Vozvrashchenie / The Return / Dönüş (2003) - Andrei Zvyagintsev
Andrey Tarkovskiy’nin veliahdı olarak görülen, milenyumla birlikte Rus
sinemasının dünyada bir kez daha şahlanışına öncülük etmiş bir isim
Andrei Zvyagintsev. Oyunculuk okulundan mezun olduktan sonra 90’lı
yılların başında Moskova’ya gelen fakat aradığını bulamayan
Zvyangintsev, milenyuma kadar çeşitli televizyon yapımlarına imza atsa
da adından söz ettirememiş. Daha sonra bir arkadaşının teklifi ile
bağımsız bir film şirketinde yönetmen olarak işe başlayan usta isim,
böylelikle kendisinin uluslar arası arenada bir ilah olarak görülmesine
sebep olacak ilk filmi Vozvrashchenie’yi (The Return) çekme imkanı
bulmuş. Düşük bütçesine rağmen devasa bir başarı öyküsüne dönüşen film,
2003 yılında Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan dahil toplamda beş
ödül kazanarak yıllardır hatıralardan silinmiş olan Rus sinemasını
tekrar hak ettiği konuma yükseltmiş. Ülkesine döndüğü zaman bir kahraman
gibi karşılanan ve Vozvrashchenie’yi çekerken söylediği “yüz kişi
izlese yeter” cümlesinin aksine milyonlara ulaşan seyircisiyle medyada
bir ikon haline gelen Zvyangistev, daha sonra çok ses getirecek olan
ikinci filmi Izgnanie’yi (The Banishment) çekmeye başlar. Dörder yıl
arayla filmler yapan yönetmenin son filmi ise geçtiğimiz yıl
filmekimi’nde Türk seyircisi ile buluşan Elena’dır. Altı yaşındayken
babası ortadan kaybolan, bu sebeple de ilk iki filminde hakim bir baba
figürü gördüğümüz Zvyagintsev, yaptığı filmlerle adından söz ettirmeye
devam ederken Tarkovskiy’nin tahtının yeni varisi olabileceği
iddialarını da gün geçtikçe haklı çıkarmaya devam ediyor.
Yönetmenin ilk filmi olan Vozvrashchenie (The Return), iki erkek
kardeşin on yıl sonra bir anda ortaya çıkan babaları ile geçirdikleri
kısa süreli bir yolculuğunu anlatıyor. Ivan (Ivan Dobronravov) ve Andrey
(Vladimir Garin) isimli bu iki erkek kardeş, anneleri ve nineleriyle
yaşamaktadır. Bir gün eve geldiklerinde, daha önce hiç görmedikleri
–daha doğrusu hatırlamadıkları- babalarının o an evde olduğunu
öğrenirler. Babalarıyla birlikte erkek erkeğe iki günlük bir tatile
çıkacak olan kardeşler, yol boyunca hem baba figürünü zihinlerinde
netleştirirken hem de masumiyetten sıyrılıp olgunlaşmanın tadına bakmak
zorunda kalacaktır.
Cevapsız sorular, seyircinin düşünce gücüne bırakılmış olaylar ve takip
etmesi kafa yoran bir senaryoya sahip Vozvrashchenie’yi hakkıyla ele
almak için oldukça uzun bir yazı kaleme almak gerekir. Filmi izlerken
çoğu zaman yönetmenin ne düşündüğünü anlamakta güçlük çeken seyirci,
Zvyagintsev’in daha önce beyazperde deneyimi olmayışı sebebiyle normalde
yönetmenin tarzı üzerinden yanıtlanabilecek sorular konusunda da aciz
kalıyor. Sembolizmin etkisi altında Çarlık Rusya’sına, sosyalist
Sovyetlere, tanrı kavramına ve baba olgusuna yüklediği imgelerle derin
dokunuşlar yapmayı seçen yönetmen, en büyük gücü olduğu düşündüğüm
fotografik anlatımı ile bizi itelediği çukuru daha da dibe kazıyor.
Henüz filmin başında bir atlama kulesinden suya atlayan çocukları
izlerken gördüğümüz güneşten sonra aynı kuzeyin çağrıştırdığı gibi
oldukça soğuk renklerle devam eden filmin bu açılış sekansında Ivan’ın
korkularıyla yüzleş(eme)mesine ilk kez tanık oluyoruz. Abisinin tutumu
ile de iki çocuğun karakterleri hakkında elimize somut veriler geçmiş
oluyor. Yaklaşık yüz dakikalık süresi boyunca o ilk sekanstaki
karakterleri baştan aşağıya değişecek olan iki çocuk, eve geldiklerinde
gördükleri babalarıyla birlikte daha sonu bir hayli acı bir yolculuğa
çıkmaya hazırlanıyor.
