25 Eylül 2012 Salı

Bacheha-Ye aseman / The Children of Heaven / Cennetin Çocukları (1997) - Majid Majidi

 
1997 İran yapımı. Yönetmeni Majid Majidi. Dünya sinemasında saygın bir yer edinmiş olan İran sinemasının iyi ve önemli örneklerinden…

Açık söylemek gerekirse uzun zamandır listemde olan ve bin bir bahaneyle sürekli izlemeyi ertelediğim ve daha arkalardaki filmlere öncelik verdiğim bir filmdi. Dün gece bahanelerim tükendi. Ya filmi listeden çıkaracaktım ya da izleyecektim. İlk seçenek daha önce de birçok defa ve birçok film için düşündüğüm ama asla uygulayamadığım bir seçenektir. Yine öyle oldu, biliyorum izlemesem hep aklımda kalacak ve beni rahatsız edecekti. Sonuçta filmi izledim. İyi ki izlemişim, iyi ki listeden film çıkaramama gibi bir huy edinmişim. Aksi halde böyle bir filmi kaçırmış olacaktım. Düşünün, benim için iki önemli kusuru olmasına karşın (görüntü kalitesinin düşüklüğü ve altyazılı değil Türkçe dublajlı olması) filmi çok beğendim, çok sevdim, izlediğim için son derece memnunum.

Ali ve Zehra İran’da çok yoksul bir ailenin ilköğretim çağında iki çocuğudur. Geçişi işlerle para kazanmaya çalışan ama ailesine gerektiği gibi bakamayan bir baba, evde bir bebek, ameliyatlı bir anne ve alabildiğine yoksulluk… O kadar ki, oturdukları derme çatma tek göz evin kirasını ödeyememekte ve karınlarını çoğu kez bakkala veresiye yazdırarak güçlükle doyurabilmektedirler. Bu koşullarda zor bir yaşam sürüp giderken Ali kız kardeşinin eski ayakkabılarını ayakkabı tamircisine tamir ettirdikten sonra kaybeder. Ali’nin ve Zehra’nın birer çift ayakkabılarından başka ayakkabıları yoktur ve baba Zehra için yeni bir çift ayakkabı alabilecek durumda değildir. Ali’nin bu durum için bulduğu çare kendi eski püskü ayakkabılarını kız kardeşi ile ortaklaşa giymektir. Kız kardeşinden konuyu anne ve babasına açmamasını ister. Zehra büyük bir sevgi, dayanışma ve olgunluk örneği göstererek bunu kabul eder. Okula biri sabah biri öğleden sonra gitmektedirler ve okuldan çıkan evde bekleyen kardeşine ayakkabıları yetiştirmek için deliler gibi koşmakta ama çoğu kez geç kalmaktadır. Anne hasta haliyle evi çekip çevirmeye çalışmakta, baba ailesine bakamadığı için derinden duyduğu üzüntü ve utanç içinde bir şeyler yapmaya çabalamaktadır. Bu ortamda küçük Ali’nin kız kardeşi ile birlikte verdiği hayat mücadelesini , sorumluluk duygusunu ve bağlılığı izlerken, olanca yoksulluklarına rağmen yitirmedikleri gönül zarafet ve zenginliklerine içiniz burkularak hem tanık hem hayran oluyorsunuz.

Çocukların bir taraftan iç ısıtan bir taraftan iç burkan dayanışma ve çırpınışlarının yanı sıra anne ve baba karakterleri de görece az süre almalarına karşın derinlikli işlenmiş. Anne, kendi kültürümüzden de gayet iyi bildiğimiz fedakar, toparlayıcı ve yakınmayan anne. Babada ise içinde bulunduğu son derece olumsuz koşullara rağmen enteresan bir kabulleniş, yazgıya razı oluş , evde kükrerken dışarda sergilenen ezik bir duruş var. “Biutiful”da Javier Bardem’in oynadığı baba karakterini getirdi aklıma ama benzerliğiyle değil zıtlığıyla. Coğrafya ve kültür farklılığının da etkisiyle birbiriyle taban tabana zıt iki karakter… ancak ikisi de gerçek… ikisi de kendince haklı… ikisi de anlaşılabilir…

Yalın bir hikayenin mimimalist bir üslupla nasıl son derece başarılı bir filme dönüşebildiğini görüyoruz. Basit, gerçekçi bir anlatım, doğal ve başarılı oyunculuklar, samimi ve hızlı akan bir hikaye, doğal görüntüler, etkileyici ve kendine saygı duyduran, kendini sevdiren bir film… En iyi yabancı film Oscar’ına da aday olmuş ancak karşısına “Hayat Güzeldir” gibi bir başyapıt çıkınca kazanamamış bu kaliteli film kesinlikle izlenmeli diyorum…
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/472908599409425/

