29 Şubat 2012 Çarşamba

Przypadek / Kör Talih (1981) - Krzysztof Kieslowski


Przypadek-Blind Chance-Kör Talih-1981

"Ratlantının böylesi" paylaşımım yorumlanırken Tamer bey ve Nail'in keyifli atışmalarından "Lola" ve arkasından da bu filmin izlenmesi şiddetle tavsiye olunmuştu.Gerçekten de "olasılıkları" en iyi anlatan filmlerden biri,teşekkürler Taner bey ve Kieslowski tabii...

Ve alıntı bir kritik ;

'' Umutsuz, Acısız bir hayat yaşamaya değer değidir '' der sınıfta profesör.. Bir edebi eser üretmek film çekmekten daha kolaydır. 1970' lerin polonyasını anlatan belki daha iyi bir film yoktur diye düşünmüşümdür hep. Dış dünyanın yanı sıra, iç dünyanın adeta sınırlarını zorlayarak dışarıya çıkarttığı düşünceler silsilesinin hayata yansıması olarak çıktı Lehçe adıyla '' Przypadek '' .. Hiçbir zaman kaderimizde ne yazılı olduğunu, yarının neler getireceğini, hayatımızda bir sonraki anda ne olacağını tam olarak bilmiyoruz. Bir mekan, bir sosyal grup olarak düşünecek olursak duygusal dünyamızda dah çok özgür alana sahibiz. Yapmamız gereken şeyler olduğunu düşünsekte sınırlandırılıyor ya da bir şekilde yapamıyoruz. '' Toplumsal hayatımızda bizi tamamen şansımız yönlendiriyor '' .. ; bu en azından bir dönem polonyasında böyleydi. 50 yıl içersinde iki kez komunist dönem, bir dönem sıkıyönetim ve bir dikta rejimi yaşayan polonyada güvensizlik ve bireycilik hat safhadadır. Öyleki insanların umutları, arayışları, hayal kırıklıkları , talihsizlikleri her an yanıbaşında türemiştir. Aslında öyle bir noktadadır ki insan ; artık her gün hayatımızı sona erdirebilecek, ancak farkında olmadıkları seçimlerle karşı karşıya olduğu şeye yabancı kalmıştır. Ölüm nereden gelirse gelsin, yatakta, orada, burada farketmez .. hiç önemli değil. Bu kaderdi. Son sahne ise insanı şaşırtan nitelikte olup tekrar şu soruyu sordurup ; '' Bizi ne yönlendiriyor ve ne yapabiliyoruz '' sorusuna sanıyorum en güzel cevaptır.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150615466513929&set=o.285196264847327&type=3&theater

28 Şubat 2012 Salı

Des hommes et des dieux / Of Gods and Men / Tanrılar ve insanlar (2010) - Xaiver Beauvois

 
Bu zamana kadar nasıl olupta hala izlememişim dediğim bir film oldu gerçekten. Tek kelimeyle şahaneydi. Kalmak mı zor gitmek mi? İnancın gücü insanı nereye kadar ayakta tutabilir? Canları pahasına bulundukları manastırı terk etmeye yanaşmayan keşişler bu sorulara cevap arıyorlar ve ortaya harika bir film çıkıyor. Kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim..(SB)
2010 yılında Cannes Büyük ödülü kazanmış bir Fransız filmi.

Öykü 1990’lı yıllarda Magrip’te dağdaki bir manastırda geçiyor. Sekiz Fransız keşiş bu manastırda başka dinlere mensup insanlarla birlikte huzur ve barış içinde yaşarken ülkede karışıklıklar ve şiddet olayları baş gösterir. Köktendinciler bölgede hakimiyeti ele geçirmiş ve katliamlara başlamıştır.

Çok tehlikeli bu duruma karşın keşişler manastırı terk etmemeye karar verirler. Ordu tarafından korunmayı da reddeden keşişlerin kararlı duruşu militanların manastırı basmasıyla sarsılır, artık aralarında ayrılmak isteyenler vardır.

İnançların ve fanatizmin masaya yatırıldığı, sakin, ağırbaşlı ve önemli bu film izlenmeli diye düşünüyorum.(NE)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/358966244136995/
Even The Rain / Tambien la iluvia / Yağmuru bile (2010) - Iciar Bollain


Even the Rain-Tambien la lluvia-2010

Kim önerdi bu filmi bilmiyorum,bir şekilde listeme almışım...Biraz önce bitirdim filmi,çok şey bulacaksınız bence hatta iki film birden seyredeceksiniz ;)
Öneren arkadaşıma teşekkürler...

İspanya’nın 2011 Oscar adayı Yağmur Bile, yönetmenlik, Kristof Kolomb ve temel insan hakları mücadelesini bir araya getiriyor. Senaryosu Ken Loach’un daimi senaristi Paul Laverty tarafından yazılan film, Icíar Bollaín’in 2007 yapımı dedektiflik hikâyesi Matahariler’in başarısını takip ediyor. Takıntılı idealist Sebastian, Kristof Kolomb ile ilgili bir film çekmeye kararlıdır, ama bu Hıristiyan kahramanın mitini tersine çevirecek, açgözlülüğünü ve vahşi eğilimlerini gösterecektir. En ucuz ve Latin Amerika’da en yerli ülke olan Bolivya’daki çekimler sırasında, Kolomb’dan 500 yıl sonra toplumsal huzursuzluk patlar. Halk en temel hayati madde olan su için savaşmaya başlamıştır...İyi seyirler...

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150613634933929&set=o.285196264847327&type=3&theater

27 Şubat 2012 Pazartesi

Take Shelter / Sığınak (2011) - Jeff Nichols

 
Bir Amerikan kasabasında sıradan bir Amerikan ailesi. İşitme engelli bir kızları vardır. Adam bir maden ocağında çalışmakta, kadın ise kendince aile ekonomisine katkı sağlayacak şekilde el işleri yapıp satmaktadır. Mutlu sayılabilecek rutin yaşamları adamın tuhaf hareketler yapmaya başlamasıyla alt üst olur. Adam, korkunç rüyalar görmekte ve geleceğine inandığı büyük felaketten ailesini korumaya çalışmaktadır.

Ödüllü bir psikolojik film. Ağır ilerliyor. Film çok sakin, abartısız, sadece izliyorsunuz, yakalanırsınız ya da yakalanmazsınız. Ben yakalandım ve oldukça uzun süresine rağmen ilgiyle izledim. Filmi sevdim, iyi bir film, iyi çekilmiş ve iyi oynanmış. Özellikle Michael Shannon'ın oyunculuğu mükemmel...

Biraz araştırdım, Yönetmen Jeff Nichols'ın 2. işiymiş. İlk filmi Shotgun Stories de olumlu eleştiriler almış bir film. Onda da baş rolde Michael Shannon oynamış. Bulabilirsem bu filmi de izlemek istiyorum.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/358216950878591/

26 Şubat 2012 Pazar

Inglourious Basterds / Soysuzlar Çetesi (2009) - Quentin Tarantino / Eli Roth

 

İkinci Dünya Savaşı ve Nazizm… Vahşet ve trajedi yüklü bu tarihsel süreç her zaman sinemanın ilgi odaklarının başında gelmiştir. Quentin Tarantino’nun son filmi ‘Soysuzlar Çetesi’de İkinci Dünya Savaşı’nda yaşananlara dair alternatif bir öykü teşkil etmekte.
     Film epizotik anlatımı, uzun diyalogları, estetize edilmiş şiddet sahneleri ve kendine özgü komedi anlayışı ile Tarantino’nun bilindik tarzını yansıtmakta.
     Nazilerin işgali altındaki Paris’te geçen film, epizotlar halinde ilerlemekte ve bölümler kendi içinde ağırlıklı olarak yan öykülere yer vermekte olsalar da öykünün bütünlüğünde herhangi bir bozulmanın yaşanmaması Tarantino’nun kurgudaki başarısının altını çizen bir durum.
     Filmde Yahudilerden kurulmuş azılı bir çetenin, Nazilere karşı ve O’nlardan daha vahşi bir biçimde verdikleri savaşı görüyoruz. Bütün her şeyin sonunda Hitler ve üst düzey komutanları toplama kampındaki Yahudiler misali bir sinema salonunda yakılarak öldürülmekteler. Bunu bir intikam biçimi olarak düşündüğümüzde Tarantino’nun birçok insanın zevkle seyredebileceği vahşi arzularını görselleştirdiğini söyleyebiliriz.
     Bu zevkin tatıldığı mekânsa Alman Albay Hans Landa’nın (Christoph Waltz) gözlerinin önünde ailesini katlettiği Yahudi kızı Shosanna Dreyfus’un (Melanie Laurent) kılpayı kurtulduğu bu katliamdan sonra kimliğini değiştirerek Paris’de işletmeciliğini yapmaya başladığı sinema salonunudur. Bu sinema salonunda Alman propaganda bakanı Göbbels’in bir savaş kahramanının hikayesini anlattığı filmin galası yapılacaktır. Fakat filmin sonunda Shosanna’nın eklediği bölüm izlendikten sonra bütün bu tarihin intikamı alınmaktadır. Burada intikamın sinema salonunda alınması ne kadar sembolikse filmlerin yakılarak bomba gibi kullanılması da Tarantino’nun kendi kişisel görüşünü sembolize etmektedir.
     Filmlerinde şiddeti estetize etmeyi seven bir yönetmenin yine merkezinde şiddet bulunan bir filme el atmış olması konunun iyi işlenmesine sebep olmuş. Geçtiğimiz yüzyılın en büyük ve şiddetli savaşına dair bu hikâye, şiddeti küçük öykülerine bile katmayı seven ve bunu iyi becerebilen Tarantino için harikalar diyarına açılan bir delik gibi. Dünyayı Nazilerden kurtarma mücadelesi veren kahramanın tarzı ve olayların içindeki rolü, şiddetin eleştirisinin yine şiddetle yapılmasına uygun biçimde örülmüş. Hatta kurbanlarını en akılalmaz biçimde vahşice öldüren/öldürten Teğmen Aldo Raine’nin (Brad Pitt) Hitler’e olan benzerliği bu durumu doğrular nitelikte.
     İkinci dünya savaşına dair yapılmış filmlerin genelinde karşımıza çıkan vahşi ırk ve masum Yahudiler karşılaştırmasına alternatif filmlerde olduğu gibi (Schnidler’in bir nazi olması yada piyanisteki Yahudi polisler) ‘soysuzlar çetesi’ de masumiyet ve vahşet kavramlarının bütünsel olarak insana has duygular olduğunu vurgulamaktadır. Film ‘evet büyük bir trajedi yaşanmıştır ama bu ne toplumların ne de ırkların ürünüdür; bu bir zihniyetin sonucudur’ demektedir. Tabi ki Tarantino bunu kendine has abartılı üslubuyla sunuyor.

