Week-End / Hafta Sonu (1967) - Jean-Luc Godard
Paylaştığım filmlere ait -facebook grubumuzdaki yorumları içeren- detay linkleri sadece "Cult Movies & Soundtracks" facebook grubuna üye olanlara aktiftir. Yorumları görebilmeniz için söz konusu gruba üye olmanız gerekmektedir. Facebook grubumuzdaki paylaşım tarihlerine sadık kalındığından zamanla ilave edilen filmler blogun en üstünde değil ait olduğu tarihte yer alacaktır. Film listesi başlığı altından güncellemeleri kontrol etmenizi öneririm.
29 Kasım 2012 Perşembe
28 Kasım 2012 Çarşamba
The Lost Weekend / Yaratılan Adam (1945) - Billy Wilder
1945 ABD yapımı. Yönetmeni Billy Wilder. Bir başyapıt…
1945 ABD yapımı. Yönetmeni Billy Wilder. Bir başyapıt…
Yönetmen Billy Wilder bir dev… “Some Like It Hot”, “Sunset Boulevard”,
“Witness For The Prosecution”, “Double Indemnity”, "The Apartment",
“Stalag 17” gibi başyapıtları sinemaya kazandırmış 6 Oscar’lı bir dev…
İzninizle filmi tanıtmaya başlamadan önce büyükustaya saygılarımı
bildirmek istiyorum. Sinema ışıkları içinde uyusun.
Don Birnham
başarısız bir yazar ve iflah olmaz bir alkoliktir. Erkek kardeşi Wick
ve sevgilisi Helen’ın çok sıkı gözetimi ve denetimi altında, onların
destek ve yardımlarıyla yaşamaktadır. Üçü bir hafta sonu için birlikte
bir tatil planlarlar. Fakat Don daha önce defalarca olduğu gibi yine
alkol tutkusuna yenik düşecek ve parasız pulsuz ve perişanca bir şekilde
alkol aramaya çıkacaktır. Bu süreçte Don’un sefil ve tükenmiş acınası
halini, karşılaştığı durum ve kişileri ve ondan asla vazgeçmeyen
sevgilisinin canhıraş bir şekilde onu kurtarma çabalarını izleriz. Zaman
zaman geriye dönüşlerle ikisinin nasıl tanıştıklarını ve aralarındaki
aşkın gelişim evrelerini görürüz. Don’a zaman zaman kızar, zaman zaman
onun için üzülürüz.
Billy Wilder’ın her şeyi dozunda sade
anlatımı, başta Ray Milland’ın olağanüstü oyunculuğu olmak üzere çok iyi
oyunculuklar, sürükleyici ve çok kaliteli bir senaryo ve ortaya çıkan
müthiş bir film… Kaldı ki filmin kalitesi tam 4 Oscar’la ödüllendirildi.
En iyi film, en iyi yönetmen, en iyi senaryo ve en iyi erkek oyuncu
ödüllerini kazandı. Bu dallar en esaslı dallar ve filmin gücünü en çok
gösteren dallar. “Big Five” denilen ve sinema tarihinde sadece 3 filmin
başarabildiği başarıya ulaşmasına ramak kalmış bu filmi izlerken gücünü
her an hissediyorsunuz.
Billy Wilder ve Ray Milland yönetmen ve
oyuncu olarak Oscar dışında Cannes, Golden Globe ve New York Film
Critics Circle Awards ödüllerini de kazandılar. Milland ayrıca National
Board Review ödülünü de kazandı. Hem kendi kariyerinin hem de tüm sinema
tarihinin en başarılı oyunculuklarından birini çıkaran Milland için “Bu
kadar iyi oynamak ancak oynamamakla mümkündür.” diyorum.
Alkolizm gibi çok hassas ve çok önemli bir sosyal olguyu yan hikayelerle
destekleyerek abartmadan, ağdalamadan, popülist tuzaklara düşmeden son
derece başarılı bir biçimde anlatan bu başyapıtı izlemeyen kalmasın…
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/499483840085234/
Death Proof / Ölüm Geçirmez (2007) - Quentin Tarantino
DEATH
PROOF (ÖLÜM GEÇİRMEZ) 2007... Quentin Tarantino-Quentin
Tarantino-Quentin Tarantino-Quentin Tarantino-Quentin Tarantino-Quentin
Tarantino.......
DEATH
PROOF (ÖLÜM GEÇİRMEZ) 2007... Quentin Tarantino-Quentin
Tarantino-Quentin Tarantino-Quentin Tarantino-Quentin Tarantino-Quentin
Tarantino.......
Bu adamın filmleri anlatılmaz izlenir...Yine
müthiş film... En iyisi sizlere ekşi sözlükten alınan aşağıdaki
satırları aktarayım.
" milyonlarca kilometre öteden bile
"Tarantino filmiyim" diye bağıran müthiş tadı olan bir Tarantino
kokteyli. film hataları, korku, adrenalin, pms diyalogları, fetişizm,
siyah beyaz görüntüler, cinsellik, yaran diyaloglar,
tutucu-aptal-seksi-çılgın-deli kanlı
kızlar, diğer filmlere ironik göndermeler, kopmuş sahneler, nefes kesen
araba sahneleri, kucak dansı, türlü sıradışı olaylar ile süper bir
karışım oluşturmuş Tarantino ve tadından yenmez olmuş. Pulp Fiction'ı da
hatirlatmıyor değil bazı karelerinde film. Diğer tarantino yapıtları
ile kıyaslamak yerine ayri bir tat olarak izlenesi bol ironili,
müzikleri de yerli yerinde olan çarpıcı bir çalişma olmuş Death Proof."
Kurt Russell, Zoe Bell,Rosario Dawson ve Tracie Thoms doruklarda
oynuyorlar... Mutlaka izleyin. Bu gerçekten tam bir Tarantino
Kokteyli...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/499702200063398/
26 Kasım 2012 Pazartesi
Savrseni Krug / The Perfect Circle / Kusursuz Çember (1997) - Ademir Kenovic
Silahı tutan değil de silahın baktığı tarafı izlediğimiz bir film değil
midir bize savaşı daha iyi anlatan. Bizleri anlamsız kahramanlık
hikayelerinden kurtaran?
Bu film, o film işte. "Savaş dediğin
nedir? Neden olur? Sonuçları nelerdir?" gibi soruların kaynağının
anlamsızlığı üzerine dikkat çeken filmlerin sinema tarihinde farklı bir
yerde bulunması gerekir. Özellikle de bahsettiği coğrafyada geçen bir
savaştan yalnızca iki sene sonra çekilmiş ve köküne kadar eleştirel bir
filmin. Kusursuz Çember ya da orijinal dilinde Savrseni Krug’un.
Abdulah Sidran’ın bir şiiriyle açarız filmi. Daha bu ilk sahneden
itibaren bizi normal bir savaş filminin beklemediğini anlarız. Ailesinin
bu kıyımdan kurtulması için ülkeden gönderen ancak karakterin kendi
deyimiyle onları uzaktayken daha çok özleyen Hamza vardır eksenimizde.
