30 Kasım 2011 Çarşamba

Vozvrashchenie / The Return / Dönüş (2003) - Andrei Zvyagintsev

 

Andrey Tarkovskiy’nin veliahdı olarak görülen, milenyumla birlikte Rus sinemasının dünyada bir kez daha şahlanışına öncülük etmiş bir isim Andrei Zvyagintsev. Oyunculuk okulundan mezun olduktan sonra 90’lı yılların başında Moskova’ya gelen fakat aradığını bulamayan Zvyangintsev, milenyuma kadar çeşitli televizyon yapımlarına imza atsa da adından söz ettirememiş. Daha sonra bir arkadaşının teklifi ile bağımsız bir film şirketinde yönetmen olarak işe başlayan usta isim, böylelikle kendisinin uluslar arası arenada bir ilah olarak görülmesine sebep olacak ilk filmi Vozvrashchenie’yi (The Return) çekme imkanı bulmuş. Düşük bütçesine rağmen devasa bir başarı öyküsüne dönüşen film, 2003 yılında Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan dahil toplamda beş ödül kazanarak yıllardır hatıralardan silinmiş olan Rus sinemasını tekrar hak ettiği konuma yükseltmiş. Ülkesine döndüğü zaman bir kahraman gibi karşılanan ve Vozvrashchenie’yi çekerken söylediği “yüz kişi izlese yeter” cümlesinin aksine milyonlara ulaşan seyircisiyle medyada bir ikon haline gelen Zvyangistev, daha sonra çok ses getirecek olan ikinci filmi Izgnanie’yi (The Banishment) çekmeye başlar. Dörder yıl arayla filmler yapan yönetmenin son filmi ise geçtiğimiz yıl filmekimi’nde Türk seyircisi ile buluşan Elena’dır. Altı yaşındayken babası ortadan kaybolan, bu sebeple de ilk iki filminde hakim bir baba figürü gördüğümüz Zvyagintsev, yaptığı filmlerle adından söz ettirmeye devam ederken Tarkovskiy’nin tahtının yeni varisi olabileceği iddialarını da gün geçtikçe haklı çıkarmaya devam ediyor.
Yönetmenin ilk filmi olan Vozvrashchenie (The Return), iki erkek kardeşin on yıl sonra bir anda ortaya çıkan babaları ile geçirdikleri kısa süreli bir yolculuğunu anlatıyor. Ivan (Ivan Dobronravov) ve Andrey (Vladimir Garin) isimli bu iki erkek kardeş, anneleri ve nineleriyle yaşamaktadır. Bir gün eve geldiklerinde, daha önce hiç görmedikleri –daha doğrusu hatırlamadıkları- babalarının o an evde olduğunu öğrenirler. Babalarıyla birlikte erkek erkeğe iki günlük bir tatile çıkacak olan kardeşler, yol boyunca hem baba figürünü zihinlerinde netleştirirken hem de masumiyetten sıyrılıp olgunlaşmanın tadına bakmak zorunda kalacaktır.
Cevapsız sorular, seyircinin düşünce gücüne bırakılmış olaylar ve takip etmesi kafa yoran bir senaryoya sahip Vozvrashchenie’yi hakkıyla ele almak için oldukça uzun bir yazı kaleme almak gerekir. Filmi izlerken çoğu zaman yönetmenin ne düşündüğünü anlamakta güçlük çeken seyirci, Zvyagintsev’in daha önce beyazperde deneyimi olmayışı sebebiyle normalde yönetmenin tarzı üzerinden yanıtlanabilecek sorular konusunda da aciz kalıyor. Sembolizmin etkisi altında Çarlık Rusya’sına, sosyalist Sovyetlere, tanrı kavramına ve baba olgusuna yüklediği imgelerle derin dokunuşlar yapmayı seçen yönetmen, en büyük gücü olduğu düşündüğüm fotografik anlatımı ile bizi itelediği çukuru daha da dibe kazıyor. Henüz filmin başında bir atlama kulesinden suya atlayan çocukları izlerken gördüğümüz güneşten sonra aynı kuzeyin çağrıştırdığı gibi oldukça soğuk renklerle devam eden filmin bu açılış sekansında Ivan’ın korkularıyla yüzleş(eme)mesine ilk kez tanık oluyoruz. Abisinin tutumu ile de iki çocuğun karakterleri hakkında elimize somut veriler geçmiş oluyor. Yaklaşık yüz dakikalık süresi boyunca o ilk sekanstaki karakterleri baştan aşağıya değişecek olan iki çocuk, eve geldiklerinde gördükleri babalarıyla birlikte daha sonu bir hayli acı bir yolculuğa çıkmaya hazırlanıyor.
Baba figürünü gördüğümüz ilk sahnede dikkatimizi çeken şey, bir yatakta uzanmış, çıplak fakat hayaları kaşmir bir kumaşla örtülmüş erkek figürü. Tarih boyunca resmedilen çarmıha gerilmiş İsa çizimlerinde olduğu gibi karşımıza çıkan Baba (Konstantin Lavronenko), daha sonra yemek masasına oturduğunda çocuklar dahil herkesin bardağına şarap koyarken ünlü Son Akşam Yemeği tablosunu canlandırıyor adeta. Babalarını gördükten sonra tavan arasına koşarak eski bir kitabın arasında aradıkları fotoğraf sırasında çocukların çevirdikleri sayfalara baktığımızdaysa tamamı dini ritüellerle örtülü tablolardan oluşan bir seçki görüyoruz. Baba’nın karakterini göz önüne aldığımızda karşımıza çıkan politik göndermelerin yanında tanrı ve kulları kavramı da Zvyagintsev’in filmin senaryosunu kaleme alırken dini konularda belki de kafasını kurcalayan detaylara atıfta bulunduğuna bir işaret gibi geldi bana.
Nedenini zar zor anladığımız üzere bir hayli sert bir baba karşısındaki isyankar tavırlı Ivan ve daha itaatkar, babasının gözüne girmeye daha hevesli Andrey yolculuklarına başladıklarında filmin ipinin ucu da artık seyirciye teslim edilmiş oluyor. Anlattığı şeyleri seyreden kişiye direkt olarak sunmaktansa cevapsız soruları kullanarak bize kendi çıkarımlarımızı yapmak ve filmin gidişatını kendimizin şekillendirmesine izin vermek gayesini barındıran yönetmen, kendi babasından uzak kalmasından mütevellit bir çocuğun nasıl değişip olgunlaştığına yer vermeye başlıyor. Katı kuralları olan Baba’nın karşısında sözünü dinlemeyen ve onun hareketlerini sorgulamayı seçen Ivan ile ihtiyacı olan baba figürünü bulduğundan mıdır bilinmez iki arada kalmış Andrey, uzun yıllar sonra gerçekleşen bir dönüşü istemeyerek de olsa felakete çevirerek kendi dönüş ve dönüşümlerinin haritasını çiziyor.
Neden evden uzak kaldığı, çocukları ve karısı ile arasına niçin bir çizgi çektiği bilinmeyen baba karakterinin bu yönüyle pek de ilgilenmiyor yönetmen. Senaryonun kendisinden ziyade insan varlığı üzerinden kaygılarını dile getirmeyi seçiyor. Bu yüzden de başlarda merak ettiğimiz bu sorular, zamanla yerini belki de babaya hak verdiğimiz bir konuma sürüklüyor. Her hatasında Andrey’e vuran fakat Ivan’a dokunmayan Baba, Ivan ona son kez isyan edip deniz fenerine doğru koşarken filmin başından beri beklenen hareketi sonunda sergiliyor. İşte o anda da Baba karakteri ile ilgili kafamızda yarattığımız tüm çıkarımlar tek saniyede paramparça oluyor. Son sözü “oğlum” olan Baba’nın ölümünden sonra Andrey’nin ses tonundaki ve hal hareketlerindeki değişimler, Baba karakterinin amacına ulaştığını da kanıtlar nitelikte. Onun kendi babası olduğundan bile şüphelenen Ivan’ın, dalgaların alıp götürdüğü cesede doğru koşarak “Baba!” şeklindeki haykırışları ise tüm bunları tamamlayarak seyircinin göğsünün tam ortasına koca bir yumruk indiriyor.
Baba’nın dönüşü ile başlayan, çocukların dönüşümleri ile devam eden ve en sonunda, başta Baba’nın aldığı tüm sorumluluğu kendi üstlerine almak zorunda kalarak eve dönüş yolunu tutan bu hikaye böylelikle sonlanmış oluyor. Her bir karesi ayrı birer fotoğraf niteliğinde olan filmin muhteşem sinematografisi, kendine hayran bırakan performansları (oyunculuk diyemiyorum çünkü bunlar tamamen doğal) ve olması gerektiği üzere kafa yoran senaryosu ile armut piş ağzıma düş insanlığa bir armağan niteliğinde Vozvrashchenie. En sonda bir slayt gösterisi gibi dizilmiş ve çocukların gezileri boyunca çektikleri fotoğraflarda hiçbirinde Baba karakterinin yer almıyor oluşu da filmin, sorularıyla zihninizde ayrı bir boyuta taşınmasına vesile oluyor. Babanın telefonda kimle konuştuğu, kulübede yaptığı kazı sonucunda tekneye gizlediği kutuda nelerin olduğu ise hiçbir zaman bilemeyeceğimiz; zaten yönetmenin de bilmemiz durumunda bir kazanımımızın olmayacağını düşündüğü ayrıntılar sadece. Çünkü dediğim gibi, kendisi yalnızca insana odaklanıyor bu filminde ve anlatmak istediği her şeyi karakterleri üzerinden anlatmayı tercih ediyor.
Yazıyı sonlandırırken üzücü bir gerçeği de paylaşmış olayım. Bilen biliyordur fakat filmin ilk gösteriminin olduğu gün Andrey karakterine hayat veren Vladimir Garin, “o” gölge boğularak can vermiş. Bol ödüllü ve dünyanın dört bir köşesinden sayısız eleştirmence övgülere boğulmuş bu yedinci sanat harikasını henüz izlememiş olanların yapması gereken ilk işlerden biridir ekranlarının karşısına geçmek. Bir erkek ne zaman erkek olur sorusunun cevabıdır Vozvrashchenie: Babası öldüğü zaman. (www.sinemakulubu.com'dan)