24 Şubat 2012 Cuma

The Wall / Duvar (1982) - Alan Parker


Sinemanın müzikle, şarkılarla harmanlandığı ve seyirciye çoğunlukla renkli, şık hayaller sunan müzikal filmlere farklı bir pencereden bakacağız bu dosyada. Beyazperdenin tüm büyülü ve görkemli düşlerini bir kenara bırakın çünkü bu müzikaller  ‘Öteki’ Müzikaller!
Öteki Müzikaller serisinin ilk konuk filmi: ‘Pink Floyd The Wall’ …Alan Parker, 1978’de Türkiye’de büyük tepkilere yol açan filmi ‘Geceyarısı Ekspresi’nden birkaç yıl sonra, tüm zamanların belki de en etkileyici savaş karşıtı filmlerinden birine imza attı. Bu unutulmaz başyapıtta Parker’ın yoluna ışık tutan ise bir müzik başyapıtıydı; İngiliz rock grubu Pink Floyd’un efsanevi ‘The Wall’ albümü..
Savaş olgusu sinemanın ilk zamanlarından bu yana sayısız kez kullanılan bir tema hiç kuşkusuz. İnsanlığın en kanlı icadı diyebileceğimiz bu ‘kirli oyun’, ne zaman, nerede ve kimler arasında yaşanırsa yaşansın, asıl faturanın hep ‘insan’a kesildiği bir süreç! Gücünü ‘insan’dan ve ‘O’na dair olandan alan yedinci sanat da işte bu trajedi tablosunu pek çok kez perdeye yansıttı. Epik anlatıdan, bilimkurguya, belgeselden drama kadar birçok türde dillendirildi, ‘savaş’ın kendisi bir tür sineması oldu. Özünde insana dair bir trajedi olan ‘savaş’, film literatüründe de sayısız başyapıt ortaya konmuş olan bir tür sineması.
Hatırlayacağımız film ‘Pink Floyd The Wall’ ise kuşkusuz bu alandaki başyapıtlardan biri. Tematik türdeşlerinden farkı ise müzikal, animasyon, dram gibi türler arası geçişleri dolayısıyla melez bir yapıya sahip olması.Ve  senaryosunun kaynak aldığı metni bir müzik albümünün oluşturması. Ki bu albüm müzik tarihinin gelmiş geçmiş en iyi albümlerinden biri kabul edilen ‘The Wall’.
Kendi dinleyici ilişkim doğrultusunda, Dünya’nın başına gelmiş en iyi müzik olaylarından biri! olarak tanımlayabileceğim Pink Floyd, bir neslin hayata bakışını, fikir dünyasını şekillendiren ve günümüzde etkisini hala koruyan bir müzik ekolü. Grubun 1979’da yayınlanan unutulmaz albümü The Wall ise (bilenler hatırlar), hikayesel kurguya sahip şarkılardan oluşan bir  konsept albüm. Pink adında hayali bir rock yıldızının hayatını genel kronolojik bir sırayla anlatır şarkılar. Pink’in çocukluğundan başlayarak, yaşadıklarının, çevresinin etkisiyle kendini toplumdan soyutlamasını ve giderek zihninin kontrolünü kaybetmesi işlenir. Albüme adını veren Wall (duvar) ise onun bu soyutlanışının en net metaforudur. Onu içine alan bu buhranın temelinde yatan neden ise, babasını 2. Dünya Savaşı’nda kaybetmiş bir çocuk olmasıdır aslında. (Çünkü ondan sonra hayatında neredeyse hiçbir şey yolunda gitmeyecektir.)
Zaten konseptin hazırlık aşamasında ilerisi için öngörülmüş olan film projesini ise, albümün yayınlanmasından 4 yıl sonra, İngiliz sinemasının önemli yönetmenlerinden biri olan Alan Parker gerçekleştirdi. Senaristlik koltuğunda da elbette, albüm konseptinin büyük oranda söz yazarı olan ve grubun beyni olarak bilinen Roger Waters vardı. Filmin hem görsel hem de metaforik anlatım dilinin en önemli parçasını oluşturan unutulmaz grafik animasyonları ise İngiliz çizer Gerald Scarfe imzalı.
Lüks bir otel odasında televizyona kilitlenip kalmış görüntüsüyle filmde ilk kez görürüz Pink’i. Bu onun ‘hissizleşme süreci’nin ileri safhasıdır aslında. Savaş görüntüleri, bir başka yerde polisin  bir grup genci şiddet göstererek etkisiz hale getirmesi ve diktatör Pink’in balkon konuşmasıyla harmanlanır görüntüler. Düz bir kurguda ilerlemeyen hikayede, Pink’in kendisine ve Dünya’ya karşı verdiği psikolojik savaş baş gösterecektir giderek. Hayatının her safhasında Dünya’yla arasına koyacağı o ‘Duvar’a bir tuğla daha eklenir.
İlk aşama elbette ki çocukluğudur; ‘The Thin Ice’ ve ‘Another Brick In The Wall I’ parçaları vardır bu bölümde fonda. Babasının da öldüğü bombardımanın ardından cephede, yüzlerce ölü beden ve acı çeken yaralı asker görülür. Cephede her yeri kaplayan kan tabakası, otel havuzunda Pink’in etrafını sarar ve bu yaşanacak olan krizin ilk anıdır. Babasız bir çocukluğun en derin izleri ise Pink’in parkta bir adamın elini ısrarla tutmak istemesinde kendini gösterir. Babalarıyla parka gelen diğer çocuklar gibi değildir Pink. Babasız geçecek olan çocukluğu, onun zaten en baştan ‘başka türden birisi’ olmasına neden olmuştur. G. Scarfe’nın, güvercinin birer savaş uçağına dönüştüğü unutulmaz animasyonunda ise ‘Goodbye Blue Sky’ duyulur. Artık gökyüzü hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır!
Duvara diğer tuğlanın konması ise okulda yaşanır. ‘Another Brick In The Wall II’ eşlik eder bu döneme. Eğitim sistemine ve düzenin dayattığı tek tip insan yetiştirme olgusuna öylesine ağır eleştiri içerir ki bu bölümler, Pink’in örmeye çalıştığı duvar giderek daha sağlam bir meşruiyet kazanır seyircinin gözünde. Okul ve eğitim sistemi birer kıyma makinesi olarak imgelenir. Çocukların yüzlerinin hepsi aynıdır ve bir robot edasında sırayla çarkların içinden geçerler. İleride de sık sık seyircinin karşısına çıkacak olan devasa çekiçler görülür. Çekiç işleyen çarkın bir dişlisi olduğu gibi bireyi duvardaki tuğlalardan biri olmaya zorlayan sistemin de bir korku simgesidir.
‘Mother’ ın sözleri duyulduğunda ise Pink’in annesiyle olan korunaklı ilişkisine şahit oluruz. Bir çocuğun o yaşta kendisine ağır gelen Dünya’dan kaçıp sığınacağı bir limandır anne figürü. Hatta büyüyüp bir rock yıldızı olduğunda bile!
Pink’in dönüşümünün ikinci büyük krizi yaşanır rock yıldızının otel odasında. ‘Tüketim’e saplanıp kalmış Pink’in hayatı ve ilişkileri giderek daha içinden çıkılmaz bir hal alır. Son darbe ise sevgilisinin ihaneti olur. Geride bıraktığı yaşamının tüm taşları tekrar dizilir zihninin içinde ve duvar neredeyse tamamlanmak üzeredir artık.
Kurduğu duvarın arkasında sıkışıp kalan Pink bu kez dışarı çıkmak için duvarda bir boşluk arar. ‘Is There Anybody Out There’ onun  kurtulmak için attığı yardım çığlıklarıdır. Tren garında savaştan dönen birlikler karşılandığında, Pink’in bu soyutlanışının temeline gideriz bir kez daha. Parktaki ‘baba’ arayışına benzer bir arayışla savaştan dönen babasını arar, ama yoktur. Ve artık tamamen duvarın arkasındadır.
Kontrolün tamamen kaybedilmesi ve Dünya’dan kopuş gerçekleşmiştir. Rock yıldızının konsere çıkabilmesi için ise artık tek yol uyuşturulmasıdır. Otel odasında uyuşturucu verilme sahnesinde ‘Comfortably Nomb’ çalmaya başladığında ise Pink tam bir ‘keyifli duygusuzluk’ içindedir. ‘Rüya bitmiş ve çocuk adam ölmüştür’ !
Yaka paça taşındığı sahnelerde vücudunu saran kurtlar onun ruhunun ele geçmesinin ve çürüyüşünün birer metaforudur. Ancak bu yokoluş başka bir varoluşun doğmasına neden olacaktır.
Filmin tematik olarak işlediği savaş olgusu aslında 2. Dünya Savaşı’nı simgeler. Duvar, ayırıcı bir imge olmanın yanında ‘Berlin Duvarı’nı referans alan bir imgedir. Duvarın öte yanındaki tehlike ise faşizm ve elbette ki Nazi rejiminin bir türevidir. Deliriş ve çürüyüşün ardından Pink, faşist bir lider olmuştur ve artık ördüğü duvarın arkasında olmaktan son derece memnundur. ‘İyi Pink’in otelde kaldığını, onu temsilen kendisinin geldiğini söyler çılgın kalabalığa.
Eşcinselleri, yahudileri, zencileri ve kendince ‘öteki’ olan bütün ‘ayak takımı’nı duvara dizdirir. ‘Güçsüzler ayrık otu gibi temizlenecektir artık. Bu duvarın ardındaki ‘kötü’nün zafer kutlamasıdır. Şehir ele geçirilmeye başlanmıştır, ‘Goodbye Cruel World’ şarkısını geldiğinde ise büsbütün örülen duvarla izolosyan tamamlanır. Faşizmin askeri birliklerinin yürüyüşü, o devasa çekiçlerin resmi geçidine dönüşür!
Ancak Pink tükenir. G. Scarfe’nin müthiş animasyonlarının son sekansında ‘The Trial’ duyulmaya başlanır. Bu Pink’in kendiyle yüzleşmesidir. Yaşadığı psikolojik ve sosyal izolasyonun tüm figüranları bir aradadır ve hesaplaşma gerçekleşir. Yargıç onu duvarı yıkmaya mahkum eder!
Parker, Duvar’ı yıkarak film boyunca kurduğu distopik evreni aydınlığa kavuşturur böylece. Duvarların yıkılabilmesine umut verir! Ve son sahnede,  savaşın yıkıp geçtiği sokaklarda birkaç çocuk görülür; tuğlalarla oynayan, etrafa saçılmış süt şişelerini kontrol eden çocuklar. Savaştan geriye kalanın ne olduğuna dair en net resimdir bu.. Savaş cephede bitmiştir, ancak geride kalanlar için herşey daha yeni başlayacaktır.
Alan Parker, diyalogsuz kesintisiz bir müzikle ve karikatürle perdeye yansıtığı bu efsanevi albümün, müziksel ve görsel bir kompozisyonunu çiziyor. Savaşın, faşizmin ve ötekileştirmelerin insan hayatında ve de ruhunda yarattığı yozlaşmanın, sarsıcı bilançosunu resmediyor. Güçlü sinematografi ise filmin her karesinde kendini hissettirirken, sinemaya da akıllara kazınan sahneler armağan ediliyor. Pink’i canlandıran Bob Geldolf  ‘ın performansı, Scarfe’nin müthiş çizimleri ve elbette ki Pink Floyd’un unutulmaz albümünün müzikleriyle film tam bir başyapıt niteliğinde. Aynı zamanda çekildiği dönem göz önüne alındığında, zamanının ötesinde vizyonuyla da video kliplerin de atası sayılabilir nitelikte bir yapım.
İnsan ruhunun derinliklerine inen, onun karanlık ve aydınlık noktalarını  görsel diliyle de gösterebilmeyi başaran film, savaşa dair çok net bir söylem üretiyor. Bunu filmin açılışından bir sahnede geçen şarkı sözleri özetliyor gibi adeta. ‘Cepheler tutuluyor belki ve savaşlar kazanılıyor, kaybedilen birkaç yüzbin sıradan yaşamın sayesinde…’
‘The Wall’ o sıradanlıklar içinde yaşanılan hayatlara, geride kalanlara, ölenlerin ardından yaşamaya çalışanlara ve çocuk bakış açısına mercek tutuyor. Çünkü devletler ya da ordular kazanıyor gözükse dahi, kaybedenler hep daha çok… Seyredilmesi ve üzerine tekrar tekrar düşünülmesi gereken bir film. Çünkü şunu sıklıkla hatırlamakda fayda var: Tarihin yazdığı hiç bir savaş yok ki; asıl kazananı ‘insan’ olsun!(eksisinema.com'dan)