Baba figürünü gördüğümüz ilk sahnede dikkatimizi çeken şey, bir
yatakta uzanmış, çıplak fakat hayaları kaşmir bir kumaşla örtülmüş erkek
figürü. Tarih boyunca resmedilen çarmıha gerilmiş İsa çizimlerinde
olduğu gibi karşımıza çıkan Baba (Konstantin Lavronenko), daha sonra
yemek masasına oturduğunda çocuklar dahil herkesin bardağına şarap
koyarken ünlü Son Akşam Yemeği tablosunu canlandırıyor adeta. Babalarını
gördükten sonra tavan arasına koşarak eski bir kitabın arasında
aradıkları fotoğraf sırasında çocukların çevirdikleri sayfalara
baktığımızdaysa tamamı dini ritüellerle örtülü tablolardan oluşan bir
seçki görüyoruz. Baba’nın karakterini göz önüne aldığımızda karşımıza
çıkan politik göndermelerin yanında tanrı ve kulları kavramı da
Zvyagintsev’in filmin senaryosunu kaleme alırken dini konularda belki de
kafasını kurcalayan detaylara atıfta bulunduğuna bir işaret gibi geldi
bana.
Nedenini zar zor anladığımız üzere bir hayli sert bir baba
karşısındaki isyankar tavırlı Ivan ve daha itaatkar, babasının gözüne
girmeye daha hevesli Andrey yolculuklarına başladıklarında filmin ipinin
ucu da artık seyirciye teslim edilmiş oluyor. Anlattığı şeyleri
seyreden kişiye direkt olarak sunmaktansa cevapsız soruları kullanarak
bize kendi çıkarımlarımızı yapmak ve filmin gidişatını kendimizin
şekillendirmesine izin vermek gayesini barındıran yönetmen, kendi
babasından uzak kalmasından mütevellit bir çocuğun nasıl değişip
olgunlaştığına yer vermeye başlıyor. Katı kuralları olan Baba’nın
karşısında sözünü dinlemeyen ve onun hareketlerini sorgulamayı seçen
Ivan ile ihtiyacı olan baba figürünü bulduğundan mıdır bilinmez iki
arada kalmış Andrey, uzun yıllar sonra gerçekleşen bir dönüşü istemeyerek de olsa felakete çevirerek kendi dönüş ve dönüşümlerinin haritasını çiziyor.Neden evden uzak kaldığı, çocukları ve karısı ile arasına niçin bir çizgi çektiği bilinmeyen baba karakterinin bu yönüyle pek de ilgilenmiyor yönetmen. Senaryonun kendisinden ziyade insan varlığı üzerinden kaygılarını dile getirmeyi seçiyor. Bu yüzden de başlarda merak ettiğimiz bu sorular, zamanla yerini belki de babaya hak verdiğimiz bir konuma sürüklüyor. Her hatasında Andrey’e vuran fakat Ivan’a dokunmayan Baba, Ivan ona son kez isyan edip deniz fenerine doğru koşarken filmin başından beri beklenen hareketi sonunda sergiliyor. İşte o anda da Baba karakteri ile ilgili kafamızda yarattığımız tüm çıkarımlar tek saniyede paramparça oluyor. Son sözü “oğlum” olan Baba’nın ölümünden sonra Andrey’nin ses tonundaki ve hal hareketlerindeki değişimler, Baba karakterinin amacına ulaştığını da kanıtlar nitelikte. Onun kendi babası olduğundan bile şüphelenen Ivan’ın, dalgaların alıp götürdüğü cesede doğru koşarak “Baba!” şeklindeki haykırışları ise tüm bunları tamamlayarak seyircinin göğsünün tam ortasına koca bir yumruk indiriyor.
Baba’nın dönüşü ile başlayan, çocukların dönüşümleri ile devam eden ve en sonunda, başta Baba’nın aldığı tüm sorumluluğu kendi üstlerine almak zorunda kalarak eve dönüş yolunu tutan bu hikaye böylelikle sonlanmış oluyor. Her bir karesi ayrı birer fotoğraf niteliğinde olan filmin muhteşem sinematografisi, kendine hayran bırakan performansları (oyunculuk diyemiyorum çünkü bunlar tamamen doğal) ve olması gerektiği üzere kafa yoran senaryosu ile armut piş ağzıma düş insanlığa bir armağan niteliğinde Vozvrashchenie. En sonda bir slayt gösterisi gibi dizilmiş ve çocukların gezileri boyunca çektikleri fotoğraflarda hiçbirinde Baba karakterinin yer almıyor oluşu da filmin, sorularıyla zihninizde ayrı bir boyuta taşınmasına vesile oluyor. Babanın telefonda kimle konuştuğu, kulübede yaptığı kazı sonucunda tekneye gizlediği kutuda nelerin olduğu ise hiçbir zaman bilemeyeceğimiz; zaten yönetmenin de bilmemiz durumunda bir kazanımımızın olmayacağını düşündüğü ayrıntılar sadece. Çünkü dediğim gibi, kendisi yalnızca insana odaklanıyor bu filminde ve anlatmak istediği her şeyi karakterleri üzerinden anlatmayı tercih ediyor.
Yazıyı sonlandırırken üzücü bir gerçeği de paylaşmış olayım. Bilen biliyordur fakat filmin ilk gösteriminin olduğu gün Andrey karakterine hayat veren Vladimir Garin, “o” gölge boğularak can vermiş. Bol ödüllü ve dünyanın dört bir köşesinden sayısız eleştirmence övgülere boğulmuş bu yedinci sanat harikasını henüz izlememiş olanların yapması gereken ilk işlerden biridir ekranlarının karşısına geçmek. Bir erkek ne zaman erkek olur sorusunun cevabıdır Vozvrashchenie: Babası öldüğü zaman. (www.sinemakulubu.com'dan)