Persona (1966) - Ingmar Bergman

 

Sinema tarihinin usta yönetmenlerinden Ingmar Bergman tarafından 1966’da çekilen Persona, çoğu eleştirmenlerce sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri (kimilerince de en iyisi) olarak kabul ediliyor. Kaldı ki yönetmenin çoğu filmi zaten sinema sanatının başyapıtları içinde. Böyle olunca, bir sinemaseverin ömründe en azından bir Bergman filmi izlemesinin elzem olduğu kanaatine varabiliriz rahatlıkla. Persona’yla başlıyoruz. Yalnız baştan söyleyeyim, yazıda filmin ispiyonlarını (spoiler) ayıklayamadım, hal-i hazırda filmi izlememişseniz yazıyı okumayı  izledikten sonraya bırakmanız önerilir.
Evet, başlayalım. Filmin başlangıcı gerçekten garip. Garip, elbette anlayışımın kıtlığından doğan bir yargı, yoksa yönetmen gösterdiği şeylerde bir şeyler anlatıyordur muhakkak. Yani, oynatılan bir film şeridi, tarantula misali bir örümcek, kesilen bir koyun, dışarı çıkarılan işkembe, çivi çakılan bir el, erekte olmuş bir penis, ölü yüzleri, ölüler  vs. yönetmenin anlatmak istediği şeylerin simgeleri-metaforları falan da, diyorum ki Bergman bizi çok zeki zannediyordu herhalde. Kesilen koyunla kurbana, çivi çakılan elle İsa’nın insanlık için kurban olmasına gönderme yapıldığını söyledik diyelim, peki diğerleri ne acaba? En azından filmin başındaki erkek çocuğun Elizabeth’in oğlu olduğuna eminim.
Elizabeth ünlü bir sanatçı. Bir gün sahnede Elektra’yı oynarken susar ve bir daha hiç konuşmaz. Fiziksel ve psikolojik hiç bir rahatsızlığının olmadığını düşünen doktoru, Elizabeth’in hastaneden çıkarılmasına karar verir ve kendini toparlaması için yanında hemşire Alma ile onları yazlığına gönderir. Zamanla “ikili arasında sıcak bir dostluk başlar” diye yazasım geldi birden. Hayır tabii, yoksa film en iyilerden biri olmazdı bu haliyle.
Elizabeth’in toparlanmasına yardımcı olmak niyetiyle geldiği yazlıkta, suskun muhattabı karşısında mecburen kendi konuşmak durumunda kalan Alma, anlattığı şeylerin giderek özelleşmesiyle Elizabeth’i bir hastadan daha fazlası olarak görmeye başlar. Öyle ki Elizabeth için hissettikleri düşle gerçeği karıştırmasına sebep olur.
Persona için bir çeşit Fight Club, ya da günümüze daha yakın olan Black Swan diyebiliriz. Zira filmin yukarıdaki bölümünden itibaren ikiliyi birbirlerinin rollerinde görmeye başlarız. Artık anlatılanlar kimin yaşantısındandır karışmaya başlar. Sonunda Elizabeth’in suskunluğunun sebebini öğreniriz. Ama buna gelene kadar Bergman kafamızı epey karıştırır.
Doktorun Elizabeth’e söylediklerinin gösterildiği sahne filmi çözebileceğimiz ilk sahne gibi gözüküyor.  Yaşamında oynadığı rollerden usanan, daha doğrusu rol yapmaktan usanan Elizabeth, varlığının ne olduğu, aslında kim olduğu sorusunun ağına takılmıştır doktora göre. Yaşamının hiç bir kesitinde kendi gibi olamadığı gerçeğini idrak eden Elizabeth, her şeye son vermeye gücü yetmediği için kayıtsız bir suskunluğa bürünmüştür. Böylece gerçekte kim olduğunu gösteremese de artık kim olmadığıyla ilgili de yalanlar söyleyemeyecek, yalandan yaşamayacaktır.  Artık persona (maske demek, insanın hayattaki rollerine göre taktığı maskeler) takmayı reddetmektedir Elizabeth.
Filmi çözecek bir diğer sahne de Alma’nın Elizabeth’in sırrını açıkladığı sahnedir kanımca. Hatta bu öyle bir sahne ki, birazdan iddia edeceğim sava göstereceğim kanıtlardan biri de bu sahne olacak. Ama ona birazdan geleceğiz. Önce Alma’nın anlattıklarına bakalım.
Filmin sonuna doğru, Alma, Elizabeth’in karşısına geçer ve anlatmaya başlar. Elizabeth, çok ünlü ve başarılı bir aktristtir. Hayatı her şeyiyle mükemmeldir. Birgün biri ona, hayatında her şeyin tam, ama anneliğinin eksik olduğunu söyler. Bu sözden etkilenen Elizabeth bir süre sonar  hamile kalır; ama aslında bebeği istemediğini fark etmiştir. Zaman geçtikçe bebeğe karşı bu isteksizlik iyice artar, hatta bebeği düşürmeye bile çalışır. Bebek doğunca da ona karşı hissettikleri bir iğrenmeden daha öte değildir. Zaman geçtikçe oğlu büyümekte, annesine yakınlaşmaya çalışmakta ama Elizabeth’in nefreti hiç azalmamaktadır.
İstemediği ama toplumun ona yakıştırdığı ve olması gerektiğini düşündürttüğü annelikteki başarısızlığı Elizabet’i içten içe kendine, kocasına, oğluna karşı yabancılaştırır. Dışarıdan bakıldığında hayatının her rolünü başarıyla sürdüren mükemmel bir kadındır, içi ise olması gerekenle gerçekte olanların kıyasıya çarpıştığı bir savaş alanıdır.