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150605831018929&set=o.285196264847327&type=3&theater
Stay / Gitme (2005) - Marc Forster


Filmde birçok ipucunun olması ve sonunun tahmin edilemez olması bana göre zaten filmi özel kılan şey. Çoğu filmde olasılıkları düşünürüz ve filmin sonu henüz yaklaşmamışken neler olup bittiğini anlarız. Bu insanı büyük bir sırrı çözmüş gibi bir yanılgıya sevk ettiği için büyük bir çoğunluk böyle filmler tercih eder. Stay gerek sahne geçişleri gerek müzikleri gerek replikleri gerek kurgusu ve anlatımı olmak üzere bence izlenesi bir film...

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150605827438929&set=o.285196264847327&type=3&theater 

20 Şubat 2012 Pazartesi

Unknown / Kimliksiz (2011) - Jaume Collet Serra


Dr. Martin Harris, Berlin gezisi sırasında bir trafik kazası geçirir ve komaya girer. Komadan çıktığında ise, karısının bile onu tanımadığını görür. Dr. Harris, bir başka kişinin kendi kimliğini çaldığını ve yerine geçtiğini görünce daha da büyük bir şoka uğrar. Kaza öncesinde tanıdığı herkes, artık onun Harris olduğuna inanmamaktadır. Kendi kimliğini ispatlama mücadelesinde yalnızdır, yorgundur ve umutsuzdur. Bilmediği sebeplerden ötürü Gina adlı genç bir kadın ona yardım etmeye başlar.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150597383638929&set=o.285196264847327&type=3&theater
Los ojos de Julia / Julia's Eyes / Julia'nın Gözleri (2010) - Guillem Morales


Julia'nın (Belén Rueda) sonunda onu kör bırakacak olan bir göz hastalığı vardır.Julia'nın ikiz kız kardeşide aynı hastalığa yakalanmış ve kendini bodrum katında asarak intihar etmiştir.Herkes onun intihar ettiğini düşünsede Julia aynı fikirde değildir,kardeşini kimin öldürdüğünü bu işin gerçek nedenini öğrenmek amacı ile kendini bu göreve adar ve araştırmaya girer.İpuçlarını
tek tek toplamaya başladığı andan itibaren izlenildiğinin farkına varır.Bu arada gözündeki hastalık ilerlediğinden dolayı Julia cerrahi bir operasyon geçirir ve iki hafta boyunca gözünde bir sargı ile yaşamak zorunda kalır.Kardeşini öldüren katilin geceleri evine girip kendisini izlediğini hisseder ve onun için gerilimli saatler başlamıştır.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150597373773929&set=o.285196264847327&type=3&theater
La Proie / Av (2011) - Eric Valette


Bu filmin altına imzamı atarım .Gerilmek mi istiyorsunuz yoksa bol adrenalinmi? Hepsi bu filmde.Bilindiği üzere çoğu fransız filmi konu olarak hep ağır olur. Bu filme fransız filmi demeye şahit gerek.Bir kere izledim doymadım 2. kez bir daha izledim gene doymadım. Bakmayın düşük bir puanda olduğuna fazla bilinmiyorda o yüzden. Bu filmi şiddetle tavsiye ediyorum.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150597367278929&set=o.285196264847327&type=3&theater
Identity / Kimlik (2003) - James Mangold


Şiddetli bir fırtına, birbirine yabancı ve sırlarla dolu on insanı, asabi bir gece müdürünün idaresindeki ıssız bir motelde bir araya getirir. İçlerinde bir limuzin şoförü, bir tele kız, bir katili nakleden bir polis, 80'li yılların bir televizyon yıldızı, yeni evli bir çift ve kriz içinde olan bir aile bulunmaktadır. Sığınacak bir yer bulmanın getirdiği rahatlama, yolcuların teker teker ölmeye başlamasıyla yerini korkuya bırakır. Çok geçmeden, yaşamak istiyorlarsa, kendilerini biraraya getiren sırrı çözmekten başka çareleri olmadığını anlayacaklardır.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150597357323929&set=o.285196264847327&type=3&theater
Good Bye Lenin (2003) - Wolfgang Becker