Bir şair olan Hamza, belki şartlardan dolayı belki de kendi isteğiyle
kalmayı seçmiştir Saraybosna’nın kan püsküren topraklarında. Belki de
bir şair romantizmiyle bağlıdır ülkesine.
Ailesini gönderdiği
günün akşamında evde iki çocuk bulur: Adis ve Kerim. Sırp milislerin
bastığı köyden kurtulmayı başaran bu kardeşler, kimsesiz bir şekilde
Hamza’nın hayatına girmiştir. Filmin adı gibi adeta mükemmel bir çember
devinimiyle Hamza’nın hayatı, yeni bir aileye merhaba demiştir. Savrseni
Krug’un hikayesi de işte tam burada başlar.
Adis ve Kerim,
ailesinin ayrılmasıyla birlikte büyük bir boşluğa, yalnızlığa düşmesi
muhtemel olan Hamza’nın hayatına tatlı bir uğraş katmıştır. Bu iki
çocuk, Hamza’nın karanlık ve soğuk dünyasına bir renk, bir sıcaklık
getirmiştir. Tam da Hamza’nın ailesiyle birlikte renklerini de
kaybettiği ana denk gelmeleri de çok ayrı bir tesadüf ve hiçbir şeyin
sebepsizce gerçekleşmediğinin kanıtıdır adeta.
Savaşın
bitmesinden yalnızca iki sene sonra yapımı biten filmin sahip olduğu
sahneler, yaşananların birebir kanıtı niteliğinde. Ademir Kenovic ve
Abdulah Sidran birlikteliğinden doğan bu güçlü film, iyi bir deneyim
vaat ediyor. Yavaş yavaş ama derinden yaptığı sert eleştirileri, gözlem
gücü, şiirsel atmosferi, sahne yaratımı ve oyunculuklarıyla oldukça
başarı bir yapım oldu. Filmin kötü adamı ise savaş.
Ve bir diyalog;
-Hiç bu kadar çok ışık gördünüz mü?
Bu kadar elektriği nereden buluyorlar?
-Fransızlar ne isterlerse alırlar.
Ama nereden buluyorlar?
-Jeneratörden.
Vay!
-Bunlar Fransız.Herşeyleri yolundadır!
Şimdi ne yapacağız?
-İzleyeceğiz.
Yaklaşabilir miyiz?
-Tabi. Ta ki parmaklıkların dibine kadar.
Gerçekten herşeyi aydınlatıyor!
-Onların suyu da var.
Nerede?
-Orada! Bakın nasıl akıyor.Bir sürü su.
Bak, Kerim, gerçek su.Çeşmeden akıyor! Bak! Sırp milisler onlara da ateş ediyor mu?
-Nadiren. Bir gün bizde onlar gibi yaşayacağız.
Aynı onlar gibi mi?
-Tabi. Bak!
O zamana kadar onların neleri olacak?
-Allah bilir!
Alıntılarla tanıtmaya çalıştığım bu filmi izlemenizi öneririm.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498871963479755/
Bu film, o film işte. "Savaş dediğin nedir? Neden olur? Sonuçları nelerdir?" gibi soruların kaynağının anlamsızlığı üzerine dikkat çeken filmlerin sinema tarihinde farklı bir yerde bulunması gerekir. Özellikle de bahsettiği coğrafyada geçen bir savaştan yalnızca iki sene sonra çekilmiş ve köküne kadar eleştirel bir filmin. Kusursuz Çember ya da orijinal dilinde Savrseni Krug’un.
Abdulah Sidran’ın bir şiiriyle açarız filmi. Daha bu ilk sahneden itibaren bizi normal bir savaş filminin beklemediğini anlarız. Ailesinin bu kıyımdan kurtulması için ülkeden gönderen ancak karakterin kendi deyimiyle onları uzaktayken daha çok özleyen Hamza vardır eksenimizde. Bir şair olan Hamza, belki şartlardan dolayı belki de kendi isteğiyle kalmayı seçmiştir Saraybosna’nın kan püsküren topraklarında. Belki de bir şair romantizmiyle bağlıdır ülkesine.
Ailesini gönderdiği günün akşamında evde iki çocuk bulur: Adis ve Kerim. Sırp milislerin bastığı köyden kurtulmayı başaran bu kardeşler, kimsesiz bir şekilde Hamza’nın hayatına girmiştir. Filmin adı gibi adeta mükemmel bir çember devinimiyle Hamza’nın hayatı, yeni bir aileye merhaba demiştir. Savrseni Krug’un hikayesi de işte tam burada başlar.
Adis ve Kerim, ailesinin ayrılmasıyla birlikte büyük bir boşluğa, yalnızlığa düşmesi muhtemel olan Hamza’nın hayatına tatlı bir uğraş katmıştır. Bu iki çocuk, Hamza’nın karanlık ve soğuk dünyasına bir renk, bir sıcaklık getirmiştir. Tam da Hamza’nın ailesiyle birlikte renklerini de kaybettiği ana denk gelmeleri de çok ayrı bir tesadüf ve hiçbir şeyin sebepsizce gerçekleşmediğinin kanıtıdır adeta.
Savaşın bitmesinden yalnızca iki sene sonra yapımı biten filmin sahip olduğu sahneler, yaşananların birebir kanıtı niteliğinde. Ademir Kenovic ve Abdulah Sidran birlikteliğinden doğan bu güçlü film, iyi bir deneyim vaat ediyor. Yavaş yavaş ama derinden yaptığı sert eleştirileri, gözlem gücü, şiirsel atmosferi, sahne yaratımı ve oyunculuklarıyla oldukça başarı bir yapım oldu. Filmin kötü adamı ise savaş.
Ve bir diyalog;
-Hiç bu kadar çok ışık gördünüz mü?
Bu kadar elektriği nereden buluyorlar?
-Fransızlar ne isterlerse alırlar.
Ama nereden buluyorlar?
-Jeneratörden.
Vay!
-Bunlar Fransız.Herşeyleri yolundadır!
Şimdi ne yapacağız?
-İzleyeceğiz.
Yaklaşabilir miyiz?
-Tabi. Ta ki parmaklıkların dibine kadar.
Gerçekten herşeyi aydınlatıyor!
-Onların suyu da var.
Nerede?
-Orada! Bakın nasıl akıyor.Bir sürü su.
Bak, Kerim, gerçek su.Çeşmeden akıyor! Bak! Sırp milisler onlara da ateş ediyor mu?
-Nadiren. Bir gün bizde onlar gibi yaşayacağız.
Aynı onlar gibi mi?
-Tabi. Bak!
O zamana kadar onların neleri olacak?
-Allah bilir!