24 Eylül 2012 Pazartesi

Pelle erobreren / Pelle the Conqueror / Fatih Pelle (1987) – Bille August

Pelle erobreren / Pelle the Conqueror / Fatih Pelle (1987) – Bille August

19. yüzyılın sonları... Kuzeyin soğuk ülkesi İsveç’te halk açlık ve işsizlikten kırılmaktadır. Çaresizlik içindeki bir grup İsveçli, bulabildikleri bir takaya atlayarak Danimarka’nın Bornholm adasına gelirler. İş bulabilme imkanları açısından İsveç’e göre bir gömlek daha iyi durumdaki bu komşu ülkeye ayak basanlar arasında, tekne kazıntısı küçük Pelle ve onun dedesi olacak yaştaki babası Lasse de vardır.

Eşini daha ülkesindeyken yoksulluğun doğurduğu hastalıklarda yitirmiş olan yaşlı baba ile yetim oğlu, ırgat pazarında yaptıkları türlü cambazlıklardan sonra, bölgenin en büyük toprak ağalarından birinin çiftliğinde iş bulmayı başarırlar. Uçsuz bucaksız tarlalara sahip olan bu çiftlik, zamanla Pelle için dünyanın bi
r tür özetine dönüşecek ve küçük adam burada yaşadığı kah acı, kah tatlı olaylarla hayatı adım adım öğrenerek büyüyecektir. O yüzden de ona, hayatı fetheden anlamındaki bu anlamlı lâkabı uygun görmüştür… (turkcealtyazi.org’den)

Öncelikle filmin süresinin yaklaşık 2,5 saat olduğunu söylemeliyim ama zamanınızı ayarladıktan sonra bu süre su gibi akacaktır ve hatta zaman zaman ara verip tekrar dönme lüksünüz bile var, filmde oynadığınızı hissedip boşlukları kendinize göre ayarlayabilirsiniz çünkü ;)

Filmde öncelikle doğaya bayılacaksınız, tamamen kırsalda, bir çiftlikte ve dört mevsimi dolu dolu yaşayacaksınız. Bir filmde herkesin kendine göre olmazsa olmazları vardır, geçen bir paylaşımın altında arkadaşlar görüşlerini belirtmişti; burada da bu vazgeçilmezlerden biri olan sahne seçimini en doğru haliyle göreceğinizi düşünüyorum.

Yaşlı baba rolündeki Max von Sydow’ın performansına bayılacaksınız. Onu bir çoğumuz usta yönetmen Ingmar Bergman ile olan çalışmalarından da hatırlıyoruzdur ve bu filmdeki performansı ile de 1989 da aday gösterildiği Oscar’ı belki alamadı(Dustin Hoffman-Rain Man) ama film en iyi yabancı film ödülünü aldı…

Keyifle izleyeceğinizden eminim, iyi seyirler ;)

19. yüzyılın sonları... Kuzeyin soğuk ülkesi İsveç’te halk açlık ve işsizlikten kırılmaktadır. Çaresizlik içindeki bir grup İsveçli, bulabildikleri bir takaya atlayarak Danimarka’nın Bornholm adasına gelirler. İş bulabilme imkanları açısından İsveç’e göre bir gömlek daha iyi durumdaki bu komşu ülkeye ayak basanlar arasında, tekne kazıntısı küçük Pelle ve onun dedesi olacak yaştaki babası Lasse de vardır.

Eşini daha ülkesindeyken yoksulluğun doğurduğu hastalıklarda yitirmiş olan yaşlı baba ile yetim oğlu, ırgat pazarında yaptıkları türlü cambazlıklardan sonra, bölgenin en büyük toprak ağalarından birinin çiftliğinde iş bulmayı başarırlar. Uçsuz bucaksız tarlalara sahip olan bu çiftlik, zamanla Pelle için dünyanın bi
r tür özetine dönüşecek ve küçük adam burada yaşadığı kah acı, kah tatlı olaylarla hayatı adım adım öğrenerek büyüyecektir. O yüzden de ona, hayatı fetheden anlamındaki bu anlamlı lâkabı uygun görmüştür… (turkcealtyazi.org’den)

