Paylaştığım filmlere ait -facebook grubumuzdaki yorumları içeren- detay linkleri sadece "Cult Movies & Soundtracks" facebook grubuna üye olanlara aktiftir. Yorumları görebilmeniz için söz konusu gruba üye olmanız gerekmektedir. Facebook grubumuzdaki paylaşım tarihlerine sadık kalındığından zamanla ilave edilen filmler blogun en üstünde değil ait olduğu tarihte yer alacaktır. Film listesi başlığı altından güncellemeleri kontrol etmenizi öneririm.
25 Eylül 2012 Salı
24 Eylül 2012 Pazartesi
Pelle erobreren / Pelle the Conqueror / Fatih Pelle (1987) – Bille August
19. yüzyılın sonları... Kuzeyin soğuk ülkesi İsveç’te halk açlık ve
işsizlikten kırılmaktadır. Çaresizlik içindeki bir grup İsveçli,
bulabildikleri bir takaya atlayarak Danimarka’nın Bornholm adasına
gelirler. İş bulabilme imkanları açısından İsveç’e göre bir gömlek daha
iyi durumdaki bu komşu ülkeye ayak basanlar arasında, tekne kazıntısı
küçük Pelle ve onun dedesi olacak yaştaki babası Lasse de vardır.
Eşini daha ülkesindeyken yoksulluğun doğurduğu hastalıklarda yitirmiş
olan yaşlı baba ile yetim oğlu, ırgat pazarında yaptıkları türlü
cambazlıklardan sonra, bölgenin en büyük toprak ağalarından birinin
çiftliğinde iş bulmayı başarırlar. Uçsuz bucaksız tarlalara sahip olan
bu çiftlik, zamanla Pelle için dünyanın bi
r tür özetine dönüşecek
ve küçük adam burada yaşadığı kah acı, kah tatlı olaylarla hayatı adım
adım öğrenerek büyüyecektir. O yüzden de ona, hayatı fetheden
anlamındaki bu anlamlı lâkabı uygun görmüştür… (turkcealtyazi.org’den)
Öncelikle filmin süresinin yaklaşık 2,5 saat olduğunu söylemeliyim ama
zamanınızı ayarladıktan sonra bu süre su gibi akacaktır ve hatta zaman
zaman ara verip tekrar dönme lüksünüz bile var, filmde oynadığınızı
hissedip boşlukları kendinize göre ayarlayabilirsiniz çünkü ;)
Filmde öncelikle doğaya bayılacaksınız, tamamen kırsalda, bir çiftlikte
ve dört mevsimi dolu dolu yaşayacaksınız. Bir filmde herkesin kendine
göre olmazsa olmazları vardır, geçen bir paylaşımın altında arkadaşlar
görüşlerini belirtmişti; burada da bu vazgeçilmezlerden biri olan sahne
seçimini en doğru haliyle göreceğinizi düşünüyorum.
Yaşlı baba
rolündeki Max von Sydow’ın performansına bayılacaksınız. Onu bir çoğumuz
usta yönetmen Ingmar Bergman ile olan çalışmalarından da
hatırlıyoruzdur ve bu filmdeki performansı ile de 1989 da aday
gösterildiği Oscar’ı belki alamadı(Dustin Hoffman-Rain Man) ama film en
iyi yabancı film ödülünü aldı…
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/472503592783259/
19. yüzyılın sonları... Kuzeyin soğuk ülkesi İsveç’te halk açlık ve işsizlikten kırılmaktadır. Çaresizlik içindeki bir grup İsveçli, bulabildikleri bir takaya atlayarak Danimarka’nın Bornholm adasına gelirler. İş bulabilme imkanları açısından İsveç’e göre bir gömlek daha iyi durumdaki bu komşu ülkeye ayak basanlar arasında, tekne kazıntısı küçük Pelle ve onun dedesi olacak yaştaki babası Lasse de vardır.