Doğu Almanya yıkılmadan önce kalp krizi geçiren ve 8 ay komada kalan anne, dışarda olup bitenlerden habersizdir. Doktor en ufak bir şokta annenin ölebileceğini söyler. Bunun üzerine oğlu ona yapay bir dünya oluşturur. Hatta bunun için arkadaşıyla birlikte çektiği haber bültenlerini annesine izletir. Doğu Almanya'nın yıkılması ile sosyalizme inanan insanların hayallerinin yıkılışına dikkat çeken film dünyadaki politik sistemleri de eleştirmektedir.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150597352273929&set=o.285196264847327&type=3&theater
Flatliners / Çizgi Ötesi (1990) - Joel Schumacher


Yaşamın öbür tarafını merak eden 5 tıp öğrencisi bir araya gelerek, beden fonksiyonlarını durdurup ölümün öbür tarafını görmeyi denerler. Fakat, diğer tarafa yapılan bu ziyaretler zamanla karanlık olayların ortaya çıkmasına sebep olacaktır.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150597270823929&set=o.285196264847327&type=3&theater

19 Şubat 2012 Pazar

Vantage Point / Bakış Açısı (2008) - Pete Travis


Yönetmen Pete Travis'in ilk uzun metraj sinema filmi, Barry Levy'nin yazdığı filme alınan ilk senaryo, Matthew Fox'un Lost sonrası ilk önemli rolü. Bu kadar çok ilk birleşince ortaya vasat bir film çıkacağı zaten baştan belli oluyor ama William Hurt, Sigourney Weaver, Forest Whitaker gibi önemli oyuncuların filmde yer almayı kabul etmeleri de bir soru işareti bırakıyordu kafalarda. Üstelik film, tıpkı Rashomon ve The Killing/Son Darbe gibi iki klasiğin izinden gidip aynı olayı farklı karakterlerin gözünden anlatmayı seçiyor.

8 farklı kişinin İspanya'nın Salamanca kentinde Amerikan başkanına düzenlenen suikaste tanıklığını birleştirerek tek bir olay örgüsü ortaya koymaya çalışan film, en çok da bu en önemli amacında çuvallıyor. Stanley Kubrick'in Son Darbe'de oya gibi işlediği kurgu biçimini sürekli devamlılık hatalarıyla tekrar edemiyor Vantage Point. Zorlama karakterleri, mantık hataları, oyuncuların etkileşimsizliği ve en önemlisi de sürprizini çok çabuk belli etmesiyle (başkanın içerideki düşmanını ilk görüşte anlayabiliyorsunuz) epey bir olumsuzluğu yükleniyor film. Kendini kurtaran ise MTV videoklip tarzı hızlı kurgusu, araba takibi gibi heyecanlı sahneler ve biraz olsun yan oyuncuların iyi performansı oluyor. Lakin günümüz 16-21 yaş arası üniversiteli sinema seyircisinin "adamlar yapıyor abi" nidalarıyla izleyeceği bir film olduğunu da belirteyim. Filmin sürprizi belli etme eksisi haricindeki diğer tüm olumsuz özellikleri ben ve benim gibi delileri ilgilendiriyor.

İlginç Bilgi: Dennis Quaid'in canlandırdığı Gizli Servis ajanı, In the Line of Fire/Ateş Hattında'da Clint Eastwood'un canlandırdığı Gizli Servis ajanı karakterinden birebir kopya edilmiş. İki karakterin yalnızca isimleri farklı o kadar.


https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150593499663929&set=o.285196264847327&type=3&theater
Unthinkable / Akılalmaz (2010) - Gregor Jordan


Belki grup ismimize uygun olmayan yani bir Cult film değil ama izlenilir,keyyli ve bağlayıcı...

Henry Herald 'H' Humphries (Samuel L. Jackson) A.B.D. Ulusal Güvenlik Birimin de görevli özel ve sınırsız yetkileri olan bir ajandır. Kendisine birim içinde By 'H' denmektedir. Aslında görevi Amerika'nın ulusal güvenliğini tehdit edebilecek yakalanmış teröristleri işkenceyle sorgulamaktır ve işte de ol

dukça iyidir. Helen Brody (Carrie-Anne Moss) FBI'ın gözbebeği Ajanlarından biridir. Her iki Ajan bu sefer çok tehlikeli bir durumla karşı karşıyadır. Her ne kadar birbirlerini hazzetmeseler de bu tehlikeli durum karşısında birlikte çalışmak zorundadırlar, çünkü biri iyi biri acımasızdır.

Steven Arthur Younger (Michael Sheen) Arap kökenli bir Amerikan vatandaşıdır hatta A.B.D. Ordusunda patlayıcı uzmanı olarak görev yapmıştır. Fakat bu kez bütün Amerikan yetkililerine bir video göndererek herkesin kanını dondurur. Çünkü videosunda istediklerini yapmazlarsa üç A.B.D. Eyaletini havaya uçurmakla tehdit eder. Durum çok vahimdir ve çok kısa bir sürede Steven yakalanmalıdır.

Günümüz gerçekçiliği ile örtüşen sıra dışı senaryosu ve kurgusuyla, mükemmele yakın oyuncu seçimi ve bu oyuncuların gösterdikleri performansla ''Düşünülemez'' mutlaka seyredilmesi gereken bir yapıt. Usta oyuncu adeta efsaneleşmiş olan Samuel L. Jackson'dan yine büyüleyici bir performans izleyeceksiniz. Filmin yönetmen koltuğunda da deneyimli sinemacı Gregor Jordan oturuyor.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150593533288929&set=o.285196264847327&type=3&theater
The Negotiator / Arabulucu (1998) - F. Gary Gray


Arabulucu-1998
Polis helikopterleri, şehrin merkezinde, içinde Chicago Polisinin İç İlişkiler Bürosu nun da bulunduğu binasının 20. Katını saralar. S.W.A.T ın adamları, ateş hattındaki İç İlişkiler Bürosu nun şefi Danny Roman ve adamlarına nişan almış, beklemektedir. Roman, bir rehine kurtarma uzmanıdır. İşlemediğini ispatlayamadığı bir cinayet ve zimmet suçlamasıyla hayatı alt üst olmuştur. Haklı

olduğunu kanıtlayabilmesi için tek çare, en iyi bildiği yolla kendisinin dinlenmesini sağlamaktadır. Danny böylece, birilerini rehin alır. Bu durumda onu bütün dünyanın dinleyeceğini bilir. Bilir, çünkü kendisi de kurtarıcısıdır. Danny nin onu dinleyecek birine ihtiyacı vardır. Kendisi gibi saygın bir rehine kurtarıcısı ve polis olan Chris Sabian dan arabuluculuk etmesini ister. Sabian böylece, her an kontrolden çıkabilecek bu durumu değiştirmek için hazırlıklara başlar.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150594333123929&set=o.285196264847327&type=3&theater
The Machinist / Makinist (2004) - Brad Anderson


Trevor Reznik adlı bir makine operatörü uyuma yeteneğini kaybeder. Fakat bu sıradan bir uykusuzluk sendromu değildir. Aşırı yorgunluk ve uykusuzluk yüzünden fiziksel sağlığı ve akli dengesi bozulmaya başlar. Yanında çalışanlar en başta görünüşündeki tuhaflıktan ötürü ondan ürkmeye başlarlar ancak dükkanda onun da karıştığı bir kaza sonucu adamlardan biri kolunu kaybedince adamları ka
rşısına almış olur. Kaza yüzünden Trevor'ı suçlarlar. Artık hem kendisi hem de diğerleri için bir engel haline gelmiştir ve adamların tek isteği Trevor'ın gitmesidir.Çalışanların onun işten atılması için komplo kurmaya başlamalarını anlayınca Trevor'ın suçluluk duygusu zamanla şüphe ve paranoyaya dönüşür, acaba daha kötüsünü mü beklemelidir? Önce evinde gizli notlar bulur. Tüm bu gizemler, Trevor'ı delirtmek için kurulmuş bir entrikanın parçaları mıdır? Yoksa her şeyin sebebi aşırı uykusuzluk ve yorgunluk mudur?Olup bitenleri anlayabilmek için meydana gelen tuhaf olayları araştırmaya başlayan Trevor'ın hayatı uykusuz bir kabusa dönmeye başlar. Daha fazla öğrendikçe aslında daha azını bilmiş olmayı tercih eder.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150594335728929&set=o.285196264847327&type=3&theater
Sliding Doors / Rastlantının Böylesi (1998) - Peter Hovitt


Rastlantının böylesi-1998
Zamanlama, kader ve aşk üçgeni üzerine kurulu olan 'Silding Doors', rastlantılar, zor verilen kararlar ve tekdüze yaşamların süregeldiği modern dünyada, sadece bir kaç saniyelik gecikmenin insan hayatını nasıl değiştirebileceğini sergileyen bir film.


https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150594338718929&set=o.285196264847327&type=3&theater
Running Scared / Kaçış (2006) - Wayne Kramer


Joey Gazelle (Paul Walker) inde içinde olduğu ters giden bir uyuşturucu pazarlığında çıkan çatışmada polisler ölür. Joey olayda kullanılan silahı yok etmeyi planlamaktadır. Ancak komşunun çocuğu bu silahı bulup,hiç sevmediği babasını vurmak için kullandıktan sonra herşey tersine gitmeye başlar. Joey, mafya ve polisten önce çocuğu bulmak, cinayeti örtbas etmek ve en önemlisi cinayet silahını yok etmek zorundadır.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150594330843929&set=o.285196264847327&type=3&theater
Memento / Akıl Defteri (2000) - Christopher Nolan


Filmi ilk izleyişinizde bütün her şeyi eksiksiz olarak kavramanız imkânsıza yakın. Ama filmi izledikten sonra iyice düşünüp, yap-boz’un parçalarını tek tek yerleştirirken çok keyif alacağınızı garanti ediyorum. Kim bilir belki de filmi tekrar izlemek isteyeceksiniz.