Öncelikle filmin süresinin yaklaşık 2,5 saat olduğunu söylemeliyim ama zamanınızı ayarladıktan sonra bu süre su gibi akacaktır ve hatta zaman zaman ara verip tekrar dönme lüksünüz bile var, filmde oynadığınızı hissedip boşlukları kendinize göre ayarlayabilirsiniz çünkü ;)

Filmde öncelikle doğaya bayılacaksınız, tamamen kırsalda, bir çiftlikte ve dört mevsimi dolu dolu yaşayacaksınız. Bir filmde herkesin kendine göre olmazsa olmazları vardır, geçen bir paylaşımın altında arkadaşlar görüşlerini belirtmişti; burada da bu vazgeçilmezlerden biri olan sahne seçimini en doğru haliyle göreceğinizi düşünüyorum.

Yaşlı baba rolündeki Max von Sydow’ın performansına bayılacaksınız. Onu bir çoğumuz usta yönetmen Ingmar Bergman ile olan çalışmalarından da hatırlıyoruzdur ve bu filmdeki performansı ile de 1989 da aday gösterildiği Oscar’ı belki alamadı(Dustin Hoffman-Rain Man) ama film en iyi yabancı film ödülünü aldı…


https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/472503592783259/

22 Eylül 2012 Cumartesi

Et maintenant on va où? / Where Do We Go Now? / Peki şimdi nereye? (2011) – Nadine Labaki

Et maintenant on va où? / Where Do We Go Now? / Peki şimdi nereye? (2011) – Nadine Labaki 

“Burada anlatacağım hikâye, dinlemek isteyen herkes içindir. Bu hikâye, oruç tutanların, dua edenlerin... Mayınlarla çevrilmiş yalnız bir köyün... Kızgın güneş altında kalpleri kırılmış iki grubun… Bir haç veya bir hilal uğruna kanlanmış ellerin... Geçmişi dikenli teller ve silahlarla çevrili, barışı seçmiş bu yalnız yerin hikâyesidir. Bu siyahlı kadınların uzun bir hikâyesidir… Ne parlak yıldızlar, ne de yanan çiçekler. Külden kararmış gözler. Cesaretlerini göstermek için kader tarafından yönetilen kadınlar…”

Filmin hemen girişindeki açıklama bu yazdıklarım… Savaşın hiç durmadığı bu topraklarda barış için yapılan uğraşları anlatan bir film… 

Filmin senaristi, yapımcısı ve yönetmeni olan Lübnan’lı Nadine Labaki aynı zamanda baş rol oyuncumuz. Daha önceki filmi olan Karamel’in 2011 Toronto Halk Ödülünü alması ve sonrasında gelen olağanüstü başarısı sonrası bu filminde dinsel çatışmaları ve savaşın anlamsızlığını kadınların zekası üzerinden eleştiriyor.

Film Lübnan’da Müslümanların ve hıristiyanların bir arada yaşadı küçük bir köyde geçiyor. Huzur içinde yaşayan bu köyde dışarıdan gelen çatışma haberleri erkekleri huzursuz etmeye başlar ve dengeler bozulmak üzeredir. Erkeklere hakim olma görevi ise kadınlara düşmektedir ve ne pahasına olursa olsun buna izin verilmeyecektir.

Komedi unsurlarının ön plana çıktığı ama aslında bir dram olan bu filmi keyifle izleyeceğinizden eminim ;)

“Burada anlatacağım hikâye, dinlemek isteyen herkes içindir. Bu hikâye, oruç tutanların, dua edenlerin... Mayınlarla çevrilmiş yalnız bir köyün... Kızgın güneş altında kalpleri kırılmış iki grubun… Bir haç veya bir hilal uğruna kanlanmış ellerin... Geçmişi dikenli teller ve silahlarla çevrili, barışı seçmiş bu yalnız yerin hikâyesidir. Bu siyahlı kadınların uzun bir hikâyesidir… Ne parlak yıldızlar, ne de yanan çiçekler. Külden kararmış gözler. Cesaretlerini göstermek için kader tarafından yönetilen kadınlar…”

Filmin hemen girişindeki açıklama bu yazdıklarım… Savaşın hiç durmadığı bu topraklarda barış için yapılan uğraşları anlatan bir film…

Filmin senaristi, yapımcısı ve yönetmeni olan Lübnan’lı Nadine Labaki aynı zamanda baş rol oyuncumuz. Daha önceki filmi olan Karamel’in 2011 Toronto Halk Ödülünü alması ve sonrasında gelen olağanüstü başarısı sonrası bu filminde dinsel çatışmaları ve savaşın anlamsızlığını kadınların zekası üzerinden eleştiriyor.