Elizabeth’in yaşadığı bu çatışmanın bir benzerini de Alma’nın yaşadığını, hatta film boyunca Alma’daki bölünmüşlüğün daha çok gösterildiğine şahit oluruz.  Öyle ki, filmdeki asıl “deli”nin Alma olduğu kanısına varmamız işten bile değildir. Yıllar önce hiç tanımadığı biriyle yaşadığı  cinsel  birliktelikten hamile kalıp, sonrasında bebeğini aldıran, hem aldatmanın hem de kürtajın vicdan sızısını duyan Alma, sırrını paylaştığı Elizabeth’i hastasından çok daha öte görmeye, hatta onunla aynılaşmaya başlar.
Filmin genelinde Alma’nın Elizabeth’le ilgili takıntılarının daha gözle görülür olduğunu söylemiştim. Ama bence filmde asıl kişilik bölünmesini yaşayan Elizabeth’tir. Buna kanıt olarak öncelikle Elizabeth’in kocasının yazlığa geldiği sahne verilebilir. Elizabeth’in kocası yazlığa gelir, karısının nasıl olduğunu görmek istemektedir. İlginç bir şekilde kocayla Elizabeth değil, Alma konuşmaya başlar, karısı kendisiymiş gibi üstelik. Giderek kendini iyi hissettiğini, yakında eve döneceğini, kendi adına oğluna bir hediye almasını falan söyler. O bunları söylerken Elizabeth, her zamanki suskunluğuyla onların yanında  anlatılanları dinler ve tek laf çıkmaz ağzından. Bu sahnede, Elizabeth’in dışa dönük-konuşan kişiliği olarak Alma’yı seçtiğini görürüz. Alma, Elizabeth’in söyleyemediklerini dile getiren tarafıdır yani. Aslında kocasıyla konuşan YA DA konuştuğunu hayal eden Elizabeth’tir. Hayal eden diyorum, çünkü filmde gerçekle hayal-rüya olanın karıştığı sahneler  de görürüz.  Mesela Elizabeth ile Alma’nın ayna önünde durdukları o meşhur sahne, Alam’nın rüyasıdır aslında. Bu durumda Elizabeth kendi iç dünyasında yalnız bıraktığı kocasını –ve oğlunu- hayaliyle teselli ediyor diye düşünebiliriz.
Alma’nın Elizabeth olduğu bir diğer önemli sahne de yukarıda bahsettiğim Alma’nı n Elizabeth’in sırrını anlattığı sahne. Alma’nın içinde bulunduğu durumu, dışarı’sı istiyor diye anne olmaya karar verişini, bebeği istemeyişini, ona karşı hissettiklerini Alma’dan duyarız, hem de Elizabeth gibi giyinmiş, aynen Elizabeth’e benzer bir şekilde. Dış görünüş olarak Elizabeth’e benzemese de Alma’nın bütün bunları bilmesine olanak yok. Demek ki o sahne Elizabeth’in kendiyle yüzleştiği sahne. Kendine itiraf edemediği duygularını ilk defa dile dökebildiği sahne. Sahnenin sonunda iki kadının yüzlerinin birleşip ayrılması da aslında gördüğümüzün aynı kadın olduğunu göstermektedir.
İzleyenler bilir, Black Swan’da da Nina, karanlık tarafıyla yüzleşip varlığını kabul edince, iyi ve kötü yanlarıyla kendini olduğu gibi kabul edince yani, gerçek olanı yaşamaya, gerçek’e dönmeye başlıyordu. Burada da Elizabeth kendiyle yüzleştikten, içinde sakladığı ve büyüttüğü sırrı kendine itiraf ettikten sonra artık Alma’ya ihtiyacı kalmaz ve herkes kendi yoluna gider.
Persona hakkında yazılabilecek daha yığınla şey var aslında. İçerikte olduğu kadar oyunculukta, kurguda, görsellikte de oldukça başarılı olduğuna, neredeyse yarım yüzyıl önce çekilmiş olmasına rağmen günümüzde bu ayarda çok az film çekilebildiğine hiç değinemedim daha. Onları da gelecek yorumlara havale edip son bir paragrafla sabrınızı denemeyi bırakayım.
Bu film, anladığım kadarıyla temel olarak insanın iç-dış çatışmasını anlatıyor.  Hayatımızda birkaç rolümüz birden oluyor; genellikle de bu rolleri toplumun bize öğrettiği şekilde oynuyoruz. Her şeyi kurallarına göre yapmaya, normal kabul edilenin sınırlarından dışarı taşmamaya çalışıyoruz. Gerçek ben’imizin oynadığımız bu rollerden aslında memnun olmadığını, gerçek ben’in aslında gösterdiğimiz ben’imiz olmadığını anladığımızda,  toplumca kabul görmeye devam etmek istiyorsak, ortaya çıkmaya çalışan ben’i içimize gömmeye ve ağzını kapatmaya çalışıyoruz. Ama içimizdeki çatışmadan elbette böyle rahatça kurtulamıyoruz. Güçlü olanlar, gerçekten ne  istediklerini, ne olduklarını fark ettiklerinde bununla yüzleşip, barışıp gerçekte olduğu gibi yaşamaya başlıyor. Şanslı bir azınlık diyelim onlara. Çünkü çoğumuzun gerçek kimliğimizi göstermeye cesareti olmuyor, toplumun bize dayattıkları karşısında ya ömür boyu içimizde savaşıp dışımızda her şey güllük gülistanmış gibi yaşıyoruz, ya da bir yerde kayışları koparıyoruz. Daha büyük bir çoğunluk ise gerçekte ne istediğinin, kim olduğunun farkına bile varmayarak yaşamaya devam ediyor. (www.sivrisinema.com'dan)

Izgnanie / The Banishment / Sürgün (2007) - Andrei Zvyagintsev

 

