunmasına tahammül edemedin. Bir erkek için bebek nedir? Bir saniyelik iş! Geri kalan her şey kadın işidir! Bu arada, bedenini sanatın hizmetine sunuyorsun! Büyülü, projektörlerle aydınlatılmış şeklin ayak takımının ihtiyaçlarına hizmet ediyor. Halkına ve partine yaptığın tek hizmet yalandan başka bir şey değil! Olsa olsa oyuncak bir balon, devrim değil! İyi bir yalan büyük bir tarihi gerçek olarak süslenir. Belli başlı bir tutum sergileyerek, kendinden geçmiş bir şekilde hedefe doğru uçan bir ok ya da kuvvetlice fırlatılmış bir mızrak gibi insanlığın ihtiyaçlarına hizmet edebilir misin seni kokuşmuş adi?"

Bu olağanüstü ve tam anlamıyla "kült" filmi mutlaka görmelisiniz...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/438082639558688/
Agora / Mists of Time  (2009) - Alejandro Amenábar
2009 Malta - İspanya ortak yapımı. Yönetmeni Alejandro Amenabar. Çektiği iki kısa filmi saymazsak kariyerinde toplam beş filmi bulunan Amenabar’ın son filmi. Hepsini izleme şansına eriştiğim önceki dört filmini bu vesileyle hatırlatmak isterim: Tesis, Abre Los Ojos, The Others ve Mar Adentro. Kartvizitinde böylesine önemli filmler yazılı bu kıymetli yönetmenin son filmini neden üç yıl gecikmeyle izlediğimi soracak olursanız, o da benim hatamdır. Erteleye erteleye sonunda dün gece izleyebildim ve tahmin ettiğim gibi daha önce izlemediğim için hayıflandım. Bir not daha düşmek isterim. Filmin Imdb puanı 7.1. Bu da gayet iyi bir puan ama filmin gerçek değerini yansıtmıyor. Bunun nedenini filmi izleyince anlayacaksınız. Benim notum 8’dir.

Film bir gerçek yaşam hikayesi. Bir kadının, güzeller güzeli İskenderiye’li Hypathia’nın yaşam hikayesi… Hypathia, zekasıyla, zarafetiyle, bilgisiyle olduğu kadar güzelliğiyle de herkesi kendine hayran bırakan, erkek egemen bir çağa damga vurmayı başarmış olağanüstü bir kadın. Matematikçi, astronom ve filozof. Zamanının çok ilerisinde düşünce yapısı ve görüşleriyle tarihteki ışıltılı yerini almış bir kadın. Kepler’den çok önce gezegenlerin hareketlerini anlamış ve kendisinden sonrakilere ışık olmuş bir kadın. Ölümle burun buruna geldiğinde bile canını değil bilimsel dokümanları kurtarmaya çalışmış bir kadın. Aydınlanma döneminin son neferi, son ışığı…

M. S. 4. Yüzyıl’ın son çeyreği ile 5. Yüzyıl’ın başları… Antik inançların ve Pagan dinlerinin son dönemlerini yaşadığı, Hristiyanlığın güçlendiği yıllar. Bağnazlığın, fanatizmin hüküm sürmeye başlayacağı, aydınlanmanın ve özgür düşüncenin katı bir gerileme sürecine gireceği yıllar. İskenderiye’de Paganlar ile Hristiyanlar arasında kanlı çatışmalar yaşanmaktadır. Bilim tamamıyla terk edilmeye, yerini yobazlığa ve hoşgörüsüzlüğe bırakmaya başlamıştır. Böyle bir ortamda kalbinde bilimden başka aşka yer vermemiş Hypathia’nın hiçbir erkeğin dokunmasına izin vermediği bedeni, onlarca gözü dönmüş erkeğin üzerine çullanmasıyla vahşice parçalanır, cesedi sokaklarda sürüklenip yakılır.

Dönemin ruhunu ve kaos ortamını çok iyi anlatmış Amenabar, çok zor bir filmin üstesinden mükemmel gelmiş. Rachel Weisz ise Hypathia’yı büyük bir başarıyla canlandırmış.

Tarihin gördüğü en şahane insanlardan birinin yaşamından kesitler sunan bu son derece iyi çekilmiş, çok kaliteli, etkileyici ve anlamlı filmi mutlaka izlemelisiniz.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/438142279552724/