Film Lübnan’da Müslümanların ve hıristiyanların bir arada yaşadı küçük bir köyde geçiyor. Huzur içinde yaşayan bu köyde dışarıdan gelen çatışma haberleri erkekleri huzursuz etmeye başlar ve dengeler bozulmak üzeredir. Erkeklere hakim olma görevi ise kadınlara düşmektedir ve ne pahasına olursa olsun buna izin verilmeyecektir.

Komedi unsurlarının ön plana çıktığı ama aslında bir dram olan bu filmi keyifle izleyeceğinizden eminim ;)


https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/471923582841260/ 

19 Eylül 2012 Çarşamba

Mississippi Burning / Mississipi Yanıyor (1988) - Alan Parker

 
1988 ABD yapımı. Yönetmeni Alan Parker. Başlıca rollerde Gene Hackman, Willem Dafoe ve Francis McDormand gibi üst düzey oyuncular var. 1964 yılında yaşanmış bir olaydan uyarlanan film tek kelimeyle bir başyapıt.

Alan Parker "Midnight Express" gibi bizi üzen bir filmle Dünya çapında ün kazandıysa da, art arda çektiği "Birdy" ve "Angel Heart" gibi iki muhteşem filmle kalbimi kazanmayı ve 2003'te çektiği son filmi "The Life Of David Gale" ile de kalbimdeki yerini sağlamlaştırmayı bildi. "Mississpi Burning" ise bence en iyi filmi.

1964 yılında ırkçı geçmişiyle ünlü Mississippi'de ırkçılık karşıtı çalışmalar yapan üç sivil haklar savunucusu Klu Klux Klan tarafından öldürülür. Bu üç kişinin aniden ortadan kaybolması üzerine FBI bölgeye iki ajan gönderir. Ajanlardan biri yaşlı ve deneyimli, diğeri ise genç ve idealisttir. Her ikisi de olayın kendi yöntemleriyle çözülmesinden yanadır. Ancak aralarındaki bu görüş ayrılığı tek sorunları değildir. Geldikleri kasabada inanılmaz bir düşmanlık ve kanun tanımazlık onları beklemektedir. Çevrede yaşayan siyahların içinde bulundukları korku ve dehşet ortamı hayret uyandıracak boyutlardadır. Bu iki adam ise olayı aydınlatma hususunda son derece kararlıdır ve bunun için her yola başvuracak kadar da gözü pektirler. Küçük çaplı bir araştırma ile başlayan olaylar zinciri gittikçe karmaşıklaşır ve büyük bir kaosa neden olur.

Her şeyiyle dört dörtlük bir film. Irkçılık karşıtı filmlerin en iyilerinden. Bu filmi izleyip de ırkçılardan nefret etmemek neredeyse imkansız. Çok iyi çekilmiş ve çok iyi oynanmış bu çok önemli ve kaliteli filmi herkese tavsiye ediyorum...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/470775359622749/

15 Eylül 2012 Cumartesi

The Station Agent / Hayatın İçinden (2003) - Thomas McCarthy

 
" The Station Agent "2004 yılında Bafta ve Sundance festivalleri de dahil toplamda 25 ödül kazanmış bir yapım. 1,34 cm boyundaki kahramanımız Fin, az konuşan tek tutkusu trenler olan yalnız ve kendine yeten biri. En yakın arkadaşı ve işvereni öldüğünde kendisine içinde eski bir tren istasyonu bulunan bir arazi bırakıyor. İnsanlardan uzak olmayı isteyerek gittiği yerde konuşkan ve iletişim delisi Joe ve kaybettiği çocuğunun acısıyla baş etmeye çalışan Olivia ile istemeden de olsa iletişime geçmek zorunda kalıyor. Bir anlamda farklı nedenlerle yalnızlık çeken bu üç insan, kurdukları dostlukla hayatlarına ortak bir renk getiriyorlar adeta. İyi senaryo, abartısız oyunculuk, sıcak bir film. Dostluğun altını çizmesiyle iyi hissettiriyor, iyi geliyor:))) HÖ
Amerikan Bağımsız Sinema'sının en şık örneklerinden biri.. Kesinlikle tavsiye ederim... SB
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/469292419771043/