Sovyet sinemasının dünya sinema tarihi içersindeki önemi tartışmasız çok büyüktür. Sinemanın emekleme döneminde özellikle Eisenstein’ın öncülük ettiği film grameri ve kurgu tekniğinde çığır açan Pudovkin, Kuleshov gibi yönetmenleri yetiştiren bir ülke Sovyet Rusya. Sovyet sineması kısa bir dönem gerileme dönemi yaşasa da 1960-70'li yıllarda çektiği filmlerle sinemanın ruhanî yanıya ilgilenen, filmlerinin içerdiği felsefi anlam dünyasıyla modası hiçbir zaman eskimeyecek, birçok yönetmene ilham kaynağı teşkil edecek kaba tabirle Tarkovskiyen bir akımın öncüsü olacak olan Andrei Tarkovsky ile devam etmiştir bu süreç.
Değişik ülkelerdeki benzerleri bir yana Rus sinemasında bugün Tarkovsky’nin mirasını devam ettiren iki önemli isim var. Birisi 'Ana Oğul' gibi eşsiz bir filme imza atan Aleksandr Sokurov diğeri ise henüz iki film çekmesine karşın bu mirasa ortak etmekten tereddüt edilmeyecek kadar yetenekli olan Andrei Zvyagintsev.
2003 yılında çekmiş olduğu 'Dönüş' filmiyle bir anlamda Rus sinemasının da dönüşünün habercisi olan Zvyagintsev, ilk filmini çekmiş olmasına rağmen yoğun alt metni ve sinematografisiyle değme yönetmenlere taş çıkartacak bir olgunluk göstererek yılın en iyi filmlerinden birine imza atmıştı. İlk filmiyle göstermiş olduğu başarının tesadüfî olmadığını ikinci ve şimdilik son filmi 'Sürgün' ile kanıtlamış diyebiliriz.
Pulitzer ödüllü Ermeni yazar William Saroyan'ın "The Laughing Matter" adlı kitabından uyarlanan film, yönetmenin bir önceki filmi 'Dönüş' ile yine benzer temalar üzerinden ilerliyor. Şehir yaşamından ayrılıp iki çocuğu ve karısıyla 12 yıldır gitmediği köyüne dönen Aleks’in sessiz, sakin yaşamı karısının bir itirafıyla sarsılıyor. 150 dakikalık süresinin yaklaşık 2 saati boyunca neredeyse hiçbir şey anlatmıyormuş gibi gözüken ve yapılan itirafın etkisini tek bir sahne dâhi olmadan tamamen oyuncu performanslarıyla geçirmeye çalışan yönetmen filmin son yarım saatinde tüm dramatik yapıyı tersyüz ediyor.
Esasında filmin tüm derdinin Aleks'in karısı ve çocuklarından esirgediği sevgi eksikliğinden kaynaklandığını görüyoruz. Yönetmen 'Dönüş' filminde baba-oğul ilişkisi üzerinden dini referanslarla zenginleştirdiği öykünün benzerini bu kez "sevgi" teması etrafında çetrefilleştiriyor. Bu temayı kimi zaman çocukların oyun oynadıkları puzzle’da ki resmin benzer şekilde 'Dönüş' filmindeki çocukların babayı ilk kez gördükleri anın Mantegna'nin "The Lamentation over the Dead Christ" tablosunu andırması gibi dolaylı, kimi zamanda çocukların misafir olarak kaldıkları evde arkadaşlarının annesinin çocuklarına okuttuğu kitapta geçen "İnsanların ve meleklerin dilleriyle konuşsam...ama sevgim olmasa...ses çıkaran bakırdan ya da çınlayan zilden farkım kalmaz" sözleriyle başlayan bir pasajla açıkça dile getiriyor. Yönetmen "sevgi" gibi sinemada en çok işlenilen ve en temel meselelerden birini alıp bu tip göndermelerle filmin yoğun sinemasal atmosferi ile birlikte daha bir özgün hale getiriyor.
Film sadece dini referanslar ve mitlerle değil daha önceki filmi 'Dönüş' ile kimilerince komünizm öncesi ve sonrasını temsil eden baba-oğul çatışmasını da bir üst noktaya taşıyıp Rusya tarihi ile ilgili önemli sosyolojik ipuçları sunarak yönetmenin kendi anlam dünyasını da gözler önüne seriyor. Üstelik bunu yapma biçimi de olabildiğince kapalı ve gizemli. Örneğin ilk filmindeki babanın toprağa gömdüğü kutu film boyunca açıklığa kavuşmadığı gibi bu filmde de Vera’nın kocasına yazdığı mektupta ne yazdığına bir türlü vakıf olamıyoruz. Tıpkı filmin başında Aleks'in kardeşi Mark'ın uzunca bir yolculuktan sonra eve neden yaralı bir şekilde döndüğünü ve nereden geldiğini bilmediğimiz gibi. Ya da belli ki Aleks'in kendi ebeveynleri ile bir çatışma içersinde olduğunu hissettiren uzun ve anlamlı bir şekilde eski fotoğraflara attığı bakışlar gibi.
Film Tarkovsky sinemasına olan yakınlığını sadece uzun planlarla, kaydırmalarla, gri ve mat bir sinematografiyle, geniş çerçeveli ölçeklerin kullanıldığı çekim teknikleriyle ve Estonyalı ünlü besteci Arvo Pärt'ın mistik müzikleriyle belli etmiyor. Ayrıca filmin taşradaki durağan hayatın altını çizen, doğa seslerinin eşlik ettiği mizansen anlayışı ve filmin adının 'Kurban' ve 'Ayna'yı çağrıştırmasıyla daha da ileri gidiyor. Fakat Zvyagintsev için bu bir handikaptan çok sinemanın her daim ihtiyaç duyduğu bu farklı alanı auteurliğe giden bir yol olarak baştan seçmiş olmanın verdiği bir avantaja dönüşüyor. (avrupasinemasi.blogspot.com'dan)

29 Kasım 2011 Salı

Manderlay (2005) - Lars von Trier

 