Eşini daha ülkesindeyken yoksulluğun doğurduğu hastalıklarda yitirmiş olan yaşlı baba ile yetim oğlu, ırgat pazarında yaptıkları türlü cambazlıklardan sonra, bölgenin en büyük toprak ağalarından birinin çiftliğinde iş bulmayı başarırlar. Uçsuz bucaksız tarlalara sahip olan bu çiftlik, zamanla Pelle için dünyanın bi
r tür özetine dönüşecek ve küçük adam burada yaşadığı kah acı, kah tatlı olaylarla hayatı adım adım öğrenerek büyüyecektir. O yüzden de ona, hayatı fetheden anlamındaki bu anlamlı lâkabı uygun görmüştür… (turkcealtyazi.org’den)
Öncelikle filmin süresinin yaklaşık 2,5 saat olduğunu söylemeliyim ama zamanınızı ayarladıktan sonra bu süre su gibi akacaktır ve hatta zaman zaman ara verip tekrar dönme lüksünüz bile var, filmde oynadığınızı hissedip boşlukları kendinize göre ayarlayabilirsiniz çünkü ;)
Filmde öncelikle doğaya bayılacaksınız, tamamen kırsalda, bir çiftlikte ve dört mevsimi dolu dolu yaşayacaksınız. Bir filmde herkesin kendine göre olmazsa olmazları vardır, geçen bir paylaşımın altında arkadaşlar görüşlerini belirtmişti; burada da bu vazgeçilmezlerden biri olan sahne seçimini en doğru haliyle göreceğinizi düşünüyorum.
Yaşlı baba rolündeki Max von Sydow’ın performansına bayılacaksınız. Onu bir çoğumuz usta yönetmen Ingmar Bergman ile olan çalışmalarından da hatırlıyoruzdur ve bu filmdeki performansı ile de 1989 da aday gösterildiği Oscar’ı belki alamadı(Dustin Hoffman-Rain Man) ama film en iyi yabancı film ödülünü aldı…
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/472503592783259/
22 Eylül 2012 Cumartesi
Et maintenant on va où? / Where Do We Go Now? / Peki şimdi nereye? (2011) – Nadine Labaki
“Burada anlatacağım hikâye, dinlemek isteyen herkes içindir. Bu hikâye,
oruç tutanların, dua edenlerin... Mayınlarla çevrilmiş yalnız bir
köyün... Kızgın güneş altında kalpleri kırılmış iki grubun… Bir haç veya
bir hilal uğruna kanlanmış ellerin... Geçmişi dikenli teller ve
silahlarla çevrili, barışı seçmiş bu yalnız yerin hikâyesidir. Bu
siyahlı kadınların uzun bir hikâyesidir… Ne parlak yıldızlar, ne de
yanan çiçekler. Külden kararmış gözler. Cesaretlerini göstermek için
kader tarafından yönetilen kadınlar…”
Filmin hemen girişindeki
açıklama bu yazdıklarım… Savaşın hiç durmadığı bu topraklarda barış için
yapılan uğraşları anlatan bir film…
Filmin senaristi,
yapımcısı ve yönetmeni olan Lübnan’lı Nadine Labaki aynı zamanda baş rol
oyuncumuz. Daha önceki filmi olan Karamel’in 2011 Toronto Halk Ödülünü
alması ve sonrasında gelen olağanüstü başarısı sonrası bu filminde
dinsel çatışmaları ve savaşın anlamsızlığını kadınların zekası üzerinden
eleştiriyor.
Film Lübnan’da Müslümanların ve hıristiyanların
bir arada yaşadı küçük bir köyde geçiyor. Huzur içinde yaşayan bu köyde
dışarıdan gelen çatışma haberleri erkekleri huzursuz etmeye başlar ve
dengeler bozulmak üzeredir. Erkeklere hakim olma görevi ise kadınlara
düşmektedir ve ne pahasına olursa olsun buna izin verilmeyecektir.