4 Eylül 2012 Salı

Il Postino / The Postman / Postacı (1994) - Michael Radford

 
1994 yılı Fransa, İtalya, Belçika ortak yapımı. Yönetmeni Michael Radford. Oscar tarihinde en iyi yabancı film Oscar’ı dururken en iyi film Oscar’ına aday olabilmeyi başarmış çok az sayıdaki yabancı filmden biri…

Bazen sadece keyif almak için film izlersiniz. Mesaj kaygısı gütmeden, anlamak için zorlanmadan, filmin sizi alıp götürmesini isteyerek… İşte bu film tam da bu türden… Ağzınızda kocaman bir gülümseme ve kalbinizde sevgiden başka bir duyguya yer olmadan dolu dolu izleyeceğiniz, size iyi hissettirecek bir film… İzledikten sonra uzun süre aklınızdan çıkmayacak, her hatırladığınızda içinizi ısıtacak, izler izlemez birilerine tavsiye etmek isteyeceğiniz bir film… Sinemada gitmiştim bu filme, film bittikten sonra herkesin salondan gülümseyerek ve neşe içinde çıktığını hatırlıyorum.

1950’li yıllar… Şili’li komünist şair Pablo Neruda siyasal nedenlerle ülkesi dışında ve belirli bir yerde uzun süre kalamadan, sürekli yer değiştirerek yaşamaktadır. Bu kez İtalya’da küçük bir adayı kendisine mesken tutmuştur.

Neruda ile, ona mektuplarını getiren ve bisikletiyle gezen ince ruhlu postacı Mario arasında bir dostluk gelişir. Mario, Neruda’dan aldığı ipuçlarıyla içindeki şairi ortaya çıkaracak ve güzeller güzeli Beatrice’in kalbini kazanmayı başaracaktır. Filmin mottosu da budur zaten; şiir, onu yazanın değil, ona ihtiyacı olanındır… Neruda bir yandan şiirleri ve söylemleriyle Mario’yu zenginleştirirken, bir yandan da ona komünist fikirlerini de işlemekte ve kendisini geliştirmesine büyük katkı sağladığı genç adamın gözünde gittikçe büyümektedir. Ne var ki, Neruda’nın ayrılma vakti gelmek üzeredir...

Mario’nun sempatik hallerine bayılacaksınız, naif kalbinin güzelliği, sıcak tavırları ve Beatrice ile yaşadığı sımsıcak aşk sizi büyüleyecek. Bu kadar sevimli, sıcak ve izleyicide yakınlık duygusu uyandıran film karakteri sayılıdır. Mario karakterini olağanüstü bir başarıyla canlandıran aktör Massimo Troisi'nin bu filmin çekimlerinden kısa bir süre sonra henüz 41 yaşındayken geçirdiği bir kalp krizi sonucu yaşamını yitirmesine çok üzülmüştüm.

Çok iyi bir film bu, izleyin, size çok iyi geleceğini garanti ederim. Bir saat kırk beş dakika boyunca mutlu olmak istiyorsanız, izleyin…
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/464881460212139/

3 Eylül 2012 Pazartesi

Jeanne Dielman, 23 Quai du Commerce, 1080 Bruxelles (1975) – Chantel Akerman

 

Tek kelimeyle muazzam bir film. Bulaşıkları yıkayan, yemek yapan, komşusunun çocuğu ile ilgilenen, para karşılığı erkeklerle birlikte olan, oğlunu karşılayan, onunla yemek yiyen, garip ve zorlama bir şekilde sohbet eden ve bunu her gün ama her gün tekrarlayan bir kadın. Filmde bir kadının 3 gününü izliyoruz neredeyse tam
zamanlı olarak. Günlük rutini takip etmek insana daral getiriyor tam anlamıyla. Bu filmin değil, takdir edersiniz ki kadının hayatının sıkıcılığından kaynaklı bir durum. O da sonunda buna isyan ediyor ama bunu öyle bir şekilde yapıyor ki içiniz acıyor. Zararı -bir başkasının yanında- esas olarak yine kendisine veriyor.

Çok da fazla bir şey yazmak içimden de gelmiyor. Onun yerine Ayşe Özek Karasu'nun şu sözlerini paylaşayım; "SIMONE de Beauvoir'a göre temizlik, erkek egemen düzenin kadınlara karşı kurduğu kahpece bir kumpastı. Amaç, kadını iş hayatından ve ev dışındaki güçlü dünyadan uzak tutarak düzenin tek efendisi olmaktı. Beauvoir ve diğer tüm feministlere göre, ev işi kadını alçaltan bir eylemdi."

Mutlaka görün, çok etkilenecek ve çok seveceksiniz bu filmi.