Dogville’den ayrılan Grace, babasıyla birlikte yola çıkmıştır. Yaşadığı yerden uzun süre ayrı bulunmak yer altı dünyası için son derece vahim bir olaydır. Bu sebeple Grace’in babası adamlarıyla birlikte yeniden yükselebileceği bir yer arayışına girmiştir. Arabayı güneye sürerler ve tesadüf bu ya Manderlay adlı bir kasabada mola vermeye karar verirler. Bu mola esnasında Grace arabada otururken siyahî bir kadın arabaya yaklaşır ve yardım ister. Babasının yoğun ikazına rağmen dik başlı Grace bu siyahî kadını takip eder ve kasabaya gider. Grace, kasabaya vardığında karşılaştığı manzara dehşet vericidir. Bir beyaz, siyahî bir adama işkence yapmaktadır. Grace bu işe hemen bir son vermesini ister. O sırada Mam adında yaşlı bir kadın olayların şekil değiştirmesine sebep olur. Kasaba sakinleri kölelik sisteminin yetmiş yıl önce kalktığından habersizdir ve siyahî vatandaşlar beyazlara hizmet etmektedir. Bu süre zarfında kasabaya ulaşan Grace’in babası vakanın büyümesine engel olur. Grace bir süre sonra bu sistemin Mam tarafından yazılan anayasa kitabı baz alınarak yürütüldüğünü fark eder ve buradaki sistemi düzeltmek için buraya yerleşmek ister. Fakat bu defa Grace sorunuyla sonuna kadar baş başadır. Babası kalmayı tercih etmesi halinde onu kurtarmaya gelmeyeceğini söyler ve adamlarını bırakıp kasabayı terk eder.
Genellikle ahlâk kavramına odaklanarak insan doğasına atıfta bulunan mesajları tercih eden Trier, bu defa serinin adına uygun olacak şekilde daha dar kapsamlı bir konuya odaklanmış ve eleştiri oklarını direkt Amerika’ya yöneltmiştir. Köleliğin yıllar önce kalktığı bir dönemde, bir Amerika kasabasında yaşanan dramatik olaylar silsilesinin yine başkahramanı olacaktır merhametli Grace. Manderlay kasabasında bir sistem değişikliği gerekmektedir. Yıllarca beyazlar tarafından sürdürülen yozlaşmış, adaletten ırak sistem siyahları tahakküm altına almıştır. Dünyada olanlardan bihaber olan ahali, bu şekilde yaşamını sürdürmektedir. Oysaki Grace belki onlar için bir kurtarıcıdır.
Siyah beyaz ayrımı, kölelik sistemi ve ırkçılıktan çok daha ötede derdi var aslında yönetmenin. Daha önce defaatle karşılaştığımız ırkçılık filmlerinden değil asla! Hani şu başında siyahîlerin ezildiği, sonra yavaş yavaş mazlumlara zafer kazandırıp, insanları ekran karşısında mutlu eden basit Oscar’lık filmler…
Aksine çok farklı bir amaç güdüyor her zamanki gibi. Şöyle izah ediyor derdini:
“Grace’i, tüm dünyaya Amerikan yaşam tarzını kabul ettirmeye çalışan günümüz ABD’sine benzetmek çok kolay. Aynı zamanda Grace’in benim yarattığım bütün ana karakterler gibi olduğuna dikkat çekmek de yerinde olur. Grace herkes için hep en iyisini istiyor, ama her şey cehennemi bir hal alıyor. Irk politikaları göz önüne alındığında filmimin alışıldık normlar dışında algılanmasını bekliyorum. Eğer birilerini kışkırtıyorsam, bana göre hava hoş. Boş provokasyonlar pek işe yaramaz, ama bir kışkırtmayla bir sürü ağır tepki alırsan hedefi on ikiden vurdun demektir.”
Görüldüğü gibi, filmde söylemek istediklerini çok iyi şekilde özetlemiş usta yönetmen. Mesele toplumun yaşayış biçiminden ziyade dışarıdan gelen ve iyilik ile güzellik vaat eden Grace’in yaptırımları… Tartıştığı şey daha düz bir ifadeyle, doğruluğa bakış… Kimin doğrusu, neyin doğrusu? Öyle ya, aşina olduğumuz bir gerçek bu! Sadece Amerika diye kısıtlamak bile lüzumsuz. Gelişmemiş bir ülke toplumsal sorunlar ve anlaşmazlıklar yaşar. Ona demokrasi veya iyilik getirmek için büyük bir devlet sorumluluk alır. O sorumluluk alan yetki sahibinin vaat ettiği nedir, tam olarak sunduğu nedir? Dogville’de karşımıza çıkan kibir kavramı yine çıkar ortaya, hani şu Şeytan’ın en çok sevdiği günah…
Kasabaya gelen ve her şeyi düzeltmeye çalışan Grace… Neden? Öyle olması gerektiğini düşündüğünden… Serinin ilk filminde öz eleştiri yaptıran ve insan doğası üzerinden dersler veren Trier, ikinci filmiyle biraz daha sistemi eleştirip, toplumsal bir analiz yapmıştır. Üç saatlik ilk film sonrası gözlerin aşina olmasının da etkisiyle ikinci filmde yadırganmayan dekor da filmin yapısına ayak uydurunca tadından yenilmez bir Trier filmi daha ortaya çıkmış.
Artık gözler gelmek bilmeyen Wasington’un yollarında… (eksisinema.com'dan)

https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/297527733614180/
Dogville (2003) - Lars von Trier

 

İnsan kötü müdür, yoksa iyi mi? Yaşamaya hakkı olmayacak kadar kötülük yapabilir mi? En iyi olarak gördüğümüz insan, gerektiği zaman en aşağılık şeyler yapabilir mi? Peki bu hâle gelmesinin sebebi nedir? Koşullar mı, yoksa doğası mı? Kötüyle savaşabilmek için kötü olmak mı gerekir, yoksa çoktan o kötülüğün içine çekilmişmisindir? Peki ya, kötülükten yana olmamayı tercih edip de, iyilerin peşinden gitmek istediğinde hep o bilindik son yaşanıp, kötüler daha çabuk kazanmaz mı? Kötülerle savaşmayı bıraktığındaysa, bu sefer de kendinle savaşmaya başladığını görürsün. Sen kendinle savaşmaya başladığında, başkaları yine seninle savaşmaya devam eder. Sen kendinle savaşmaktan bıkarsın, ama onlar senle savaşmaktan bıkmaz. Kendinle savaşmaktan yorulursun, yorulduğun için yine sen kötü olursun. İyi niyetli olman da artık pek bir işe yaramaz. Sen ne kadar bağışlayıcı olursan, seni suçlamaları o kadar kolaylaşır ve bu döngü bu şekilde sürüp gider. Peki ya doğasına aykırı olan insanlar? İşte bu insanlar "gerçek" iyilerdir. Hem de yaşamaya hakları olamayacak kadar, itilip kakılacak, eziyet çekecek kadar iyi... O yüzden, Hümanizm ne yazık ki kimsenin iyi olmasını sağlayamaz...

Lars Von Trier, sıradışı anlatımıyla, kimsenin göründüğü kadar kötü olmadığını, daima içinde bir yerde, o kötülükten daha da fazlasını barındırdığını Dogville sayesinde bizlere öyle güzel anlatır ki, Grace'in başına gelenlere seyirci kaldığımız için sinirlerimiz gerilir, oynadığı pollyannacılık oyununa ve her şeyi bağışlamasına tahammül edemeyip filmin son anına kadar içimizdeki intikam alma duygusuna yenilmeye, tüm bu olanlardan dolayı kasabadaki insanların cezalandırılması isteğine boyun eğmeye başlarız. İşte tüm bu diken üstünde geçen yaklaşık 3 saatlik zaman zarfı boyunca, insan denen canlının doğasının nasıl da kötülüğü yavaş yavaş etrafına zerk ettiğine tanık oluruz.

Öyle bir kasaba düşünün ki, fakir insanlar, basit hayatlarını, huzur içinde, doğayla başbaşa ve birbirleriyle sorun yaşamadan sürdürsünler. Ancak aralarında problem çıkmamasının sebebi iyi niyetli ve anlayışlı olmalarından ziyade, etliye sütlüye karışmamayı tercih eden tavırları olsun. İçlerinden bin türlü şey geçsin de, dışarıya bunun pek azını yansıtsınlar. Başkalarıyla uğraşmak ya da kurulu düzeni bozmak istemedikleri için hiçbir sorun yok gibi davransınlar. Bir aldatmaca, bir yalanlar silsilesi, bir görmemezlikten gelme hâli sürüp gitsin; kimseyi ve hepsinden önemlisi kendini bilmeme ve bilmek istememe hali...

İşte, 1930'u yılların ABD sınırları içerisinde yer alan bu kasaba, başlarda izleyicinin alışmakta zorlanacağı bir anlatım tarzıyla karşımıza geliyor. Ama aslında bu kasaba, dünyanın herhangi bir yerinde de olabilir. Tiyatral bir düzenle oluşturulmuş, kapıları olmayan ve sadece çizimden oluşan mekanlar ile tasvir ediliyor. Dünyanın geri kalanından kopuk, içe dönük bir yaşam süren bu kasabaya bir gün Grace adında bir kadın geliyor ve olaylar da işte bu noktadan sonra yavaş yavaş değişmeye başlıyor. Tanık olacağımız olaylar bir giriş bölümü ve dokuz bölüme ayrılarak bizlere sunuluyor. Bölümler ilerledikçe de kaçınılmaz sona yaklaşmaya başlıyoruz.