Alıntılarla tanıtmaya çalıştığım bu filmi izlemenizi öneririm.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498871963479755/
Sling Blade / Bıçak Sırtı (1996) - Billy Bob Thornton
1996 ABD yapımı. Yönetmeni, senaristi ve başrol oyuncusu Billy Bob Thornton.
1996 ABD yapımı. Yönetmeni, senaristi ve başrol oyuncusu Billy Bob Thornton.
Film, henüz çocuk yaşta iken yaşadığı sakin kasabayı kana bulayan Karl
Childers’ın hikayesini anlatıyor. Sorunlu bir çocuk olan Karl okul
balosunun düzenlendiği gece 17 çocuğu acımasız yöntemlerle vahşice
katlederek kasabayı kan gölüne çevirir. Kendisini yakalamaya çalışan
şerif ve yardımcısını ise elektrikli testereyle doğrar. Sonra da hiçbir
şey olmamış gibi evine gider ve patates kızartması yiyerek tv izlemeye
başlar. Onun tuhaf davranışlarından şüphelenip neler olduğunu soran
annesini saçından tuttuğu gibi sürükleyerek tam şöminenin içine
atacakken annesine yardıma koşan babasının sağ kolundan yakalayıp geriye
bükmek suretiyle…. şaka şaka… filmde böyle şeyler yok. (Vahit abi ve
varsa diğer filmi izleyenler, gözbebeklerinizin büyümesi durmuş, kalp
ritminiz normale dönmüştür umarım.):)))
Evet… film Karl Childers’ın hikayesi… doğuştan zeka geriliği olan Karl Childers’ın…
Karl küçük bir kasabada sorunlu bir ailede büyüyen sorunlu bir
çocuktur. Geri zekalı fakat zararsızdır. Olay ve olgulara kendince bir
bakış açısı, kendince doğru ve yanlış değerlendirmeleri ve ahlak
anlayışı vardır. Evlerinde annesini kasabanın serserilerinden biriyle
sevişirken yakalayınca ikisini de öldürür. Akli melekeleri yerinde
olmadığı için bir akıl hastanesine kapatılan Karl burada 25 sene
geçirir. Bir gün artık iyileştiği kabul edilir ve serbest bırakılır.
Karl çocukken yaşadığı kasabaya gider, kasabada amaçsızca dolaşırken
tanıştığı bir çocukla arkadaş olur. Ancak sürekli disiplinli bir ortamda
ve gözetim altında bulundurulan Karl dışarıya uyum sağlayamaz. Kalacak
bir yeri de olmadığı için akıl hastanesine geri döner. Babacan bir adam
olan hastane müdürü onu kasabaya götürüp iş ve kalacak yer bulmasına
yardımcı olur. Karl burada kendisine küçük bir çevre edinecek, sevgiyi
ve dostluğu keşfedecektir.
Kıymeti bilinememiş filmlerden biri
daha olanca heybetiyle duruyor karşımızda. Duru, telaşsız ve minimalist
bir anlatım, akıcı bir senaryo, çok kaliteli bir reji ve başta Billy
Bob Thornton olmak üzere son derece iyi oyunculuklar… Billy Bob Thornton
için kendisine saygıyla şapka çıkardığımızı söylemek dışında ne
söyleyebiliriz ki? Peki ya Karl için ne söyleyebiliriz? Sakin, huzurlu,
güven verici, dürüst ve sadık bu adam nasıl yeterince anlatılabilir? Şu
kadarını söyleyebilirim ki onu seveceksiniz.
Bu filmi
kesinlikle izleyin. Film bitecek ama siz bileceksiniz ki Karl Childers
diye biri var ve oralarda bir yerlerde yaşamaya devam ediyor. Evet, Karl
Childers yaşayan bir karakter, Billy Bob Thornton’un “karakter nasıl
yaratılır” dersi vererek yarattığı bir karakter…
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498673066832978/
25 Kasım 2012 Pazar
El metodo / The Method / Metot (2005) - Marcelo Pineyro
El metodo filmimiz iş başvurusu sırasında ''grönholm metodu'' denilen bir yöntemle şirket için en kalifiye elemanı seçmeye dayalı bir teste dayalı esasında,o sırada sokaklarda ise anti-kapitalist bir mücadele zuhur etmekte.fazlasıyla sıkı bir film...12 angry man,das experiment i de fazlasıyla hatırlatıyor.velasıl iyi vakit geçirmek ve kapitalizme,onun yedek sanayi ordusu anlayışına ve olmayan etiğine tekrar tekrar sövmek için iyi bir seçenek(sövmekten başka ne yapıyosak zaten),şimdiden iyi seyirler :)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498103580223260/
Büyük bir iştahla başına geçtiğim ama kendime bir şeyler aktaramadığım
bir film oldu. Haliyle benim de sizlere aktaracağım bir şey yok ;) Ama
seyredipte yakalayamadığım şeylerin ne olduğu konusunda bilgilendirme
yapan olursa sevinirim...
"Kahramanımız Antoine Doinel'in
ordudan atılmasıyla, ki her ne kadar komutanı ordudan atılmanın iyi bir
iş bulamayacağını üzülerek söylediği halde pek de üzülmemesiyle,
başlamakta filmimiz. İşi gücü olmayan genç bir adam olarak
tanıdıklarının yanına gittiğinde, kızları Christine'e aşık olur. Ancak
ordudan atılmanın hayaleti peşini bırakmaya pek de niyetli değildir; bir
otelde gece bekçisi olarak çalışmaya başlar. Bir sabah, iki adamın
odaların birinde kalan bir bayanın odasına girmek istemeleri ve olay
çıkması nedeniyle de işinden olur.
François Truffaut'nun 400 Darbe
ile başlayan Antoine et Colette'le devam eden Antoine Doinel serisinin
üçüncü filmidir. 400 Darbe'de çocukluk yıllarını izlediğimiz Antoine
Doinel karakteri yine karşımızdadır." (turkcealtyazi.org'den)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498301146870170/
"Kahramanımız Antoine Doinel'in ordudan atılmasıyla, ki her ne kadar komutanı ordudan atılmanın iyi bir iş bulamayacağını üzülerek söylediği halde pek de üzülmemesiyle, başlamakta filmimiz. İşi gücü olmayan genç bir adam olarak tanıdıklarının yanına gittiğinde, kızları Christine'e aşık olur. Ancak ordudan atılmanın hayaleti peşini bırakmaya pek de niyetli değildir; bir otelde gece bekçisi olarak çalışmaya başlar. Bir sabah, iki adamın odaların birinde kalan bir bayanın odasına girmek istemeleri ve olay çıkması nedeniyle de işinden olur.
François Truffaut'nun 400 Darbe ile başlayan Antoine et Colette'le devam eden Antoine Doinel serisinin üçüncü filmidir. 400 Darbe'de çocukluk yıllarını izlediğimiz Antoine Doinel karakteri yine karşımızdadır." (turkcealtyazi.org'den)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498301146870170/
Bigger Than Life / Tehlikeli Arzular (1956) - Stephen Ray
Sevecen,
müşfik, işinden ve ailesinden başka bir şey düşünmeyen bir ilkokul
öğretmeni olan Ed Avery ciddi bir damar rahatsızlığına yakalanmıştır ve
hastalığının tek tedavisi o dönemler yeni ortaya çıkmış ve kimilerince
"mucize ilaç" olarak adlandırılan kortizon ile mümkündür. Aksi takdirde
Ed bir sene içinde acılar içinde kıvranarak ölecektir. Doktorlar
kendisini kortizonun dozu ve kullanımı konusunda açıkça uyarmışlardır.