Komedi unsurlarının ön plana çıktığı ama aslında bir dram olan bu filmi keyifle izleyeceğinizden eminim ;)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/471923582841260/
“Burada anlatacağım hikâye, dinlemek isteyen herkes içindir. Bu hikâye, oruç tutanların, dua edenlerin... Mayınlarla çevrilmiş yalnız bir köyün... Kızgın güneş altında kalpleri kırılmış iki grubun… Bir haç veya bir hilal uğruna kanlanmış ellerin... Geçmişi dikenli teller ve silahlarla çevrili, barışı seçmiş bu yalnız yerin hikâyesidir. Bu siyahlı kadınların uzun bir hikâyesidir… Ne parlak yıldızlar, ne de yanan çiçekler. Külden kararmış gözler. Cesaretlerini göstermek için kader tarafından yönetilen kadınlar…”
Filmin hemen girişindeki açıklama bu yazdıklarım… Savaşın hiç durmadığı bu topraklarda barış için yapılan uğraşları anlatan bir film…
Filmin senaristi, yapımcısı ve yönetmeni olan Lübnan’lı Nadine Labaki aynı zamanda baş rol oyuncumuz. Daha önceki filmi olan Karamel’in 2011 Toronto Halk Ödülünü alması ve sonrasında gelen olağanüstü başarısı sonrası bu filminde dinsel çatışmaları ve savaşın anlamsızlığını kadınların zekası üzerinden eleştiriyor.
Film Lübnan’da Müslümanların ve hıristiyanların bir arada yaşadı küçük bir köyde geçiyor. Huzur içinde yaşayan bu köyde dışarıdan gelen çatışma haberleri erkekleri huzursuz etmeye başlar ve dengeler bozulmak üzeredir. Erkeklere hakim olma görevi ise kadınlara düşmektedir ve ne pahasına olursa olsun buna izin verilmeyecektir.
Komedi unsurlarının ön plana çıktığı ama aslında bir dram olan bu filmi keyifle izleyeceğinizden eminim ;)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/471923582841260/
19 Eylül 2012 Çarşamba
Mississippi Burning / Mississipi Yanıyor (1988) - Alan Parker
1988
ABD yapımı. Yönetmeni Alan Parker. Başlıca rollerde Gene Hackman,
Willem Dafoe ve Francis McDormand gibi üst düzey oyuncular var. 1964
yılında yaşanmış bir olaydan uyarlanan film tek kelimeyle bir başyapıt.
1988
ABD yapımı. Yönetmeni Alan Parker. Başlıca rollerde Gene Hackman,
Willem Dafoe ve Francis McDormand gibi üst düzey oyuncular var. 1964
yılında yaşanmış bir olaydan uyarlanan film tek kelimeyle bir başyapıt.
Alan Parker "Midnight Express" gibi bizi üzen bir filmle Dünya çapında
ün kazandıysa da, art arda çektiği "Birdy" ve "Angel Heart" gibi iki
muhteşem filmle kalbimi kazanmayı ve 2003'te çektiği son filmi "The Life
Of David Gale" ile de kalbimdeki yerini sağlamlaştırmayı bildi.
"Mississpi Burning" ise bence en iyi filmi.
1964 yılında ırkçı
geçmişiyle ünlü Mississippi'de ırkçılık karşıtı çalışmalar yapan üç
sivil haklar savunucusu Klu Klux Klan tarafından öldürülür. Bu üç
kişinin aniden ortadan kaybolması üzerine FBI bölgeye iki ajan gönderir.
Ajanlardan biri yaşlı ve deneyimli, diğeri ise genç ve idealisttir. Her
ikisi de olayın kendi yöntemleriyle çözülmesinden yanadır. Ancak
aralarındaki bu görüş ayrılığı tek sorunları değildir. Geldikleri
kasabada inanılmaz bir düşmanlık ve kanun tanımazlık onları
beklemektedir. Çevrede yaşayan siyahların içinde bulundukları korku ve
dehşet ortamı hayret uyandıracak boyutlardadır. Bu iki adam ise olayı
aydınlatma hususunda son derece kararlıdır ve bunun için her yola
başvuracak kadar da gözü pektirler. Küçük çaplı bir araştırma ile
başlayan olaylar zinciri gittikçe karmaşıklaşır ve büyük bir kaosa neden
olur.