Dogville'de dediğim gibi hayat aksamadan, renksiz ve hareketsiz bir şekilde akıp giderken, bir gün bu rutin bozuluyor ve Musa adlı köpeğin havlamasıyla, farklı bir şeyler olacağı daha o anda belli oluyor. Kasabanın yazarı olan Tom, bankta otururken, Musa'nın havlamasıyla irkiliyor ve bir yabancının kasabalarına ayak bastığını farkediyor. Grace adındaki bu yabancı, peşindeki gangsterlerden kaçan bir kadın. O kadar aç ki, köpeğin yemeğine bile gözünü dikmiş durumda. Tom ona yardım etmek istiyor ve kasabada kalması için onu ikna ediyor. Ama tabii bu, sadece Tom'un vereceği bir karar değil. Tüm kasaba halkının da, Grace'in orada kalması için onay vermesi gerekiyor. Böylece kasabalılar, Grace'e tam 2 hafta süre veriyor. Bu süre zarfında Grace onların kalbini kazanmak zorunda. Grace, o kadar zor bir durumda ki, ona verilen bu şans, sanki bir lütufmuş gibi geliyor ve halkın sevgisini kazanmak için onlar için çalışmaya başlıyor. Başta ihtiyaçları olmadığı için bu yardımı reddetseler de, sonunda Grace'i sömürmek konusunda kasaba halkı, birbirleriyle yarışır hale geliyor. Kasabalıları sevmeye baştan razı olan Grace ise, tüm bunlara göz yumuyor ve güçsüz konumunun suistimal edilmesine ses çıkarmıyor. Tabii bu arada kasabalıların asıl yüzlerini meydana çıkaran olaylar, tıkırında gidiyormuş gibi görünen sistemi çökertiyor ve Grace'in bu sistemden çıkarılması kaçınılmaz oluyor.

Grace'in başına gelenlerin hepsi aslında Tom'un planlarının bir sonucu. İşi, insanları gözlemlemek ve sonra bunlar üzerinde düşünmek olan Tom, kasabadaki herkesi çok iyi tanıdığı iddiasında. Kendi aklına ve okuduklarından öğrendiklerine o kadar güveniyor ki, kasabalılara ahlak dersi verme yetisine sahip olduğunu düşünüyor. Onlara, "kabullenme"yi anlatmak istediği bir gece ise karşısına ansızın Grace çıkıyor. Grace, Tom'un örnekleme tekniği için tam da ihtiyaç duyduğu şey; ahlak dersini uygulamalı öğretebilmek için somut bir örnek. Kendi teorilerinin içinde yaşayan, pasif ve bir o kadar da korkak bir yazar olan Tom, aslında kasabalılara başkalarını kabullenmek konusunda ders vermeye çalışırken, Grace de kendisine bir şeyler öğretmeye çalışıyor. Ailesi tarafından kibirli yetiştirildiğini ve bundan arınmak istediğini söylüyor. Ancak Grace'in kasabalılara karşı gösterdiği haddinden fazla olan anlayış ve sevgi, aslında onları hor görmesinin bir göstergesi. Grace'in ahlaki değerleri herkesten o kadar üstün ki, çevresinden bu değerlere göre davranmalarını beklemiyor bile. Kasabalıları küçük, güçsüz, aciz insanlar olarak gördüğü için yaptıkları kötülükleri de mazur görüyor, onları affediyor. Kendisi için asla kabul etmeyeceği ölçütleri kullanıyor onlarla ilişkilerinde. O kadar kibirli ki, insanlara yanlış yaptıklarını göstermek ve düzelme şansı vermek yerine, koşulları suçlamayı tercih ediyor. Sonunda ne kasabalılar, ne de Grace, yaşadıklarından bir ders alabiliyor. Kasabalılar Grace'in emriyle bir bir öldürülürken, o tüm yaşadıklarından sonra aynı derecede kibirli. Katliamdan sağ çıkmayı başaran köpeğe tüfeklerini yönelten gangsterleri durduran Grace şöyle diyor: "Durun, bir zamanlar onun kemiğini çalmıştım, o yüzden bana kızgın ve havlıyor." Böylece köpek affediliyor.

Filmde söylenenler ne kadar acı olsa da, bizlere hikayeyi anlatan John Hurt'ün ironik ses tonu sayesinde gördüklerimiz az da olsa daha yenilir yutulur bir hâle geliyor. Dogville'de senaryo ve oyunculuğun gücü, filmin biçimsel ayrıntılarının bir süre sonra fark edilmemesine yol açıyor. Sinemanın tüm kandırmacalarından ve fazlalıklarından arındırılmış bir şekilde bize saf karakterleri sunan Von Trier, hikayeyi ön plana çıkararak film boyunca Grace ile özdeşleşmemizi ve onun intikamına tüm kalbimizle katılıp sevinmemizi sağlıyor. Filmin sonunda, kasabalıların katledilmesinden resmen mutluluk duyuyoruz. Dekorların arasından beliren ay ışığı, zeminden, tebeşirden canlanan köpeğin havlaması ve filmin tüm yapaylığıyla alay edercesine sonda akan Amerika'nın öteki yüzüne ait olan fotoğraflarsa yönetmenin dehasını bizlere bir kez daha kanıtlıyor. (miserym.blogspot.com'dan)

27 Kasım 2011 Pazar

Stalingrad (1993) - Joseph Vilsmaier

 

2. Dünya savaşı filmlerinden bence en güzeli.. savaşın yok edici soğukluğu yanında duygusallığıyla da ön plana çıkan bir film... savaşa almanların gözünden bakan ender filmlerden biri.. bir grup alman askerinin Avrupa'dan Rusya'ya gidişi ve Stalingrad savaşını işleyen harika bir film... 2.dünya savaşı klasiklerinden olan bu arşivlik filmi kaçırmayın...

SSCB bozgunu Hitler'in ne kadar büyük ve ileriyi gören bir askeri lider olduğunun kanıtıdır bence!!!

Faşist lider Hitler'in askerleri soğukta donarken şunları söylediği rivayet edilir; "Benim askerlerim ateşten yaratılmıştır, onlar donamaz".. Oysa askerlerini yazlık kıyafetleriyle yollamıştır. Çünkü Rusya'nın tümünü!! 1 aydan kısa sürede işgal edeceklerine inandırılmış askerlerdir bunlar...