Hastaneden ayrılan, evine ve işine geri dönen Ed önceleri "Öfori" yani
kaynağı belirsiz bir mutluluk hali içindedir. Aşırı derecede sevinçlidir
ve bütçesinin karşılayamayacağı alışverişler yapar, bir anlamda para
savurmaya başlar. Okulda velilerin bir araya geldiği bir toplantıda
özgür düşüncenin bir saçmalık olduğundan, çocukluğun tedavi edilmesi
gereken bir hastalık olduğundan dem vurur ve kendilerinin öğretmenler
olaral bu işle meşgul olduğunu söyler. Çocuğu ile başlarda iyi anlaşıyor
olsa da hastalığı durdurmak için kullandığı kortizonun etkisi
ilerledikçe onu da ciddi anlamda baskı altına almaya ve ona bir anlamda
eziyet etmeye başlayacaktır.
Megaloman, kendini beğenmiş, har
vurup harman savuran, arkadaşlarına anlamsız biçimde saldıran, karısını
durmaksızın aşağılan çekilmez, aksi, lanet birine dönüşmüştür.
Kendisinde bu sorunları hissettiği anlarda kortizona yüklenir ve bu da
işleri ancak daha kötü yapacaktır. Günün birinde oldukça zararlı bir hal
alan bu durum bir aile faciasına yol açacakken Ed son anda bir arkadaşı
tarafından durdurulur.
Amerika'da II. Dünya Savaşından sonra
gelişmekte olan "Suburbanization" ya da altkentleşme / banliyöleşme
olgusunu duvardan duvara çarpan, orta sınıf aile yargılarını sallayan,
baba otoritesini ve bunun üzerinden disiplin olgusunu sorgulayan çok
yönlü, çok katmanlı ve muazzam derecede etkileyici bir eserle karşı
karşıyayız. François Truffaut ve Jean Luc Godard gibi iki isim filmi en
etkileyici buldukları filmler arasında göstermişler. İlk çıktığı anda
gişe başarısızlığı yaşamış ama daha sonra eleştirmenler tarafından yere
göğe sığdırılamamış ve sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak
pek çok listede kendine yer bulmuş.
Mutlaka izleyin, kesinlikle çok etkilenecek ve bayılacaksınız diyerek noktalıyorum...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498266600206958/
24 Kasım 2012 Cumartesi
Rust and Bone / De rouille et d'os (2012) - Jacques Audiard
"Rust
and Bone" 2012 Cannes Film Festivalinde jüri özel ödülüne aday olmuş
bir yapım. Fransa- Belçika ortak yapımı filmin Yönetmeni Jacques Audiard
aynı zamanda senaryonun kısa bir hikayeden uyarlanmasına da katkıda
bulunmuş.
"Rust
and Bone" 2012 Cannes Film Festivalinde jüri özel ödülüne aday olmuş
bir yapım. Fransa- Belçika ortak yapımı filmin Yönetmeni Jacques Audiard
aynı zamanda senaryonun kısa bir hikayeden uyarlanmasına da katkıda
bulunmuş.
Bana göre film, ilginç bir öyküyü iyi oyuncularla
sakince anlatmaya başlayıp, bir yerinden sonra -seyirciyi memnun etme
ya da gişe derdine mi düşüyor bilinmez- inandırıcılığı ve samimiyetini
kaybediyor, başka bir şeye dönüşüyor adeta. Onun dışında -özellikle
küçük oyuncusu ve yakaladığı görüntülerle- iyi film:))
Konusuna
gelince; Balinalarla gösteri yapan bir yerde çalışan Stephanie ve
adeta başarısızlık timsali olan, her işi deneyen Ali'nin yolu iki kez
kesişiyor. Birincisinde Stephanie yürüyor, ikincisinde ise geçirdiği iş
kazasından sonra her iki ayağıda kesilmiş halde.İyi seyirler...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498050140228604/
23 Kasım 2012 Cuma
To Be or Not To Be / Olmak ya da Olmamak (1942) - Ernst Lubitsch
Nazi
İşgalinin hemen öncesinde Polonya'da bir tiyatroda Nazilerin ve
Gestapo'nun faaliyetine dair bir oyun sahnelenecektir. Ortam gergindir
ve tiyatronun oyunu sahnelemesi yetkililer tarafından Hitler'i
kızdıracağı gerekçesiyle yasaklanır. Bunun yerine Hamlet'i sahnelemeye
devam edeceklerdir. Tiyatronun ve ülkenin en önemli aktrisi Maria Tura,
kendisine aşık havacı bir subay tarafından sürekli çiçekler almaktadır
ve eşi Joseph Tura sahnede "To be or not to be" tiradını
sahnelemekteyken yerini terk eder ve Maria'yı görmeye gider. Bu ikinci
kez tekrarlandığı sefer Almanya işgal hareketine girişmiştir bile.
Teğmen Sobinski İngiltere'de Polonya Hava Kuvvetleri ile birlikte
ülkesini işgal eden Nazilere karşı savaşmaktadır. Bu arada ülke
yıkılmış, insanlar eziyet görmekte ve Nazi karşıtları için hayat
zorlaşmaktadır. İngiltere'den bir profesör Polonya'ya yeraltı direniş
örgütüne haber iletmek üzere yola çıkmıştır fakat Teğmen Sobinski onun
bir açığını yakalamış bu da profesörün Naziler için çalışan bir ajan
olduğunun anlaşılmasını beraberinde getirmiştir. Hikayemiz bundan sonra
başlamaktadır. Polonya'ya paraşütle atlayarak giren Sobinski, yukarıda
bahsi geçen kumpanyamızın da yardımıyla ajan profesörü - ajan provakatör
der gibi oldu bu da ya neyse :) - etkisiz hale getirmeye çalışacaktır
ve bu esnada işler biraz karışacaktır.
Savaş karşıtı bir film
pek ala insanı kahkahalarla savrulabilir, kendini kaybedebilir hale de
getirebiliyormuş bu film sayesinde bunu da görmüş oldum kendi hesabıma.
Tek kelimeyle şahane bir film, inanılmaz etkileyici oyunculuklar,
oldukça başarılı bir yönetim. Filmin savaşın göbeğinde, 1942 yılında
çekildiğini de hatırlatmadan geçmeyelim tabii. Mutlaka görmeniz gereken,
süper bir film diyerek bitiriyorum...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/497459430287675/
22 Kasım 2012 Perşembe
Temple Grandin (2010) - Mick Jackson
2010 ABD yapımı. Yönetmeni Mick Jackson.
Bu filmi üç kelimeyle tanıtacak olsam kelimelerim şunlar olurdu: olağanüstü… olağanüstü… olağanüstü…
Bu film bir gerçek yaşam öyküsü… bir isyan öyküsü… bir azim öyküsü…
bir mucizevi başarı öyküsü… hayır hayır mucizelere inanmam ben, bizlere
mucize gibi görünen şeylerin başarılabilir olduğuna inanan ve bu
uğurda canını dişine takan bir kadının öyküsü… onurlu bir kadının…
dirençli bir kadının… Temple Grandin’in öyküsü…
Temple
Grandin’e dört yaşındayken otizm teşhisi konur. Doktorlara göre ümitsiz
vakadır, yaşamı boyunca bakım ve gözetim altında bulundurulmalıdır. Bunu
herkes kabul eder, kabul etmeyen tek kişi Temple Grandin’dir. Çileli
ama kararlı mücadelesi sonucunda geldiği yer bir profesör ve alanında
Dünya’da 1 numara olmaktır.