Her şeyiyle dört dörtlük bir film. Irkçılık karşıtı
filmlerin en iyilerinden. Bu filmi izleyip de ırkçılardan nefret etmemek
neredeyse imkansız. Çok iyi çekilmiş ve çok iyi oynanmış bu çok önemli
ve kaliteli filmi herkese tavsiye ediyorum...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/470775359622749/
15 Eylül 2012 Cumartesi
The Station Agent / Hayatın İçinden (2003) - Thomas McCarthy
" The Station Agent "2004 yılında Bafta ve Sundance festivalleri de dahil toplamda 25 ödül kazanmış bir yapım. 1,34 cm boyundaki kahramanımız Fin, az konuşan tek tutkusu trenler olan yalnız ve kendine yeten biri. En yakın arkadaşı ve işvereni öldüğünde kendisine içinde eski bir tren istasyonu bulunan bir arazi bırakıyor. İnsanlardan uzak olmayı isteyerek gittiği yerde konuşkan ve iletişim delisi Joe ve kaybettiği çocuğunun acısıyla baş etmeye çalışan Olivia ile istemeden de olsa iletişime geçmek zorunda kalıyor. Bir anlamda farklı nedenlerle yalnızlık çeken bu üç insan, kurdukları dostlukla hayatlarına ortak bir renk getiriyorlar adeta. İyi senaryo, abartısız oyunculuk, sıcak bir film. Dostluğun altını çizmesiyle iyi hissettiriyor, iyi geliyor:))) HÖ
Amerikan Bağımsız Sinema'sının en şık örneklerinden biri.. Kesinlikle tavsiye ederim... SB
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/469292419771043/
4 Eylül 2012 Salı
Il Postino / The Postman / Postacı (1994) - Michael Radford
1994
yılı Fransa, İtalya, Belçika ortak yapımı. Yönetmeni Michael Radford.
Oscar tarihinde en iyi yabancı film Oscar’ı dururken en iyi film
Oscar’ına aday olabilmeyi başarmış çok az sayıdaki yabancı filmden biri…
1994
yılı Fransa, İtalya, Belçika ortak yapımı. Yönetmeni Michael Radford.
Oscar tarihinde en iyi yabancı film Oscar’ı dururken en iyi film
Oscar’ına aday olabilmeyi başarmış çok az sayıdaki yabancı filmden biri…
Bazen sadece keyif almak için film izlersiniz. Mesaj kaygısı
gütmeden, anlamak için zorlanmadan, filmin sizi alıp götürmesini
isteyerek… İşte bu film tam da bu türden… Ağzınızda kocaman bir
gülümseme ve kalbinizde sevgiden başka bir duyguya yer olmadan dolu dolu
izleyeceğiniz, size iyi hissettirecek bir film… İzledikten sonra uzun
süre aklınızdan çıkmayacak, her hatırladığınızda içinizi ısıtacak, izler
izlemez birilerine tavsiye etmek isteyeceğiniz bir film… Sinemada
gitmiştim bu filme, film bittikten sonra herkesin salondan gülümseyerek
ve neşe içinde çıktığını hatırlıyorum.
1950’li yıllar… Şili’li
komünist şair Pablo Neruda siyasal nedenlerle ülkesi dışında ve belirli
bir yerde uzun süre kalamadan, sürekli yer değiştirerek yaşamaktadır. Bu
kez İtalya’da küçük bir adayı kendisine mesken tutmuştur.
