Incendies / İçimdeki Yangın (2010) - Denis Villeneuve
Ülkemizde ‘İçimdeki Yangın’
adıyla ve yalnızca dört kopya ile gösterime girebilen Incendies, 2010
tarihini taşıyan Kanada-Fransa ortak yapımı bir film. Bir düzineye yakın
ödülün yanısıra, 2011 yılının en iyi yabancı film Oscar’ına da resmen
aday gösterilmiş. Sarsıcı senaryosunun yanısıra yapım kalitesi de
Incendies’yi izledikten sonra sinema salonunda bırakamayacağınız türden
bir film haline getirmiş.
Filmin senaryosu, Lübnan asıllı Kanadalı
yazar, oyuncu ve yönetmen Wajdi Mouawad’ın aynı adlı tiyatro oyununa
dayanıyor. İngilizce adı Scorched olan oyun, 2005
yılından itibaren değişik ülkelerde sahnelenmiş ve birçok ödül kazanmış.
Filmin Kanadalı yönetmen ve senaristi Denis Villeneuve kendisiyle
yapılan bir röportajda, oyunu ilk izlediğinde âdetâ çenesine bir yumruk
yemiş gibi hissettiğini söylüyor. Villeneuve, bu dört saatlik oyunu iki
saati biraz aşkın bir sinema filmine uyarlarken, Mouawad’ın kendisine
tanıdığı özgürlüğe dayanarak üzerinde bazı değişiklikler yapmış.
“Ölüm asla bir hikayenin sonu olmaz. Daima bir iz bulunur.”
Hikâye, yirmili yaşlardaki Montrealli
ikizler Jeanne ile Simon Marwan’ın henüz vefat etmiş Arap asıllı
annelerinin bıraktığı bulmaca gibi vasiyetin kendilerine okunması ile
başlar. Nawal Marwan’ın gömülmeyle ilgili sıradışı bir isteği vardır.
Çıplak olarak ve yüzü toprağa, sırtı ise dünyaya dönük bir şekilde
gömülecektir. Başına mezar taşı konulmayacak, hiçbir yere ismi
yazılmayacaktır. Nedenini ise şöyle açıklamıştır:
“Çünkü sözünü tutmayan insanların bir mezar taşı yazısına hakkı yoktur.”
Yine vasiyet gereğince Jeanne’ın
babalarını, Simon’un ise ağabeylerini bulup onlara annelerinin bıraktığı
zarfları iletmeleri gerekmektedir. Ancak bu görevi yerine getirdikten
sonra kendilerine verilecek olan üçüncü bir mektubu okuyabileceklerdir.
Ancak o zaman söz tutulmuş ve suskunluk bozulmuş olacak ve ancak o zaman
Nawal Marwan’ın adı bir mezar taşına yazılabilecektir. Babalarının
çoktan ölmüş olduğunu zanneden ve bir ağabeyin varlığından bile haberdar
olmayan Jeanne ile Simon, bu vasiyetle sarsılır. Ancak annelerinin on
sekiz yıl boyunca yanında çalıştığı ve aile dostları olan noter Jean
Lebel, onları Nawal Marwan’ın deli olmadığına ikna eder.
Bir matematikçi olan Jeanne, bu mektubun
annesinin hayatının son günlerindeki âdetâ katatonik olarak
tanımlanabilecek durumu hakkında ipuçları taşıdığını hisseder ve hemen
annesinin doğduğu topraklara doğru yola çıkar.
“Babanı arıyorsun ama daha annenin kim olduğunu bile bilmiyorsun.”
Jeanne, diline ve kültürüne tamamen
yabancı olduğu bir ülkede çok ufak ipuçlarını değerlendirerek babasını
bulmaya çalışırken, annesinin bildiğinden çok farklı biri olduğu gerçeği
ile karşılaşır. Onun parçaları birleştirmek için yaptığı girişimlere
paralel olarak, biz de Nawal’in genç kızlığından itibaren olan
yaşamından kesitleri flashback şeklinde izleriz.
Annesini tanıyan kişilerin bir kısmı
Jeanne’ı hiç hoş karşılamayıp onunla konuşmayı bile reddedince
araştırmaları bir noktada tıkanan genç kız, çaresiz kalıp ikizinden
yardım ister. Simon, hayattayken kendilerine karşı mesafeli olarak
gördüğü annesine hâlâ kırgın olduğundan başlangıçta vasiyeti dikkate
almamıştır. Ancak kız kardeşine duyduğu sevgi ve bağlılık onu da
annesinin doğduğu topraklara sürükler ve sonuçta gizem kilidini
açıp inanılmaz bir trajedi barındıran gerçeğe ulaşan da o olur.