Fakat en sonunda bulmaca tamamlanıyor ya da siz öyle sanıyorsunuz…

Filmin başı aslında sonu. Kafanız mı karıştı? Yani film başladığında sonunu görüyorsunuz film biterken de başlangıca geliyorsunuz. Ayrıca bu anlatım tekniği ile kendinizi kolaylıkla Leonard’ın yerine koyuyor ve adeta onunla özdeşleşiyorsunuz. Filmi izlerken acaba şimdi ne olacak yerine önceden ne olmuştu diyor ve her şeyi yerli yerine oturtmak için kendinizi düşünmeye zorluyorsunuz. Tıpkı Leonard gibi, kimin yalan söylediğini, kime güvenilmesi ve kime güvenilmemesi gerektiğini bilmemeniz de cabası.

“Seni unuttuğumu hatırlamıyorum.”

Filmdeki diğer iki önemli oyuncu ise  Carrie-Anne Moss ve Joe PantolianoThe Matrix’in Trinity’si olarak ünlenen Carrie-Anne Moss, filmde canlandırdığı Natalie karakteri ile sadece aksiyon filmlerinde başarılı olmadığını ispatlıyor. Yine The Matrix’de ki Cypher rolü ile hatırlayacağımız Joe Pantoliano şüphe dolu karakter Teddy’yi canlandırırken övgüyü hak ediyor.

L.A Confidential ile adını duyuran Guy Pearce, Memento’da altından kolayca kalkılamayacak bir karakteri olağanüstü bir inandırıcılıkla yorumlayarak üne kavuştu.  Fakat ne olduysa bu filmden sonra oldu. The Count of Monte Cristo ve The Time Machine ile düşüşe başlayan aktör artık filmlerde 5-10 dakika gördüğümüz biri haline geldi. İnsan bu manzara karşısında üzülüyor tabi ki ve şunu demeden de edemiyor: “Nereden nereye?!”

Daha filmin ilk dakikalarından itibaren çok farklı bir senaryo ile karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Farklı bir senaryo olduğunu anlamak kolay ama filmi anlamanız bu kadar kolay olmuyor maalesef. Hatta film gösterimde iken birçok kişi filmi anlamadığı için internet sitesinde film ile ilgili bazı açıklamalar yapılmıştı. Son derece yaratıcı bir zekânın ürünü olan bu senaryo 2002 yılında Akademi Ödüllerine “En İyi Orijinal Senaryo”  dalında aday olarak gösterilmişti ama ödülü alan Gosford Park (Tahammülü zor ve son derece sıkıcı bir film.) olmuştu.


“Bir şeyleri hatırlamıyor olmam yaptıklarımı anlamsız kılmaz.”

Ve vücudunda ki dövmeler ona her aynaya baktığında unutmaması gereken bir gerçeği hatırlatır…

Karısının öldüğü gün başından yaralanan Leonard Shelby, karısının ölümünden önceki olayları detaylarına kadar hatırlamasına rağmen on beş dakika önce nereye gittiğini, kiminle konuştuğunu, kime güvenip kime güvenmemesi gerektiğini hatırlamamaktadır. Bu eksikliğini sistemli bir şekilde gidermeye çalışır. Sürekli yanında gezdirdiği polaroid fotoğraf makinesi ile yeni tanıştığı insanların fotoğraflarını çeker ve fotoğrafların arkasına onlar ilgili bilgiler yazar. Hatırlamak için her şeyi not alır.

Los Angeles. Pahalı kıyafetler giyen ve son model bir Jaguar kullanan Leonard Shelby (Guy Pearce), ucuz motellerde bol paralı bir yaşam sürmekte olan eski bir sigorta müfettişidir. Yaşamının tek bir amacı vardır. Karısına, tecavüz edip öldüren adamı öldürmek…

“Berbat bir şey olmalı. Her şey geriye doğru sanki belki bir sonraki yapacağın şeyi biliyorsun. Ama ondan önce ne yapmış olduğunu bilmiyorsun.”

1990 yılında Penny Marshall tarafından çekilen ve Robert De NiroRobin Williams ikilisinin başrolde olduğu Awakenings (Uyanışlar).

1999 yılında Irwin Winkler tarafından çekilen Val Kilmer’lı At First Sight (İlk Görüşte Aşk).

Bu hastalık, ünlü Nöroloji Profesörü Oliver Sacks‘in gerçek hayattaki hastalarıyla ilgili yazdığı The Man Who Mistook His Wife for a Hat adlı kitabında da geçiyor. Bu kitapta Oliver Sacks, Anterograde Amnesia hastaları hakkında bilgiler veriyor. Hatta kitapta geçen hastalardan birinin ismi “Jimmy G.”. Christopher Nolan‘ın filmde kullandığı John G. ve Jimmy G. isimlerini buradan alıntı yaparak seçtiğini tahmin edebilirsiniz. Ayrıca Oliver Sacks’ın kitaplarından direk olarak uyarlanan iki film var;

Anterograde Amnesia, beynin en az üç değişik bölgesinde meydana gelen hasarlar sonucu oluşuyor. Bunlardan en önemlisi beyindeki hippocampus adı verilen bölgede meydana gelen hasar. Bu bölgede meydana gelen bir hasar, hiçbir yeni bilginin buradan geçememesi ve hafıza olarak depolanamaması anlamına gelir. Ancak daha önce depolanan bilgiler bir zarar görmediği için hasta hasardan önceki olayları rahatlıkla hatırlar.

Memento, Jonathan Nolan tarafından yazılan Memento Mori* adlı kısa hikâyeden abisi Christopher Nolan tarafından uyarlandı. Filmde Guy Pearce‘ın oynadığı Leonard Shelby‘nin kısa dönemde yeni hafıza oluşturamama hastalığı var. Gerçekte de var olan bu hastalığın bilimsel ismi “Anterograde Amnesia“.

Christopher Nolan, 1998’de henüz 28 yaşında iken tanınmamış oyuncularla ve siyah beyaz çektiği Following ile büyük bir başarıya imza atmıştı. Bu ilk uzun metraj filmle kariyerine olumlu eleştiriler alarak başlayan genç yönetmen, 2 yıl sonra çektiği Memento ile sinema dünyasında kendine hatırı sayılır bir yer edindi.(sivrisinema.com'dan)

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150593507483929&set=o.285196264847327&type=3&theater
Man on Fire / Gazap Ateşi (2004) - Tony Scott


Yıllar önce ordudaki özel bir birlikte görev alan Creasy, bu günlerden kalan kötü anılarını silmekte ve yeni hayatına adapte olmakta zorlanmaktadır. Geleceği belirsiz bir haldeyken Meksika sınırında eski arkadaşı Rayburn ile karşılaşır ve bu sayede bir koruma görevlisi olarak bir iş bulur.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150594328738929&set=o.285196264847327&type=3&theater
İnhale / Nefes Nefese (2010) - Baltasar Kormakur


İzlandalı Balthasar Kormákur'un yıldızlarla dolu son filmi, ülkesi dışında çektiği ilk, İngilizce çektiği ikinci film. Nefes Nefese, ender görülen bir hastalığa yakalanan kızları Chloe'yi kurtarmak için çabalayan Los Angeles Bölge Savcısı Paul Chaney ve karısı Diane'in soluksuz izlenen öyküsünü anlatıyor. Her iki ciğerinin birden değiştirilmesi gereken ve organ nakli için sıra bekleyen Chloe, gitgide kötülemektedir. Paul, kızını kurtarmak için elinden gelen her şeyi yapmaya hazırdır; Meksika'da Tijuana kentinde bir operasyon da buna dahildir. Ama bu yolda uluslararası organ mafyasıyla karşı karşıya gelir. Artık yalnızca kızını değil, kendini de kurtarmalıdır.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150593524443929&set=o.285196264847327&type=3&theater
Incendies / İçimdeki Yangın (2010) - Denis Villeneuve