Soyut kavramları anlamakta son
derece zorlanan Temple Grandin’in somut şeylere karşı olağanüstü bir
algılama ve kavrama yeteneği vardır. İnanılmaz bir hafızası olan genç
kadının beyni gördüğü her şeyi detaylandırarak kalıcı olarak
tutabilmektedir. Normal insanların örneğin bir kutu olarak gördüğü şey
onun zihninde üç boyutlu olarak, bütün ölçüleriyle, iç yapısıyla,
geometrik açı ve özellikleriyle ve işleyişiyle canlanmaktadır.
Sayfalarca yazıyı sadece bir göz atmakla ve hiçbir çaba harcamadan bir
daha unutmamak üzere kelimesi kelimesine ezberleyebilmektedir. Bu yönünü
ve sıra dışı zekasını kullanarak akıllara durgunluk veren şeyler
üretir, akademik kariyer yapar ve zirveye çıkmayı başarır. Annesi
Temple’ı şöyle tanımlar: “Farklı… ama eksik değil…”
Rain
Man’den sonra izlediğim ikinci otizm konulu film oldu Temple Grandin. En
az onun kadar iyi, hatta daha ilginç buldum. Son derece iyi kotarılmış
bu film ilginç ve akıcı senaryosu ve seyir zevkiyle su gibi akıp
gidiyor, zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz. Özellikle Temple
Grandin’i oynayan Claire Danes’in muhteşem oyunculuğuna hayran olmamak
elde değil. Film biter bitmez bu filmin başta Claire Danes’in oyunculuğu
olmak üzere nasıl olup da Oscar ödüllerinde adının geçmediğini
düşündüm. Sonra film hakkında biraz araştırma yapınca bunun mümkün
olamayacağını anladım çünkü bir tv filmiydi. Bir filmin Oscar’a aday
olabilmesi için filmin en az kırk beş dakika uzunlukta olması, Los
Angeles sinemalarında paralı gösteriminin yapılmış olması ve
gösteriminin en az bir hafta sürmüş olması gerektiğinden ve Temple
Grandin bir tv filmi (hatta mini tv dizisi) olduğundan Oscar adaylığı
söz konusu olmadı. Ancak, “Televizyon Oscarları” diye tabir edilen
“Emmy” ödüllerinde en iyi dizi, yönetmen ve oyuncu dahil tam 7 ödül
kazanmayı başardı.
Mutlaka izleyin, seveceksiniz...
Filmden bir replik:
Temple Grandin: (Kesim hayvanlarının acımasız yöntemlerle öldürülüp kesildiğini gördüğünde)
"Doğa bize karşı acımasız ama bizim de öyle olmamıza hiç gerek yok."
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/497140883652863/
18 Kasım 2012 Pazar
Musime si Pomahat / Divided we Fall / Bölünürsek Düşeriz (2000) - Jan Hrebejk
Sevgili
arkadaşlar Bu filmi bu akşam izledim ve sizlere tanıtmaktan büyük
mutluluk duyuyorum... Çek yönetmen Jan Hrebejk'ten çok değişik ve çok
başarılı bir savaş filmi...2.Dünya Savaşında Alman işgali altındaki
Çekoslovakya'da Josef and Marie Cizek, işgal öncesi Yahudi patronlarının
oğlu olan David Wiener'i evlerinde saklarlar. Bu üçlünün yanısıra Nazi
işbirlikçisi Horst Prohaska arasında yaşanan olaylar filmin konusunu
oluşturuyor.
Sevgili
arkadaşlar Bu filmi bu akşam izledim ve sizlere tanıtmaktan büyük
mutluluk duyuyorum... Çek yönetmen Jan Hrebejk'ten çok değişik ve çok
başarılı bir savaş filmi...2.Dünya Savaşında Alman işgali altındaki
Çekoslovakya'da Josef and Marie Cizek, işgal öncesi Yahudi patronlarının
oğlu olan David Wiener'i evlerinde saklarlar. Bu üçlünün yanısıra Nazi
işbirlikçisi Horst Prohaska arasında yaşanan olaylar filmin konusunu
oluşturuyor.
Musime si pomahat, çok ilginç bir savaş filmi.
Savaş filmi ama içinde şiddet yok. Hatta son derece ince mizah öğeleri
ile psikolojik analizler ile dolu. Bireylerin karşı karşıya kaldıkları
olaylar ve zor seçimler karşısında gösterdikleri tepkiler ve davranış
biçimleri izlenmeye değer. Ekşi Sözlükten : " Başta açık gibi görünen
kahraman, kurban, işbirlikçi rolleri zamanla değişiyor. Bir Yahudiyi
saklayıp canını tehlikeye atan adam çok sevdiği bir battaniyesini ona
vermek istemiyor. İşbirlikçi can kurtarıyor, ispiyoncu kurban, sonra da
“direnişçi” oluyor. Savaş sonrası karışıklık tüm heybetiyle görülüyor.
film, bazı savaş filmlerinde görülen kestirmeden ucuz bir Stalinizm
eleştirisi yapma hatasına da düşmüyor. Mesela Sovyet subayının kafası
karışık ama dürüst ve iyi niyetli. Savaş süresince ve savaş sonunda hiç
bir şey kesin değil, hayatlar tesadüflere bağlı. Mizah hep var ama asla
filmin anlatmak istediklerinin ciddiyetini gölgelemiyor" Sonuç olarak
insana ait olan ne varsa, filmde gözler önüne seriliyor.
Musime si pomahat, ne yazık ki ülkermizde seyirci kitlesine ulaşamamış.
Bence bir başyapıt düzeyinde. IMDb puanı 7.6 ama bence gerçeği asla
yansıtmıyor... Sıkı durum "sinemalar.com puanı: 10"... Yani tam puan...
Bu kıyıda köşede kalmış şaheseri KESİNLİKLE EN KISA ZAMANDA İZLEYİN...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/495716963795255/
13 Kasım 2012 Salı
Micmacs (2009) - Jean-Pierre Jeunet
Jean-Pierre
Jeunet' yi sever misiniz ? Hani o Amelie filminin yönetmeni... Daha
önce Vahit, üstadın Delicatessen (Şarküteri) filmini de paylaşmıştı.
Filmi biraz önce bitirdim. Jeunet, Mismacs'ta da çok sıcak, içten, şirin
bir film ortaya çıkarmış. Jeunet'yi sevenlerin yanında sevmeyenlerin
dahi çok beğeneceğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Jean-Pierre
Jeunet' yi sever misiniz ? Hani o Amelie filminin yönetmeni... Daha
önce Vahit, üstadın Delicatessen (Şarküteri) filmini de paylaşmıştı.