Doğumundan hemen sonra kendisinden
koparılıp bir yetimhaneye bırakılırken günün birinde bulup geri almaya
söz verdiği çocuğunu iç savaş patlak verince aramaya çıkan, ancak
yetimhanenin bir saldırıda yıkıldığını anlayınca çocuğunu savaş
çılgınlığına kurban verdiğini düşünüp nihilizme sürüklenen, savaştan
sorumlu gördüğü nasyonalistlerin liderine karşı ideolojik değil kişisel
nedenle bir suikaste girişen, yakalanınca atıldığı çok kötü bir şöhrete
sahip Kfar Ryat hapishanesinde tam on beş yıl boyunca ağır işkence ve
onur kırma muamelesine maruz bırakıldığı halde asla boyun eğdirilememesi
nedeniyle kendisine takılan ‘72 Numaralı Mahkum’ ve ‘Şarkı Söyleyen Kadın’
lakapları ile bir efsane haline dönüşen, boynuna ateşten kolyeler
şeklinde takılan ikinci anneliği hapisten çıktıktan sonra iltica ettiği
Kanada’da yıllar boyunca taşımaya çalışan, ancak tesadüfen keşfettiği
bir gerçek sonrası dayanma gücünü kaybedip yıkılan ve doğru dürüst
annelik edememesinin nedenlerini anlamalarını sağlamak için patronu ve
aile dostu olan noter vasıtasıyla çocuklarına bir vasiyet bırakma gereği
duyan kadının hikâyesidir bu. Mektubunda da belirttiği gibi “çocukluk onların boğazına sokulmuş bir bıçak gibidir ve çekip çıkarılması o kadar kolay olmayacaktır.”
Ve bu kadın, bir batı ülkesinin metropolünde büyümüş çocuklarının hayal
bile edemeyeceği ölçüde büyük acılar çekmiş olsa da, bıraktığı son
mektupla âdetâ hayatın ötesinden seslenerek işkencecisi de dahil herkesi
sevgiyle kucaklayıp bir öfke sarmalını kırmaya çalışmıştır. Çünkü onun
deyişiyle, “beraber olmaktan daha güzel bir şey yoktur.”
Senaryoya kaynaklık eden tiyatro
oyunundaki gibi, filmde de Nawal Marwan’ın doğup büyüdüğü ülkenin adı
hiçbir şekilde zikredilmiyor. Ancak bu ülkenin 1975-1990 yılları
arasında süren, zaman zaman 20’ye yakın fraksiyonun birbiriyle çatıştığı
ve yaklaşık çeyrek milyon insanın hayatını kaybetmesine ve en az bir o
kadarının da yurdunu terk etmesine neden olan iç savaşı yaşayan Lübnan
olduğu hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde anlaşılıyor. Yönetmen
Villeneuve, Hıristiyan Araplar, Müslüman Araplar, Filistinli mülteciler,
harici işgalciler (İsrail, Suriye vs.) gibi çatışan sayısız tarafın
bulunduğu bir savaş sırasında Hıristiyan-Arap bir kadının verdiği trajik
var olma mücadelesini hikâye ederken taraflardan herhangi birini
sorumlu olarak göstermek yerine, savaşın insanları oradan oraya savuran,
yaşamlarını paramparça eden o vahşetine vurgu yapmış ve böylelikle de
tek bir zaman dilimi ile sınırlı kalmayan zamanlar ötesi bir başyapıta
imza atmış.
Incendies’yi bir başyapıt yapan birçok
unsur var. Öncelikle sizi zaman zaman ağlamanın eşiğine getirebilecek
türde bir şiddeti anlatmasına rağmen, bunu neredeyse hiç göstermeyerek
kirliliğe geçit vermiyor, ama yine de inanılmaz bir kuvvetle size
mesajını iletebiliyor. Dayandığı tiyatro oyununun anahatlarını
okuduğumdan, Villenevue’in yaptığı bazı değişikliklerin çok yerinde
olduğunu ve iyi bir senaryo ortaya çıkardığını düşünüyorum. Oyuncu
seçimi çok başarılı. Özellikle de aktristlerden Nawal Marwan rolündeki
Lubna Azabal muazzam bir oyunculuk sergiliyor ki zaten bu rolüyle ödül
de almış. Ve Mélissa Désormeaux-Poulin de Jeanne rolünde gayet başarılı.
Lübnan’da geçen bazı bölümlerde (ki çekimler aslen Ürdün’de yapılmış) şiir gibi bir görüntü yönetimi var; o geniş ve çorak görünüşlü arazi yapısı sanki Nawal’in yalnızlığını temsil ediyor. (Bir büyük savaşın içinde tek başına ufak tefek bir kadın ve onun sarsılmaz direnci).
Özel efekt kullanılmaması ve çekimlerin doğal ışıkta yapılmış olmasının
verdiği o gerçeklik duygusunu da zikredebilirim. Ayrıca film boyunca
suyun bir sembol olarak kullanılması da ilginç.
Dikkat çekmek istediğim iki husus var:
Karakterlerin yaşları konusunda bir
karmaşa yaşayabilirsiniz. Fakat film devam ederken matematik
hesaplamalar yapmaya kalkmamanızı öneririm, çünkü bu dikkat dağıtıcı
oluyor. Bu hesaplamaları film bittikten sonra yaptığınızda, zorla da
olsa hesabın tuttuğunu göreceksiniz.
Bu filmi âdetâ bir Yunan trajedisine
dönüştüren şey, inanılmaz büyüklükteki bir değil iki tesadüfün varlığı.
Mouawad’ın ihtimal hesaplarını neden böylesine zorladığını anlamaya
çalıştığımda, bunun Arap asıllı yazar-yönetmenin doğduğu, ancak daha
sonra savaş yüzünden ailesi ile birlikte terk etmek zorunda kaldığı
ülkesinin yaşadığı felaketi hafızalara kazımak için başvurduğu bir yol
olduğunda karar kılmıştım. Ancak sonra oyunu incelediğimde, ikinci büyük
tesadüfü senaryoya Villeneuve’in eklediğini fark ettim. Kanada büyük
bir ülke ve Montreal büyük bir kent… Ama bunu böyle kabul etmek
zorundayız sanırım.