Ülkemizde ‘İçimdeki Yangın’ adıyla ve yalnızca dört kopya ile gösterime girebilen Incendies, 2010 tarihini taşıyan Kanada-Fransa ortak yapımı bir film. Bir düzineye yakın ödülün yanısıra, 2011 yılının en iyi yabancı film Oscar’ına da resmen aday gösterilmiş. Sarsıcı senaryosunun yanısıra yapım kalitesi de Incendies’yi izledikten sonra sinema salonunda bırakamayacağınız türden bir film haline getirmiş.
Filmin senaryosu, Lübnan asıllı Kanadalı yazar, oyuncu ve yönetmen Wajdi Mouawad’ın aynı adlı tiyatro oyununa dayanıyor. İngilizce adı Scorched olan oyun, 2005 yılından itibaren değişik ülkelerde sahnelenmiş ve birçok ödül kazanmış. Filmin Kanadalı yönetmen ve senaristi Denis Villeneuve kendisiyle yapılan bir röportajda, oyunu ilk izlediğinde âdetâ çenesine bir yumruk yemiş gibi hissettiğini söylüyor. Villeneuve, bu dört saatlik oyunu iki saati biraz aşkın bir sinema filmine uyarlarken, Mouawad’ın kendisine tanıdığı özgürlüğe dayanarak üzerinde bazı değişiklikler yapmış.
“Ölüm asla bir hikayenin sonu olmaz. Daima bir iz bulunur.”
Hikâye, yirmili yaşlardaki Montrealli ikizler Jeanne ile Simon Marwan’ın henüz vefat etmiş Arap asıllı annelerinin bıraktığı bulmaca gibi vasiyetin kendilerine okunması ile başlar. Nawal Marwan’ın gömülmeyle ilgili sıradışı bir isteği vardır. Çıplak olarak ve yüzü toprağa, sırtı ise dünyaya dönük bir şekilde gömülecektir. Başına mezar taşı konulmayacak, hiçbir yere ismi yazılmayacaktır. Nedenini ise şöyle açıklamıştır:
“Çünkü sözünü tutmayan insanların bir mezar taşı yazısına hakkı yoktur.”
Yine vasiyet gereğince Jeanne’ın babalarını, Simon’un ise ağabeylerini bulup onlara annelerinin bıraktığı zarfları iletmeleri gerekmektedir. Ancak bu görevi yerine getirdikten sonra kendilerine verilecek olan üçüncü bir mektubu okuyabileceklerdir. Ancak o zaman söz tutulmuş ve suskunluk bozulmuş olacak ve ancak o zaman Nawal Marwan’ın adı bir mezar taşına yazılabilecektir. Babalarının çoktan ölmüş olduğunu zanneden ve bir ağabeyin varlığından bile haberdar olmayan Jeanne ile Simon, bu vasiyetle sarsılır. Ancak annelerinin on sekiz yıl boyunca yanında çalıştığı ve aile dostları olan noter Jean Lebel, onları Nawal Marwan’ın deli olmadığına ikna eder.

Bir matematikçi olan Jeanne, bu mektubun annesinin hayatının son günlerindeki âdetâ katatonik olarak tanımlanabilecek durumu hakkında ipuçları taşıdığını hisseder ve hemen annesinin doğduğu topraklara doğru yola çıkar.
“Babanı arıyorsun ama daha annenin kim olduğunu bile bilmiyorsun.”
Jeanne, diline ve kültürüne tamamen yabancı olduğu bir ülkede çok ufak ipuçlarını değerlendirerek babasını bulmaya çalışırken, annesinin bildiğinden çok farklı biri olduğu gerçeği ile karşılaşır. Onun parçaları birleştirmek için yaptığı girişimlere paralel olarak, biz de Nawal’in genç kızlığından itibaren olan yaşamından kesitleri flashback şeklinde izleriz.

Annesini tanıyan kişilerin bir kısmı Jeanne’ı hiç hoş karşılamayıp onunla konuşmayı bile reddedince araştırmaları bir noktada tıkanan genç kız, çaresiz kalıp ikizinden yardım ister. Simon, hayattayken kendilerine karşı mesafeli olarak gördüğü annesine hâlâ kırgın olduğundan başlangıçta vasiyeti dikkate almamıştır. Ancak kız kardeşine duyduğu sevgi ve bağlılık onu da annesinin doğduğu topraklara sürükler ve sonuçta  gizem kilidini açıp inanılmaz bir trajedi barındıran gerçeğe ulaşan da o olur.

Doğumundan hemen sonra kendisinden koparılıp bir yetimhaneye bırakılırken günün birinde bulup geri almaya söz verdiği çocuğunu iç savaş patlak verince aramaya çıkan, ancak yetimhanenin bir saldırıda yıkıldığını anlayınca çocuğunu savaş çılgınlığına kurban verdiğini düşünüp nihilizme sürüklenen, savaştan sorumlu gördüğü nasyonalistlerin liderine karşı ideolojik değil kişisel nedenle bir suikaste girişen, yakalanınca atıldığı çok kötü bir şöhrete sahip Kfar Ryat hapishanesinde tam on beş yıl boyunca ağır işkence ve onur kırma muamelesine maruz bırakıldığı halde asla boyun eğdirilememesi nedeniyle kendisine takılan ‘72 Numaralı Mahkum’ ve ‘Şarkı Söyleyen Kadın’ lakapları ile bir efsane haline dönüşen, boynuna ateşten kolyeler şeklinde takılan ikinci anneliği hapisten çıktıktan sonra iltica ettiği Kanada’da yıllar boyunca taşımaya çalışan, ancak tesadüfen keşfettiği bir gerçek sonrası dayanma gücünü kaybedip yıkılan ve doğru dürüst annelik edememesinin nedenlerini anlamalarını sağlamak için patronu ve aile dostu olan noter vasıtasıyla çocuklarına bir vasiyet bırakma gereği duyan kadının hikâyesidir bu. Mektubunda da belirttiği gibi “çocukluk onların boğazına sokulmuş bir bıçak gibidir ve çekip çıkarılması o kadar kolay olmayacaktır.” Ve bu kadın, bir batı ülkesinin metropolünde büyümüş çocuklarının hayal bile edemeyeceği ölçüde büyük acılar çekmiş olsa da, bıraktığı son mektupla âdetâ hayatın ötesinden seslenerek işkencecisi de dahil herkesi sevgiyle kucaklayıp bir öfke sarmalını kırmaya çalışmıştır. Çünkü onun deyişiyle, “beraber olmaktan daha güzel bir şey yoktur.

Senaryoya kaynaklık eden tiyatro oyunundaki gibi, filmde de Nawal Marwan’ın doğup büyüdüğü ülkenin adı hiçbir şekilde zikredilmiyor. Ancak bu ülkenin 1975-1990 yılları arasında süren, zaman zaman 20’ye yakın fraksiyonun birbiriyle çatıştığı ve yaklaşık çeyrek milyon insanın hayatını kaybetmesine ve en az bir o kadarının da yurdunu terk etmesine neden olan iç savaşı yaşayan Lübnan olduğu hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde anlaşılıyor. Yönetmen Villeneuve, Hıristiyan Araplar, Müslüman Araplar, Filistinli mülteciler, harici işgalciler (İsrail, Suriye vs.) gibi çatışan sayısız tarafın bulunduğu bir savaş sırasında Hıristiyan-Arap bir kadının verdiği trajik var olma mücadelesini hikâye ederken taraflardan herhangi birini sorumlu olarak göstermek yerine, savaşın insanları oradan oraya savuran, yaşamlarını paramparça eden o vahşetine vurgu yapmış ve böylelikle de tek bir zaman dilimi ile sınırlı kalmayan zamanlar ötesi bir başyapıta imza atmış.

Incendies’yi bir başyapıt yapan birçok unsur var. Öncelikle sizi zaman zaman ağlamanın eşiğine getirebilecek türde bir şiddeti anlatmasına rağmen, bunu neredeyse hiç göstermeyerek kirliliğe geçit vermiyor, ama yine de inanılmaz bir kuvvetle size mesajını iletebiliyor. Dayandığı tiyatro oyununun anahatlarını okuduğumdan, Villenevue’in yaptığı bazı değişikliklerin çok yerinde olduğunu ve iyi bir senaryo ortaya çıkardığını düşünüyorum. Oyuncu seçimi çok başarılı. Özellikle de aktristlerden Nawal Marwan rolündeki Lubna Azabal muazzam bir oyunculuk sergiliyor ki zaten bu rolüyle ödül de almış. Ve Mélissa Désormeaux-Poulin de Jeanne rolünde gayet başarılı. Lübnan’da geçen bazı bölümlerde (ki çekimler aslen Ürdün’de yapılmış) şiir gibi bir görüntü yönetimi var; o geniş ve çorak görünüşlü arazi yapısı sanki Nawal’in yalnızlığını temsil ediyor. (Bir büyük savaşın içinde tek başına ufak tefek bir kadın ve onun sarsılmaz direnci). Özel efekt kullanılmaması ve çekimlerin doğal ışıkta yapılmış olmasının verdiği o gerçeklik duygusunu da zikredebilirim. Ayrıca film boyunca suyun bir sembol olarak kullanılması da ilginç.

Dikkat çekmek istediğim iki husus var:

Karakterlerin yaşları konusunda bir karmaşa yaşayabilirsiniz. Fakat film devam ederken matematik hesaplamalar yapmaya kalkmamanızı öneririm, çünkü bu dikkat dağıtıcı oluyor. Bu hesaplamaları film bittikten sonra yaptığınızda, zorla da olsa hesabın tuttuğunu göreceksiniz.