Filmi biraz önce bitirdim. Jeunet, Mismacs'ta da çok sıcak, içten, şirin
bir film ortaya çıkarmış. Jeunet'yi sevenlerin yanında sevmeyenlerin
dahi çok beğeneceğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Bazil ( Dany
Boon) bir mayının patlaması sonucu küçük yaşta babasını kaybeden bir
çocuk. 30 yıl sonra ise çalıştığı dükkanın önünde oluşan silahlı
çatışmada patlayan silahtan çıkan bir mermi kafatasına saplanması
Bazil'in yaşamını tümüyle değiştirir. İşsiz ve evsiz kalır ...Ancak
kendisi gibi homeless ve ancak birbirinden ilginç hünerlere sahip
arkadaşları ile yeniden kendine yaşam kuran Bazil bir çöplükte
dostluğu, sevgiyi ve yardımlaşmayı bulacaktır.. Artık bu ilginç
hünerleri olan arkadaşları ile silahlardan ve birbirine rakip iki silah
tüccarından intikam almasının zamanı gelmiştir... Bazil bunu da
silahsız, kansız ve keyifli serüvenlerle gerçekleştirecektir...
Kanımca Jean-Pierre Jeunet Mismacs'da iyi iş çıkarmış. Çok hoş
çekimler, ilginç kamera görüntüleri ile sevgi dolu bir film. Gerçek
oyuncularla animasyon havası artık Jeunet'nin bildiğimiz yöntemi ve bu
filmde bence Amelie'dan daha başarılı. Son söz Dany Boon için. Yüz
mimiklerinde gerçekten çok çok başarılı ve içten bir oyunculuk
sergilemiş "Bazil" rolünde... Filmin silahlanma karşıtı mesajı çok net.
Ailece keyifle izlenecek kaliteli bir komedi...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/493783717321913/
11 Kasım 2012 Pazar
Oldeuboi / Oldboy / İhtiyar Delikanlı (2003) - Chan-wook Park
Gelelim
benim favorim olan Old Boy/İhtiyar Delikanlı filmine. Üçlemenin 2003
yapımı 2. filmi ve bence en olmuşu. IMDB Puanı da 8.4, dikkate alan
arkadaşlar için.
Gelelim
benim favorim olan Old Boy/İhtiyar Delikanlı filmine. Üçlemenin 2003
yapımı 2. filmi ve bence en olmuşu. IMDB Puanı da 8.4, dikkate alan
arkadaşlar için.
Karısı, küçük kızıyla mutlu bir yaşamı olan
hafif uçarı Oh Dae-su, alkolden bir süre alıkonulduğu karakoldan çıktığı
ve eşine telefon ettiği esnada telefon kulübesinin önünden kaçırılır ve
15 yıl sonra serbest bırakılır. Bu 15 yıl içinde kapatıldığı hücrede
tek bir insan görmeden, dünyayla bağı kopmuş bir vaziyette yaşarken
buradan kurtulduğunda ona bunu yapanlardan intikam alacağına dair
yeminler eder. 15 yılın sonunda gözleri bağlı olarak bırakıldığı bir
binanın çatısında gözlerini açtığında onu ayakta tutacak, güç verecek
intikam ateşini kendisinde görmeye başlarız bizler de. Senaryo, kurgu,
filmdeki geri dönüşler hatta şimdiki ve geçmişi aynı karede gördüğümüz
sahneler mükemmel. Filmin sonuna kadar gerilim ve merak asla bilmiyor.
Finali ise mükemmel. Zorunluluktan üzerinden 6 ay bile geçmediği halde
izlediğim halde ikincisinden yine sıkılmadım. :)
Filmden iki replik ;
"Gülün; dünya da sizinle birlikte gülsün. Ağlayın ama yalnız ağlayın.”
“İster bir kum tanesi ol ister kaya ikisi de aynı şekilde bayar suya.”
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/492967224070229/
9 Kasım 2012 Cuma
The Killing / Bed of Fear / Clean Break / Day of Violence / Son Darbe (1956) - Stanley Kubrick
1956 ABD yapımı. Yönetmeni Stanley Kubrick. Başlıca oyuncuları Sterling Hayden, Coleen Gray, Marie Windsor ve Elisha Cook Jr.
1956 ABD yapımı. Yönetmeni Stanley Kubrick. Başlıca oyuncuları Sterling Hayden, Coleen Gray, Marie Windsor ve Elisha Cook Jr.
Stanley Kubrick’in senaryosunu yazıp yönettiği “The Killing” bir kara
film. Kubrick’in uluslararası alanda başarı kazanmasını ve tanınmasını
sağladı. Özellikle nakış gibi işlenmiş senaryosuyla dikkat çeken son
derece iyi çekilmiş ve oynanmış olan film, eski bir mahkumun kusursuz
bir soygun için özel seçilmiş adamlarla oluşturduğu çetenin
gerçekleştirdiği bir soygun hikayesini anlatır.
Baştan sona üst düzey tempoda giden, heyecan ve ilgiyle izlenen, gerilimin hiç azalmadığı, soluk soluğa bir film.
Son derece zekice planlanmış bir soygunda öngörülemeyen tersliklerle
karşılaşıldıkça soygunculardan tarafa olup çıkan aksiliklere
kızıyorsunuz.
Seyir zevki son derece yüksek olan bu kaliteli filmi izleyin, memnun kalacaksınız.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/491998214167130/
4 Kasım 2012 Pazar
Los Olvidados / The Forgotten Ones / The Young and the Damned (1950) – Luis Bunuel
Film, Mexico’nun fakir semtlerinde yaşayan ve çoğu kimsesiz olan
çocukların yaşamından bir kesit sunuyor. Jaibo ıslahevinden kaçtıktan
sonra yeniden mahalleye döner ve kendinden yaşça küçük çocuklarla
birlikte bir çete kurar. Böylece diş geçirebildikleri hasta ve sakat
kimseleri dövüp paralarını çalmaktadırlar.
Çarpık aile
ilişkilerine, sistemin acımasızlığına çarpıcı bir bakış atan Luis
Bunuel’in toplumsal düzeni eleştiren önemli filmlerinden biridir.