Neruda ile, ona mektuplarını getiren ve bisikletiyle gezen ince ruhlu
postacı Mario arasında bir dostluk gelişir. Mario, Neruda’dan aldığı
ipuçlarıyla içindeki şairi ortaya çıkaracak ve güzeller güzeli
Beatrice’in kalbini kazanmayı başaracaktır. Filmin mottosu da budur
zaten; şiir, onu yazanın değil, ona ihtiyacı olanındır… Neruda bir
yandan şiirleri ve söylemleriyle Mario’yu zenginleştirirken, bir yandan
da ona komünist fikirlerini de işlemekte ve kendisini geliştirmesine
büyük katkı sağladığı genç adamın gözünde gittikçe büyümektedir. Ne var
ki, Neruda’nın ayrılma vakti gelmek üzeredir...
Mario’nun
sempatik hallerine bayılacaksınız, naif kalbinin güzelliği, sıcak
tavırları ve Beatrice ile yaşadığı sımsıcak aşk sizi büyüleyecek. Bu
kadar sevimli, sıcak ve izleyicide yakınlık duygusu uyandıran film
karakteri sayılıdır. Mario karakterini olağanüstü bir başarıyla
canlandıran aktör Massimo Troisi'nin bu filmin çekimlerinden kısa bir
süre sonra henüz 41 yaşındayken geçirdiği bir kalp krizi sonucu yaşamını
yitirmesine çok üzülmüştüm.
Çok iyi bir film bu, izleyin,
size çok iyi geleceğini garanti ederim. Bir saat kırk beş dakika boyunca
mutlu olmak istiyorsanız, izleyin…
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/464881460212139/
3 Eylül 2012 Pazartesi
Jeanne Dielman, 23 Quai du Commerce, 1080 Bruxelles (1975) – Chantel Akerman
Tek kelimeyle muazzam bir film. Bulaşıkları yıkayan, yemek yapan, komşusunun çocuğu ile ilgilenen, para karşılığı erkeklerle birlikte olan, oğlunu karşılayan, onunla yemek yiyen, garip ve zorlama bir şekilde sohbet eden ve bunu her gün ama her gün tekrarlayan bir kadın. Filmde bir kadının 3 gününü izliyoruz neredeyse tam
Tek kelimeyle muazzam bir film. Bulaşıkları yıkayan, yemek yapan, komşusunun çocuğu ile ilgilenen, para karşılığı erkeklerle birlikte olan, oğlunu karşılayan, onunla yemek yiyen, garip ve zorlama bir şekilde sohbet eden ve bunu her gün ama her gün tekrarlayan bir kadın. Filmde bir kadının 3 gününü izliyoruz neredeyse tam
zamanlı olarak. Günlük rutini takip etmek insana daral getiriyor tam
anlamıyla. Bu filmin değil, takdir edersiniz ki kadının hayatının
sıkıcılığından kaynaklı bir durum. O da sonunda buna isyan ediyor ama
bunu öyle bir şekilde yapıyor ki içiniz acıyor. Zararı -bir başkasının
yanında- esas olarak yine kendisine veriyor.
Çok da fazla bir şey yazmak içimden de gelmiyor. Onun yerine Ayşe Özek Karasu'nun şu sözlerini paylaşayım; "SIMONE de Beauvoir'a göre temizlik, erkek egemen düzenin kadınlara karşı kurduğu kahpece bir kumpastı. Amaç, kadını iş hayatından ve ev dışındaki güçlü dünyadan uzak tutarak düzenin tek efendisi olmaktı. Beauvoir ve diğer tüm feministlere göre, ev işi kadını alçaltan bir eylemdi."
Mutlaka görün, çok etkilenecek ve çok seveceksiniz bu filmi.
Çok da fazla bir şey yazmak içimden de gelmiyor. Onun yerine Ayşe Özek Karasu'nun şu sözlerini paylaşayım; "SIMONE de Beauvoir'a göre temizlik, erkek egemen düzenin kadınlara karşı kurduğu kahpece bir kumpastı. Amaç, kadını iş hayatından ve ev dışındaki güçlü dünyadan uzak tutarak düzenin tek efendisi olmaktı. Beauvoir ve diğer tüm feministlere göre, ev işi kadını alçaltan bir eylemdi."
Mutlaka görün, çok etkilenecek ve çok seveceksiniz bu filmi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)