Film gerçekten Alman cephesinden bakmasına rağmen çok başarılı bir anlatımı içeriyor. İnsanı sürüklüyor. Üçüncü Reich'ın faşizminin nereleri vurduğunu gösteriyor. Savaşa karşı iyi bir savaş filmi...


https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/296235393743414/

24 Kasım 2011 Perşembe

Down by Law / İçerdekiler (1986) - Jim Jarmusch

 

Jim Jarmusch'un 1986 yapımı filmi Down By Law, bu haftaki klasik film seçimimiz. Sıradışı bir hapishane filmi diyebileceğimiz filmde, Tom Waits, Roberto Benigni ve John Lurie üçlüsü başrolde...
Film Zack, Jack ve Roberto'nun hapishane dışındaki hayatlarından başlıyor. Oldukça sıradan görünen gün, Zack ve Jack için hayli sıradışı bir hal almaya başlıyor ve bir şekilde oyuna getirilip kendilerini hapishanede buluyorlar. Roberto da bir şekilde hikayeye dahil oluyor. Bu iki adamın aksine Roberto ile ilgili yeterli bilgi sahibi olamıyoruz. Jarmusch kimi noktaları kasten ucu açık bırakıyor ama bu adamın, diğer ikisine göre daha uyanık ve bu işlere daha alışkın bir havası olduğu kesin. Elbette öbürlerine de çok 'temiz' diyemeyiz...
Bu üçlünün hapishane macerası üzerine şekillenmeye başlıyor film. Elbette bu bir Jarmusch filmi. Haliyle kendisinden alışıldık bir hapishane filmi beklememeliyiz. Çoğu Jarmusch filminde olduğu gibi burada da önemli olaylar, karışık bir olay örgüsü falan yok. Hapishane filmidir deyip böyle entrika dolu şeyler beklemeyin. Üç adam bir şekilde kendilerini hapiste buluyor. Bu iç boğucu yerde havadan sudan muhabbetler ediyor, sonunda da bir şekilde dışarı çıkıp, yollarına devam ediyorlar. Birbirinden çok farklı üç erkeğin, birbirlerinin tahammül sınırlarını zorlayışları ve hatta kadınlarla olan ilişkileri ile ilgili bile diyebiliriz film için. Nihayetinde birisi kadın satıcısı, birisi hiçbir kadınla kalıcı ve uzun ömürlü ilişkiler kuramayan biri olan, diğeri ise hapishaneden kaçtıktan sonra bir kadınla kalmak uğruna diğer ikisinden ayrılıp, her türlü riski göze alabilen üç adamdan bahsediyoruz. Adamların kadınlarla olan ilişkisi üzerinden de filmi okumak mümkün...
Tom Waits'in, Jockey Full Of Bourbon'u ile başlayıp, Tango Till They Are Sore'u ile biten filmde, başlarda alakasız gibi görünen Roberto karakterinin olaya dahil oluşu ve çıkışı öykü açısından önem arzediyor. Bu renkli karakter oldukça uyumsuz ve sıkıcı görünen iki adamı bir şekilde kendine uyduruyor. Öykü bu açıdan bir altmetinsel zenginlik kazanıyor. Üçlünün hapisten kaçtıktan sonra, hapishanedeki hücrelerini hayli anımsatan ormandaki bir kulübeye sığınmaları da hayli anlamlı ve komik...
Jarmusch, oldukça ayrıksı bir yönetmen. Amerikan sinemasının klişe haline getirdiği, dayattığı hemen tüm anlatım biçimlerinin dışında bir yol aradığı, Ozu,Bresson gibi sinemacıların izinden giden minimalist film modelinin içine kendine özgü tuhaflıkları ve mizah anlayışını başarıyla yedirdiği filmleriyle kendine yer edinen ve usta mertebesine ulaşan bir isim. Özellikle ilk filmi Stranger Than Paradise ile tüm alamet-i farikalarını hemen ortaya koyan yönetmen, bu filmle çıtayı öyle bir noktaya koymuştu ki, bir anda her yaptığı iş merakle beklenen ve takip edilen bir isim haline geldi...
Down By Law'u, bu aykırı yönetmenle henüz tanışmamış ya da bu filmini izlememiş tüm sinemaseverlere rahatlıkla önerebilirim. Yönetmenin bilinen bütün özelliklerini bünyesinde barındıran filmi, sıradışı bir hapishane filmi olmasıyla da dikkat çekiyor ve bu alt türe hayli yenilikçi bir yapı getiriyor. Zaten bu türlerle oynama işi de yönetmenin sevdiği bir iş diyebiliriz. İlerleyen dönemde örneğin Dead Men'de de Western türünü yapıbozumuna uğratıyordu kendisi. İkinci filmi olan Down By Law bu yönüyle de kesinlikle ilgiye değer...  (hayatimizsinema.blogspot.com'dan)

22 Kasım 2011 Salı

Das Leben der Anderen / The Lives of Others / Başkalarının Hayatı (2006) - Florian Henckel von Donnersmarck

 

Berlin Duvarı’nın bir kenti ikiye böldüğü bir dönemde, Doğu Almanya’da geçen film, Alman sinemasının son döneminin en önemli filmlerinden biri olarak kabul görmüştür. Film iktidarın meşrutiyetini devam ettirebilmek için ülke genelinde kurduğu istihbarat servisini ve bu birim içerisinde önemli bir pozisyonda çalışan ve Bakan tarafından bir sanatçıyı takip etme görevine atanan Yüzbaşı Gerd Wiesler’in karşılaştığı oyunları konu edinir. Wiesler, gözetlediği tiyatro yazarının rejime karşı gelmediğini, şüpheli herhangi bir harekette bulunmadığını görür ve bu görevin altında başka bir amaç yattığını fark eder. Yazarın hayatına her gün daha bir fazla giren Wiesler, zamanla yazara kendisinin bile fark etmediği yardımlarda bulunur; böylece aralarında gizli bir dostluk kurulur.

Carandiru (2003) - Hector Babenco

 

Latin Amerika’nın en büyük hapishanesi Carandiru’da AIDS konusunda gönüllü araştırmalar yapan Dr. Drauziu Varella’nın cezaevine dair gözlemlerini anlattığı kitabından uyarlanan film, Hector Babenco tarafından çekilmiştir. Carandiru cezaevinde çekilen filmin senaryosunun tamamen gerçek olaylardan oluşması ve neredeyse tüm karakterlerin amatör oyuncular tarafından canlandırılması, ortaya çıkan yapıtın son derece gerçekçi olmasını sağlamıştır. Yönetmen kimi anlarda bir flashback ile bazı mahkumların Carandiru’ya gelmeden önceki hayatına döner ve izleyici, onları suç işlemeye teşvik eden sebeplere tanık olur. Film, 1992 yılında yaşanan, insanlığın kara lekelerinden biri olan “Carandiru Katliamı”nın anlatıldığı sahneleriyle hafızalara kazınır.  (filmhafizası.com'dan)

https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/293213954045558/

12 Kasım 2011 Cumartesi

Sibiriada / Siberiade (1979) - Andrey Konchalovskiy

 
Andrei Konchalovskiy'in dört buçuk saat süren 1979 tarihli destansı filmi.
 

Sibiryanın gözlerden uzak bir köyünde yaşayanların üç kuşak hikayelerini merkeze alan , insanların ve köyün geçirdiği değişimler üzerinden yirminci yüzyıl Rusyasının "dönüşüm ve kopuş"larını anlatan, çarpıcı plan sekansları ve müziği ile insanı derinden etkileyen bir film.
 