Film, çoğu amatör olan oyuncularla gerçek mekanlarda çekilmiş. Luis
Bunuel bu filmde Meksika’yı kötü yönleriyle gösterdiği gerekçesiyle ülke
çapında sert bir şekilde eleştirilmiş. Özellikle başroldeki oyuncu
Pedro‘nun annesinin Pedro’ya karşı sert ve sevgisizlik tavırları
sergilediği sahneler, hiçbir Meksikalı annenin çocuğuna böyle
davranmayacağı gerekçesiyle yerden yere vurulmuş ve oluşan olumsuz hava
nedeniyle film ancak dört gün gösterimde kalabilmiş…
Los
Olvidados Luis Bunuel'in ayrıksı filmlerle dolu arşivinde belki de en
''normal'' filmdir. Bunuel sıradan insanların gündelik dertlerine
değindiği filminde açlık, yoksulluk, toplumsal yozlaşma gibi temalara
eğilerek düz anlamlardan ve gerçeklikten uzak filmlerinin aksine 1944 -
1952 yılları arasında etkisini gösteren İtalyan yeni gerçekçiliğinin
izinden giden bir filme imza atıyor.. İşin ilginç yanı ise, filmin
başarısızlığından korkarak Bunuel'e sürrealist öğelerden kaçınmasını
konusunda baskı yapan yapımcı Oscar Dancigers'e rağmen Los Olvidados'a
damgasını vuran sahnenin Bunuel'in has dünyasını temsil eden,
slow-motion tekniğiyle çekilmiş eksantrik bir rüya sahnesi olacak
olmasıdır. Bunuel'in gerçekleri de en az rüyaları kadar sarsıcı
olacaktır.(Alıntıdır)
Çarpık aile ilişkilerine, sistemin acımasızlığına çarpıcı bir bakış atan Luis Bunuel’in toplumsal düzeni eleştiren önemli filmlerinden biridir.
Film, çoğu amatör olan oyuncularla gerçek mekanlarda çekilmiş. Luis Bunuel bu filmde Meksika’yı kötü yönleriyle gösterdiği gerekçesiyle ülke çapında sert bir şekilde eleştirilmiş. Özellikle başroldeki oyuncu Pedro‘nun annesinin Pedro’ya karşı sert ve sevgisizlik tavırları sergilediği sahneler, hiçbir Meksikalı annenin çocuğuna böyle davranmayacağı gerekçesiyle yerden yere vurulmuş ve oluşan olumsuz hava nedeniyle film ancak dört gün gösterimde kalabilmiş…
Los Olvidados Luis Bunuel'in ayrıksı filmlerle dolu arşivinde belki de en ''normal'' filmdir. Bunuel sıradan insanların gündelik dertlerine değindiği filminde açlık, yoksulluk, toplumsal yozlaşma gibi temalara eğilerek düz anlamlardan ve gerçeklikten uzak filmlerinin aksine 1944 - 1952 yılları arasında etkisini gösteren İtalyan yeni gerçekçiliğinin izinden giden bir filme imza atıyor.. İşin ilginç yanı ise, filmin başarısızlığından korkarak Bunuel'e sürrealist öğelerden kaçınmasını konusunda baskı yapan yapımcı Oscar Dancigers'e rağmen Los Olvidados'a damgasını vuran sahnenin Bunuel'in has dünyasını temsil eden, slow-motion tekniğiyle çekilmiş eksantrik bir rüya sahnesi olacak olmasıdır. Bunuel'in gerçekleri de en az rüyaları kadar sarsıcı olacaktır.(Alıntıdır)
Central do Brasil / Central Station / Merkez İstasyonu (1998) – Walter Salles
Fransa - Brezilya ortak yapımı olan muhteşem bir film daha... Bir sevgi
ve insanlık öyküsü. Bazen komik, bazen öfkeli ama çoğu zaman insanın
yüreğini burkan duygusal bir film.
Fransa - Brezilya ortak yapımı olan muhteşem bir film daha... Bir sevgi ve insanlık öyküsü. Bazen komik, bazen öfkeli ama çoğu zaman insanın yüreğini burkan duygusal bir film.
Cümlemin arkasında
durabilecek kadar bilgi sahibi değilim ama Walter Salles yol filmleri
konusunda iyi bir yönetmen gibi geliyor bana (daha önce de “The
Motorcycle Diaries” filmini paylaşmıştım)
Bir
yandan da daha önce kimlik arayışına değindiği “foreign land” ı da
düşünürsek ve birleştirirsek bu film için “insanın kendinde yol alışı”
diyebiliriz.
Isadora, öğretmenlik yaptığı yıllardan sonra gelen
emeklilik döneminde ‘’ay sonunu getirebilmek için’’ Rio de Janerio’nun
bir tren istasyonun mektup yazıcılığı yapmaktadır. Okuma yazma oranının
düşüklüğüyle birlikte ülkenin daima göç halindeki insanlarını apaçık bir
şekilde görebildiğimiz bu anlarda Isadora’nın karşısına bir kadın
oturur ve ayyaş kocasına bir mektup göndermek istediğini söyler.
Mektubun yazılması ve Isadora’nın evine gidip günlük mektup ayıklamasını
yapmasıyla birlikte gün boyunca birbiri ardına gelen onca insanın
içerisinden hangisinin bizim odak noktamıza yerleşeceğini anlamamız uzun
sürmez.
İnsanların gün boyu yazdırdığı mektupları aynı günün
akşamında kendi tahlil mekanizması içerisinde değerlendirip yırtıp veya
yırtmayacağına karar veren huysuz bir kadın profili var karşımızda. Bu
huysuzlukları filmin başında neredeyse her anda hissettiriliyor.
Ertesi gün aynı kadının çocuğuyla birlikte Isadora’nın zaten
göndermediği mektubu değiştirmek için gelmesi bunun ertesinde annenin
talihsiz bir kazaya kurban gitmesiyle birlikte Josué ve Isadora’nın
yolları tam anlamıyla kesişiyor. Isadora’nın istasyonda yaşamaya
başlayan Josué’yi son bir çare olarak babasına götürmeye karar
vermesiyle birlikte film ana eksenine oturur ve yolculuk başlar. Bunu
takip eden olaylar vasıtasıyla birbiriyle hiç anlaşamayacak iki farklı
karakterin yakınlaşmasını ve sağlam temellere oturan arkadaşlıklarını
izliyoruz.
Ekşi’den iki yorum;
“Yaşanmışlıklardan
sonra kalbine bir set çeken orta yaşını geçmiş bir kadının, dokuz
yaşındaki agresif ama akıllı ufaklıkla geçirdiği zaman ile eşdeğer
biçimde insancıl tarafını keşfetmesi, kendisinden bile beklemediği duygu
patlamarıyla yeniden doğuşu anlatılıyor; her ne kadar mevzular küçük
çocuğun (josué) üzerine kurulu olsa da... o denli sağlam bir ifadeyle
rolünü kotarıyor ki josué rolündeki vinícius de oliveira, dora rolündeki
fernanda montenegro'nun performansına performans katıyor, motive
ediyor, adeta oyunculuk dersi vermesine sebep oluyor. bu kadar uyumlu
bir ikiliyi beyaz perdede izlemek de, seyirciye resmen duygusal ilaç
desteği veriyor desek yeridir, benden söylemesi.”
“Gördüğüm en
hümanist filmlerden birisi, insan hikayeleri her şeyin önünde tutuluyor,
bu yanıyla oldukça gerçekçi, her insanın (bizim jesus kadar küçük bile
olsa) bir öyküsü, geçmişi, umutları, göz yaşları, kendine has bir
gülümsemesi var...her insan eninde sonunda beyinden değil bir kalpten
ibaret...bu motifler film boyunca en rafine haliyle arzı endam ediyor,
sosyal çöküntü, fakirlik, yalın/güzel müzikler bu hikayeye fon teşkil
ediyor, oyunculuklar görülebilecek en duru formda ve filmin en sağlam
yönü, sanki yanı başınızda ağlıyor o veled, öyle dokunuyor insana,
babasıyla ilgili bazı sahnelerde, animelerdeki gibi kocaman göz yaşları
döküyor bu çocuk ve babasız olanlarda daha bi burun sızlatıyor!.”