Bu filmi âdetâ bir Yunan trajedisine dönüştüren şey, inanılmaz büyüklükteki bir değil iki tesadüfün varlığı. Mouawad’ın ihtimal hesaplarını neden böylesine zorladığını anlamaya çalıştığımda, bunun Arap asıllı yazar-yönetmenin doğduğu, ancak daha sonra savaş yüzünden ailesi ile birlikte terk etmek zorunda kaldığı ülkesinin yaşadığı felaketi hafızalara kazımak için başvurduğu bir yol olduğunda karar kılmıştım. Ancak sonra oyunu incelediğimde, ikinci büyük tesadüfü senaryoya Villeneuve’in eklediğini fark ettim. Kanada büyük bir ülke ve Montreal büyük bir kent… Ama bunu böyle kabul etmek zorundayız sanırım.

Kısaca toparlamak gerekirse, Incendies izlemeye değer destansı bir film. Ancak içerdiği yoğun duygusal şiddeti kaldıramayacak olanlar da bulunabilir. O nedenle, “karar sizin” diyorum.(sinemazingo.com'dan)

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150593514573929&set=o.285196264847327&type=3&theater
Hair (1979) - Milos Forman


Bırak güneşi içeri girsin...

Bir Müzikal aynı zaman da Vietnam dramını anlatan ya da hicveden başarılı bir çalışma...

60ların tabu yıkıcı kült Broadway müzikalinden uyarlanan Hair'de, Oklahoma'dan New York şehrine gelen Claude bir grup hippiyle arkadaşlık kurar ve zengin aile kızı Sheila'ya aşık olur. Claude'un Vietnam'a gönderilmek üzere askere çağrılmasıyla mutlu günler çabuk biter. Milos Forman'ın Guguk Kuşu'nun ardından filme aldığı müzikal, 60'ların sonlarında, Vietnam, cinsel devrim, feminizm, uyuşturucular ve politik protestolar odağında dünyanın kendi kendisine bakışını değiştirmiş olan çiçek çocuklarına saygı duruşunda bulunuyor.


https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150593479253929&set=o.285196264847327&type=3&theater
Apocalypto (2006) - Mel Gibson


Güçlü Maya Krallığı, gittikçe yayılan şehirler kurarak, gökyüzünü delen piramitler yaparak ve olağanüstü kültürel ve bilimsel başarılar elde eden etkileyici gelişmiş bir toplum inşa ederek Amerika’da 1000 yıldan fazla bir süre hüküm sürdü. Ondan sonra, tarihin ışıltısı içinde, bu dünya çöktü. Bütün bunlardan geriye kalan ormanlarla kaplı birkaç piramit ve boşuna umut veren bir gizem oldu. Şimdi, Maya uygarlığının sona ermesinden 500 sene sonra, yönetmen Mel Gibson, felaketin kıyısındaki bir dünyada kendisi için en fazla önem taşıyan şey olan ülkeyi kurtaracak olan bir adamın macerası üzerine kurulan belirli bir zamanı olmayan bir efsanede olduğu gibi her şeyi gözler önüne seren modern bir film macerası yaratmak için asla keşfedilmemiş bu ülkeyi derinlemesine araştırıyor: APOCALYPTO.

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150593483613929&set=o.285196264847327&type=3&theater
Amores Perros / Paramparça Aşklar Köpekler (2000) - Alejandro Gonzalez Inarritu


Açıklama bir siteden alınmıştır...Muhteşem bir film...

Octavio, genç bir delikanlıdır, kardeşinin karısı Susana ile kaçmaya karar verir. Köpeği Cofi, beraber kaçmalarına yardımcı olan paranın elde edilmesinde rol oynayan zalim bir aracı olur. Bu dokunaklı ihtiras üçgeni, yasak aşkın geri dönüşü olmayan bir yol haline gelmesiyle daha karmaşık bir hal alır.

Bu arada Daniel, 42 yaşında bir adamdır,

güzel model Valeria ile beraber yaşamak için karısını ve kızlarını terk eder. Yeni hayatlarını kutladıkları gün, kader Valeria’yı trajik bir kazaya iter. Bir adam her şeye sahip olduğunu düşündüğü anda, tüm hayatı birdenbire değişirse ne yapar?
Daniel ve Valeria’nın küçük köpeği Richi, oturdukları dairenin ahşap zeminindeki boşluğa düşer. Bu olay onların kötü kaderlerinin de başlangıcı olur. Richi’nin kaybolması karşısında takındıkları tutum, her türlü zorluğa ve umutsuzluğa cesurca göğüs gerebilen aşk hikayelerine mükemmel bir örnek teşkil eder.

Sonunda, El Chivo (“keçi”) kaza yerine gelir, yıllarca hapis yatan, hayatta derin hüsrana uğramış, kiralık katil olarak çalışan, eski bir komünist gerilladır. Ölmek üzere olan, Octavio’nun köpeği Cofi’yi bulur. Köpeği alır ve iyileştirir. Bu karşılaşma onun kendisi ve acı dolu geçmişiyle başa çıkmasına yardımcı olur

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150593459113929&set=o.285196264847327&type=3&theater
After.Life / Diriliş (2009) - Agnieszka Wojtowicz Vosloo


Benim gibi Liam fanatiği iseniz ya da değilsenişz bile kaçırmayın...

Korkunç bir trafik kazası geçiren Anna (Ricci) kazadan sonra kendine geldiğinde cenaze müdürü Eliot Deacon (Neeson)'ın kendi bedenini cenazeye hazırlamakta olduğunu farkeder...

Aklı karışmış, korkmuş ve hala canlı halde olan Anna öldüğüne inanmaz; Deacon ise onun öbür dünyaya intikal ettiğini düşünmektedir.


Eliot onu ölülerle iletişim kurabildiğine ve kendisine bir tek onun yardımcı olabileceğine dair ikna eder. Cenaze evinde tıkılı kalan Anna'nın Eliot dışında şansı yoktur. En derin korkularıyla yüzleşip, kendi ölümünü kabullenmek durumundadır. Fakat Anna'nın yastaki erkek arkadaşı Paul (Long), Eliot'ın göründüğü gibi biri olduğuna dair şüphelidir...

Cenaze töreni yaklaştıkça Paul da rahatsız edici gerçeği çözümlemeye başlar fakat bunun için çok geç olabilir çünkü Anna çoktan öbür dünyaya geçişini tamamlamaya başlamıştır...

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150593518768929&set=o.285196264847327&type=3&theater
A Beautiful Mind / Akıl Oyunları (2001) - Ron Howard


Bir dahinin heyecan dolu öyküsü olan A Beautiful Mind, bir matematikçi olan John Forbes Nash Jr.ın gerçek hayat hikayesinden esinleniyor. Yakışıklı ama bir o kadar egzantrik olan Nash henüz oldukça gençken büyük bir keşfe imza atmış ve bir anda uluslararası üne sahip olmanın eşiğine gelmişti. Fakat Nash'in olağanüstü dehası şizofreni engeliyle karşı karşıya kalmıştı. Diğer birçoğunu yok eden zorluklara karşı Nash savaşmayı denedi ve karısı Alicia'nın büyük desteğiyle 1994'te Nobel Ödülünü kazandı. Yaşayan bir efsane olan Nash şu anda da çalışmalarına devam etmekte.
Yıl 1947'dir ve John Forbes Nash Jr. (Russell Crowe), matematik mastırını yapmak için Princeton'a gelir ve Princeton'ın en prestijli grubu olan Ivy Leauge'e girer. Nash'in buraya uyum sağlaması kolay olmayacaktır çünkü sosyal konulardaki detaylar ya da derslere katılmak onun için pek anlam ifade etmemektedir. Onun tek bir amacı vardır: tamamıyle orjinal bir düşünce bulabilmek. Ancak bunu yapabildiğinde kendisinin bir önemi olacağına inanmaktadır.
Princeton'ın matematik bölümünde acımasızca devam eden bir rekabet vardır ve Nash'in sınıf arkadaşları onun başarısızlığını görmeyi dört gözle beklemektedirler. Yine de ona tahammül etmekte ve farkında olmadan onu başarı yolunda tahrik etmektedirler. Bir gece onlarla birlikte bir barda eğlenirken, arkadaşlarının sarışın bir kıza gösterdikleri reaksiyon Nash’in dikkatini çeker. Aralarındaki rekabete yakından tanık olduğunda uzun zamandır beklediği şeye, kendi büyük teorisine ulaşır. Nash'in "rekabetin matematiği" teorisi modern ekonominin babası sayılan Adam Smith’in doktrinlerine tam anlamıyla zıttır ve bu durum 150 yıldır inanılanın terkedilmesine yol açmanın dışında Nash'in hayatını da sonsuza dek değiştirecektir.
Nash daha sonra MIT'de araştırma ve öğretim görevlisi olur ama bu onu tatmin etmez. Bilim II. Dünya Savaşı'nda Amerika'nın en büyük kurtarıcısı olmuştur ve Nash şimdi soğuk savaşın galibi olma yolunda önemli bir rol oynamaya can atmaktadır. Bu arzusunu gerçekleştirebilmesini sağlayacak teklif William Parcher'dan gelir. Parcher, Nash'i düşmanın kodlarını kıran adam olarak çok gizli bir görevde kullanmak istemektedir.
Nash, bu işe balıklama atlar ama bir yandan da MIT'deki görevine devam etmektedir. Ve hayatı boyunca üzerinde hiç kafa yormadığı bir konuyu yani aşkı ona ilk kez yaşatacak olan Alicia Larde adındaki fizik öğrencisiyle de burada tanışır.
Nash, Alicia ile evlenir ama ona Parcher'la çalıştığı gizli görevden bahsedemez. Çalışma, gizlilik ve tehlike elbet bir gün Nash'e zarar verecektir ve o gün geldiğinde Nash kendini saplantılar ve kuruntularla dolu bir dünyada koybolmuş bulacaktır. Hastalığın tıp dilindeki adı ise paranoik şizofrenidir.
Kocasının içinde bulunduğu durum yüzünden harap olan Alicia, yenik düşmüş bir dahiyi sevmenin zorluğu altında ezillirken savaşmaktan vazgeçmeyecektir. Her yeni gün daha büyük zorluklar getirse de Alicia aşık olduğu bu karizmatik adamın bir an bile olsa dikkatini çekebildiğini gördüğünde ona olan bağlılığı yeniden güçlenmektedir. Onun bu bitmeyen aşkı ve inancı sayesinde John Nash tedavisi imkansız denen bu hastalığa karşı savaşmaya karar verir.(film.com.tr'den)