Rusya tarihine ve kültürüne ilgi duyanların Sergei Eisenstein'ın Alexander Nevskysi ve Andrey Tarkovskinin Andrei Rublev'i ile beraber görmesini öneririm. (eksisozluk.com'dan)

https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/288263424540611/
Katok i skripka / The Steamroller and the Violin (1961) - Andrei Tarkovsky

 

Usta yönetmen Andrei Tarkovsky’nin 1960 yılında Moskova Film Okulu’nu bitirirken çektiği, 46 dakikalık bir mezuniyet projesi olan “Katok i skripka” Tarkovsky’nin ilk filmi olması ve sinema dilini belirlemesi açısından önemlidir. Igor Fomchenko’nun başrolünde yer aldığı filmde, çocuklar tarafından kendisine sürekli eziyet edilen 7 yaşındaki bir kemancı çocukla, onu kurtaran bir silindir işçisinin arasındaki ilişki görüntü ve müziğin şiirsel bir dille birleşmesiyle anlatılmaktadır. Tarkovsky’nin bir sene sonra çekeceği, yine bir çocuk karakterin başrol oynadığı başyapıtı “Ivan’ın Çocukluğu”nda doruk noktasına çıkacak olan farklı kamera açıları, karmaşık kurgusu, ışık yansımaları ve su damlalarına olan hayranlığının izlerini bu filmde görmek mümkündür. (filmhafizasi.com'dan)

https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/287788161254804/

11 Kasım 2011 Cuma

Bronenosets Potyomkin / Battleship Potemkin / Potemkin Zırhlısı (1925) - Sergei M. Eisenstein

 

1905′te Potemkin Zırhlısı‘nda bir isyan çıkar. Baskıcı Çarlık Rusya’sında daha bir çok şeyin yanında gemide yemek olarak kurtlu et pişirilmesini taşan son damla olarak gören mürettebat isyan çıkarır. İsyancılar kaptanın emriyle kurşuna dizilecekken ateş edecek askerler emre itaat etmez. Böylece bolşevik devriminin ilk adımı atılmış olur. İsyanın sonu her ne kadar isyancılar lehine sonuçlanmasa da Lenin, devrimin 20. yıldönümünde Sergei Eisenstein ‘a devrimi övecek bir film ısmarlar. Böylece sinema tarihinde bir zaman zaman en iyi film, daha da uzun bir zaman en iyiler arasında kabul edilmiş bir film çekilir.
Film gerçek bir olaya dayansa da aslında gerçekleşmemiş olayları da barındırır. Örneğin meşhur Odessa Merdivenleri sahnesindeki katliam aslında olmamıştır. Ama filmde bu sahnenin başarısı o kadar ön plandadır ki o sahnenin gerçek bir olaymış gibi zannedilmesine neden olmuştur. Yine gerçek olaylardan farklı olarak gemideki isyan halkın desteği ve erzak yardımıyla bir süre devam edebilmişse de sonunda gemi mürettebatı Romanya kıyılarına sığınıp teslim olmuştur. İsyancıların bazıları idam edilir, bazıları da hapse atılır veya sürgüne gönderilir. Fakat filmde Potemkin Zırhlısı‘ndaki isyana son vermek üzere üzerine gelen savaş gemisi mürettabatının da isyancılara destek verdiğini görürüz. Bütün bunların sebebi elbette filmin en başta bir propoganda filmi olmasından kaynaklanır. Zaten film ilerledikçe yönetmenin durduğu yer de açıkça ortaya çıkmaktadır.
Peki sinema deyince bu filmin adının mutlaka zikredilmesinin sebebi nedir? Öncelikle Potemkin Zırhlısı‘nın sinema sanatına kattığı yenilikler hep yazıla/konuşula gelmiştir. Sergei Eisenstein‘ın özellikle kurguda ortaya koyduğu dehası, sinema ile ilgilenenler için de yepyeni ufuklar açmıştır. Özellikle Odessa Merdivenleri sahnesi yönetmenin “kurgu nasıl yapılır?”a verdiği cevaptır adeta. O zamana kadar farklı planlar çekip bunları bu denli bütünleyen ve her şey gerçekten de kronolojik zamana uygun seyretmiş duygusu uyandıran böyle bir sahne çekilmemiştir sinema dünyasında.  Gerçekten de  aynı anda hareket eden askerlerin postalları, askerlerden canhıraş kaçışan insanlar, ayaklar altında ezilen çocuk ve bebek arabasının akıbetiyle izleyicide an be an gerilim duygusu uyandırmayı başarır yönetmen. Her ne kadar günümüz standartlarını düşünürsek kurguda bizi şaşırtan bir şey olmasa da yüz yaşına merdiven dayamış bir filmi de şimdinin imkanlarıyla değerlendirmek insafsızlık olur elbette.
Filmi değerli kılan bir diğer özellik kullandığı simgesel anlatımdır. Kendi adıma sinema da simgesel anlatıma vakıf olduğumu söyleyemem, ama okuduğum ve anladığım kadarıyla sinema okullarında neredeyse her sahnesi konuşulacak bir şeyler barındırmaktaymış bu filmin. Ayrıca filmde öne çıkan bir başrol oyuncusunun olmayışı, oynayan insanların neredeyse tamamının bildiğimiz sade vatandaş olması, o kalabalığı Eisenstein‘ın yönetmedeki başarısı da filmin dikkati çeken özelliklerinden biri. Filmi izlediğinizde “1925 yılında bunları yapabilen bir adam şimdi neler yapmazdı?” diyorsunuz ister istemez.
Potemkin Zırhlısı‘nı çok etkileneceğim beklentisiyle izlemedim açıkçası. Sonuçta 1925 yılında çekilmiş sessiz bir film vardı karşımda. Ama filmin sinema sanatına kattığı yenilikleri anlayabilmek/sezebilmek/öğrenebilmek ve sinefillik merakı tatmin etmek için Charlie Chaplin‘in en beğendiği film olduğu bilinen bu klasik filmi izlemek gerektiğini düşünüyorum.

https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/287529807947306/

7 Kasım 2011 Pazartesi

Novecento / Nineteen Hundred / 1900 (1976) - Bernardo Bertolucci

 

“...1900'ün yalnızca siyasal bir film olarak anılmasını istemem. Bu, daha geniş olarak yaşam, yazgı, aşk ve siyaset üzerine bir filmdir. Çünkü siyaset de gündelik yaşamımızın bir parçasıdır...” - Bernardo Bertolucci

Mekan, 19. Yüzyılın sonunda siyasi birliğini sağlamayı ancak başarabilmiş, bu nedenle de sömürgecilik yarışında geri kalmış İtalya. İtalya’nın en ünlü toprak sahiplerinden Berlinghieri ailesinin oğlu Alfredo ve babası çiftçi olan Olmo, 1900 yılında aynı gün doğarlar.

Adaletsizliklerle ve ekonomik sıkıntılarla dolu olan 20. Yüzyıl İtalyası’nda iki yakın arkadaş olan Alfredo ve Olmo’nun arasındaki ilişki, yaşları büyüdükçe keskinleşen sınıf farklılıkları ve ülke içi-dışında yaşanan siyasi sorunlar nedeniyle arkadaşlıktan düşmanlığa dönüşür. Savaşa gidip gelen Alfredo, artık Marksist Olmo’nun gözünde, yok edilmesi gereken faşist bir liderden başka bir şey değildir.

Usta Bernardo Bertolucci, toplumun, burjuvazi ve köylü sınıfı olmak üzere iki farklı kanadını temsil eden Alfredo ve Olmo üzerinden zamanında komünizm ve faşizmden çok çekmiş gerçekçi bir İtalya panaroması sunuyor.

Orjinali 5.5 saat süren bu Bertolucci başyapıtı, içerdiği sahneler yüzünden pek çok kez sansüre uğrayıp kesildi. Bazı festivaller dışında gösterilmemiş olan kesilmemiş versiyonu yalnızca filmin orjinal Dvd’sinde mevcut.


https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/285649708135316/