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/489969524369999/
Isadora, öğretmenlik yaptığı yıllardan sonra gelen emeklilik döneminde ‘’ay sonunu getirebilmek için’’ Rio de Janerio’nun bir tren istasyonun mektup yazıcılığı yapmaktadır. Okuma yazma oranının düşüklüğüyle birlikte ülkenin daima göç halindeki insanlarını apaçık bir şekilde görebildiğimiz bu anlarda Isadora’nın karşısına bir kadın oturur ve ayyaş kocasına bir mektup göndermek istediğini söyler. Mektubun yazılması ve Isadora’nın evine gidip günlük mektup ayıklamasını yapmasıyla birlikte gün boyunca birbiri ardına gelen onca insanın içerisinden hangisinin bizim odak noktamıza yerleşeceğini anlamamız uzun sürmez.
İnsanların gün boyu yazdırdığı mektupları aynı günün akşamında kendi tahlil mekanizması içerisinde değerlendirip yırtıp veya yırtmayacağına karar veren huysuz bir kadın profili var karşımızda. Bu huysuzlukları filmin başında neredeyse her anda hissettiriliyor.
Ertesi gün aynı kadının çocuğuyla birlikte Isadora’nın zaten göndermediği mektubu değiştirmek için gelmesi bunun ertesinde annenin talihsiz bir kazaya kurban gitmesiyle birlikte Josué ve Isadora’nın yolları tam anlamıyla kesişiyor. Isadora’nın istasyonda yaşamaya başlayan Josué’yi son bir çare olarak babasına götürmeye karar vermesiyle birlikte film ana eksenine oturur ve yolculuk başlar. Bunu takip eden olaylar vasıtasıyla birbiriyle hiç anlaşamayacak iki farklı karakterin yakınlaşmasını ve sağlam temellere oturan arkadaşlıklarını izliyoruz.
Ekşi’den iki yorum;
“Yaşanmışlıklardan sonra kalbine bir set çeken orta yaşını geçmiş bir kadının, dokuz yaşındaki agresif ama akıllı ufaklıkla geçirdiği zaman ile eşdeğer biçimde insancıl tarafını keşfetmesi, kendisinden bile beklemediği duygu patlamarıyla yeniden doğuşu anlatılıyor; her ne kadar mevzular küçük çocuğun (josué) üzerine kurulu olsa da... o denli sağlam bir ifadeyle rolünü kotarıyor ki josué rolündeki vinícius de oliveira, dora rolündeki fernanda montenegro'nun performansına performans katıyor, motive ediyor, adeta oyunculuk dersi vermesine sebep oluyor. bu kadar uyumlu bir ikiliyi beyaz perdede izlemek de, seyirciye resmen duygusal ilaç desteği veriyor desek yeridir, benden söylemesi.”
“Gördüğüm en hümanist filmlerden birisi, insan hikayeleri her şeyin önünde tutuluyor, bu yanıyla oldukça gerçekçi, her insanın (bizim jesus kadar küçük bile olsa) bir öyküsü, geçmişi, umutları, göz yaşları, kendine has bir gülümsemesi var...her insan eninde sonunda beyinden değil bir kalpten ibaret...bu motifler film boyunca en rafine haliyle arzı endam ediyor, sosyal çöküntü, fakirlik, yalın/güzel müzikler bu hikayeye fon teşkil ediyor, oyunculuklar görülebilecek en duru formda ve filmin en sağlam yönü, sanki yanı başınızda ağlıyor o veled, öyle dokunuyor insana, babasıyla ilgili bazı sahnelerde, animelerdeki gibi kocaman göz yaşları döküyor bu çocuk ve babasız olanlarda daha bi burun sızlatıyor!.”
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/489969524369999/
3 Kasım 2012 Cumartesi
Mother of Mine / Aideista parhain / Benim annem (2005) - Klaus Haro
Öncelikle Hüseyin abinin yüksek müsaadeleriyle, çünkü aşağı yukarı bir yıl önce 2011 in Aralık ayında bu filme değinmiş.
Finlandiya – İsveç ortak yapımı enfes bir dram. Küçük tanıtım yazıma
geçmeden önce filmi izlerken kendinizi dağılmamak adına sıkmamanızı
öneririm yoksa film sonunda küçük bir yumruğu boğazınızda uzun bir süre
hissediyor olacaksınızdır…
Film II. Dünya savaşında yaşanan
gerçek bir dramı anlatıyor. Bir cephe gerisi filmi. Belki de pek fazla
bilinmeyen bir dram. Savaş esnasında zor durumda olan Finlandiya’ya
yardım edebilmek amacıyla İsveç 70 bin civarındaki savaş mağduru
ailelerin çocuğunu geçici misafir olarak yani savaş süresince ülkedeki
gönüllü ailelerin yanına yerleştirmiştir. Yönetmen bu dönemi, ailesi
tarafından terk edildiğini düşünen ve vekil aileye henüz bağlanamamış 9
yaşındaki Euro isimli bir çocuğu izleyerek anlatır.
İki yanda
da birer anne ve bir çocuk, mevcut psikolojinin tüm oyuncular tarafından
çok iyi yüklenildiği ve seyirciye aktarıldığı bir film. Dış mekan
güzelliğini anlatmama gerek yok, her İskandinav filminde olduğu gibi
harika bir doğa.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/489743851059233/
Öncelikle Hüseyin abinin yüksek müsaadeleriyle, çünkü aşağı yukarı bir yıl önce 2011 in Aralık ayında bu filme değinmiş.
Finlandiya – İsveç ortak yapımı enfes bir dram. Küçük tanıtım yazıma geçmeden önce filmi izlerken kendinizi dağılmamak adına sıkmamanızı öneririm yoksa film sonunda küçük bir yumruğu boğazınızda uzun bir süre hissediyor olacaksınızdır…
Film II. Dünya savaşında yaşanan gerçek bir dramı anlatıyor. Bir cephe gerisi filmi. Belki de pek fazla bilinmeyen bir dram. Savaş esnasında zor durumda olan Finlandiya’ya yardım edebilmek amacıyla İsveç 70 bin civarındaki savaş mağduru ailelerin çocuğunu geçici misafir olarak yani savaş süresince ülkedeki gönüllü ailelerin yanına yerleştirmiştir. Yönetmen bu dönemi, ailesi tarafından terk edildiğini düşünen ve vekil aileye henüz bağlanamamış 9 yaşındaki Euro isimli bir çocuğu izleyerek anlatır.
İki yanda da birer anne ve bir çocuk, mevcut psikolojinin tüm oyuncular tarafından çok iyi yüklenildiği ve seyirciye aktarıldığı bir film. Dış mekan güzelliğini anlatmama gerek yok, her İskandinav filminde olduğu gibi harika bir doğa.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/489743851059233/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)