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150593488073929&set=o.285196264847327&type=3&theater

14 Şubat 2012 Salı

Barney's Version / Benim Hikayem (2010) - Richard J. Lewis

 

Bazı filmler başından sonuna kadar sizi kolunuzdan tutar yaşadıklarınız yanında hayallerinizle de oynar durur. Hani, bir durum karşısında kalsanız, böyle yapardım diye tasarladığınız hikayelerden bahsediyorum, bir insanın yaşadığı doğru yada yanlış uzun bir hayat hikayesi. İşte bu film sizi kolunuzdan tutup toz toprak sürükleyecek bir film.
Hızla ve daha fazla yormadan…
Paul Giamatti, ilk olarak kardeşim sayesinde ulaştığım Görkemli Hayatım (American Splendor) filmi ile karşıma çıktı. O günden beridir “özellikle” başrol oynadığı tüm filmleri izlemek istiyorum. Harika bir film di. Bu filmin sonrasında “Benim Hikayem” (Barney’s Version) ile Paul Giamatti filmlerimin 2. sini izlemiş oldum. Devamı gelecek…

Paul Giamatti, herkesin tam anlamı ile tanımadığı fakat çoğu sinema severin-sevmeyenin evine konuk olmuş ünlü bir aktör olup gişede başarı göstermiş filmlerde de boy göstermiştir. Örneğin; The Hangover 2, Sihirbaz, Cinderella Man, Maymunlar Cehennemi, Vay Anam Vay, Aydaki Adam, Truman Show, Er Ryan’ı Kurtarmak ve Köstebek gibi.
Ve daha fazla yorulmadan…
Film Paul Giamatti (Barney Panofsky) ‘nin hayatından kısa bir dönemi anlatan gerçek bir hikayeden alınmıştır. Her ne kadar diğer web sayfalarında “2 kadın arasında kadan 1 adamın komik hikayesi” denilse de Barney, seçimlerinde tamamen özgür kaliyor. Arada kalmak yerine, hayat arkadaşını bulduğunu zannettiği an, malesef düğün günü asıl hayat arkadaşını görmesiyle ve anında buna karar vermmesiyle devam ediyor. Arada kalıp karar verememek gibi bir endişesi olmayan Barney, aksine etik olarak hatalı olsa da kendi dünyasında yaptığı şeyin, tüm hayatını olumlu yönde etkileyeceğini bilir ve kararının arkasında durur.
Azcık Spoiler
Evlilik konusunda pek başarılı olamayan Barney’in ilk evliliği tam bir başıboşluk ve sorumsuzluluk sonucu ortaya çıkan bir durum sonrası gelişir fakat, yaptığının yanlış olduğunu göz göre göre üzerine ilerleyecekken ilahi adalet acı da olsa onu bu hatadan alıkoyar.
İkinci evliliği ve aynı gün… Yüzükler takılmış, aileler kaynaşmış… Bir kadından istenebilen hemen hemen tüm özellikler bulunup toplanmış ve imzalar atılmışken “O” çıkar karşısına.  Henüz evli olan Barney, zamanı geri alabilme lüksü olmadığından (olsa yapacak kadar kararlıdır) yüzük parmağında hayata devam eder.
Spoiler Biter

Devam eden bu hayat kendi hayalindeki hayatı değildir aslında. O ana kadar “Bu” dediğiniz şey, bir anda ikinci plandadır ve asl olan orada bir yerlerdedir… Nerede olduğunu biliyorsun ulaşamıyorsun, tadını alıyorsun doyamıyorsun, bakıp görüyor ama konuşamıyorsun. Bir insan bu haldeyken kolayca çıldırabilir…
Filmden daha fazla bahsetmek yerine “2011 yılında izlediğim en iyi filmler arasındaydı” diyerek kendimi bu ızdıraptan kurtarmak istiyorum. İlk defa izlediğim bir film sonrası rahatsızlık çekiyorum.
Neden?
Film oldukça kaliteli, eğlenceli olmasının yanı sıra hayat ile süslenmiş, keyif verici bir senaryoyla beslenmiş ve iyi oyunculardan kurulu bir film. Böylesi güzel bir atmosferi anlatamamak, yazamamak yada içimdekileri tam olarak paylaşamamak endişesi ile yazıyorum. Umarım filmi izlemenize vesile olabilirim. Sonrasında  Paul Giamatti ismini kesinlikle tavsiye ederim. Bu arada, Dustin Hoffman‘da canlandırdığı baba karakteri ile harikaydı.

We Need to Talk About Kevin / Kevin Hakkında Konuşmalıyız (2011) - Lynne Ramsay

 
Bütün kötülüklerin açıklamasını bir dış etkene bağladığımızda ,durum çözüm bulamadığımız bir şey bile olsa çoğunlukla iyi hissederiz kendimizi.Bu dayanma gücü verir "seni dövüyorum çünkü beni de dövdüler" "öfkeliyim çünkü.." Bir açıklamasının olduğuna inanmak insana dünyanın tanıdık bir yer olduğu hissini verir ve rahatlatır.Ama kötülüğün bir açıklaması olmadığını,sadece doğduğunu ,büyüdüğünü adeta hazırlandığını öğrendiğinizde sizin yakınınızda olmaması bile güvenlik hissi vermez.Klasik "kötü tohum" filminin ötesinde huzursuz edici.Rahatta izlenen filmlerden değil ama izlemeye değer.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/349355598431393/
Xxy (2007) - Lucia Puenzo


15 yaşındaki herkesin başından geçen ergenlik, hormonlar, dostluk, cinsellik, uyum sağlama, büyüme gibi konulara bambaşka açıdan yaklaşarak adeta bir belgesel / biyografi tarafsızlığı ve yalınlığı ile çekilmiş güzel film. güzelliği belki teklifsiz içtenliğinden, belki sizin bihaber olduğunuz bir halden / bir ötekilikten bahsederken sizi içine alıp yüreğiniz kadar aklınıza dokunmasında yatıyor. 

Gençlerin hainliğini, sevgisizliğini, aile olmayı, koruma güdüsüne de dokunuyor. film olmamış belgesel olmuş. çünkü sanki içinde minimum yapaylık, minimum rol yapma var. genç oyuncular bile sanki rol yapmıyor adeta yaşıyor. 


Yönetmenin kadınsı duyarlılığını ve içinize işlettiği şefkati hissetmeden duramıyorsunuz. sanırım herkes için bir film değil ama bilinçli veya bilinçsiz karşısına oturduğu herkesi içine alacak kadar duyarlı bir yapım olmuş.(eksisözlük.com)


https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150583515123929&set=o.285196264847327&type=3&theater

12 Şubat 2012 Pazar

La zona / Yasak Bölge (2007) - Rodrigo Pla

 
"Mülkiyet, hukuk ve devletin bütün içeriğidir ve aynı zamanda sivil toplumun temelidir. Güvenlik ise sivil toplumun en yüce toplumsal kavramıdır, toplumun tümünün yalnızca, üyelerinin her birinin kişiliği, hakları ve mülkiyetinin korunmasını garanti altına alan polis (kamu otoritesi) kavramıdır. Güvenlik kavramı, sivil toplumun kendi bencilliğini aşmasını getirmez. Güvenlik tersine, bencilliğin sigortasıdır." Karl Marx

La Zona.. Sadece şu giriş sahnesi bile yeterince şey anlatıyor. Muhakkak izlenmesi gereken, olağanüstü bir film. Önerisi için Nail Bey'e sonsuz teşekkürler. Biraz geç oldu ama izleyebildim sonunda.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/347476098619343/