28 Mart 2012 Çarşamba

Léolo (1992) - Jean-Claude Lauzon

 

Gecenin ortasında tek başına, küçük Léo, hatıralar, düşler ve kâbuslar sandığını açar. Diline doladığı temel mantık, 'Hayal ediyorum, demek ki yokum'dur. İlginçlikle delilik arasında bir yerde duran ailesiyle kuşatılmış Léo, kendi hayaller girdabının hem efendisi hem de kurbanı olarak bir düşler ve takıntılar dünyasına kaçar. Düş dünyasında, güneşin ya da muzır bir Sicilyalı köylünün spermini taşıyan bir domatesin oğlu olduğundan emin, kendisine Léolo adını takar. (www.turkcealtyazi.org'den)

Leolo.. "Düşlediğim için, ben ben değilim.." Hani bazı filmleri izledikten sonra anlatacak söz bulamazsınız, kelimeler kifayetsiz kalır ya bu da onlardan biri benim için. Çok güzel bir masal ya da uzun soluklu bir şiir bu, en şahanesinden. Bu kadar geç haberdar olduğum, böylesine geç izlediğim için çok üzgünüm. Filmle ilgili çok şey söylemiyorum, her yanıyla harika, sadece müziğin Tom Waits'e ait olduğunu, Mick Jagger'ın da katkıda bulunduğunu belirteyim.. (SB)

26 Mart 2012 Pazartesi

Win Win / Kazananlar Kulübü (2011) - Thomas McCarthy

 

Bugüne kadar çektiği üç filmde de farklı, kan bağı olmayan, herhangi bir geçmişleri de olmayan insanların bir araya gelip gayet mutlu mesut yaşayabileceklerini anlattığı filmleriyle tanınan Thomas McCarthy aslında Amerika’da tanınan bir oyuncu. George Clooney’nin oynadığı ya da bir şekilde alakası olduğu filmlerde boy göstermesinden tanıdığım, daha sonra sinema işini biraz da kameranın öteki tarafında icra etmek üzere yönetmen koltuğuna oturup The Station Agent’ı çeken McCarthy, ilk filmiyle oldukça sükse yapmıştı. En az ilki kadar başarılı ikinci filmi olan The Visitor’da da çizgisinden ödün vermeyip Oscar’a dahi aday olmuştu. Geçtiğimiz sene çektiği Win Win ise kendisinden bir kez daha söz ettirse de öyle görünüyor ki McCarthy, ivmesinde bir düşüş yaşıyor olabilir.
Bir avukat, bir güreşçi koçu ve para kazanmak uğruna daha başka işler yapan iki çocuk babası Mike’ın (Paul Giamatti) hikayesini izlediğimiz Win Win, klişe Hollywood başarı hikayelerini andırmakla birlikte az da olsa bağımsız yapım olmasının getirdiği faydayla benzerlerinden bir adım öne çıkıyor. Avukatlığını yaptığı demans hastası Leo’nun (Burt Young) aynı zamanda bakıcılığını üstlenen fakat vakit kaybetmemek için onu bir huzurevine yatıran Mike, bu yolla Leo’nun parasını yemektedir. Bir gün çıkagelen Leo’nun gizemli torunu Kyle (Alex Shaffer) başlarda Mike ve eşi Jackie’ye (Amy Ryan) sorun çıkaracakmış gibi gözükse de güreşteki başarısı sebebiyle Mike’ın dikkatini çeker ve onun himayesinde yaşamaya başlar. İşin içine Leo’nun paragöz kızı, Kyle’ın da sorumsuz annesi Cindy (Melanie Lynskey) de girince tüm olaylar bir ahlak meselesine dönüşür.
Öncelikle bu filmin bir komedi filmi olmadığını söylemem gerekiyor. Mike’ın arkadaşı Terry rolünde karşımıza çıkan Bobby Cannavale’in karakteri dışında seyirciye tebessüm ettirecek hiçbir karakter ya da durum söz konusu değil. Yine de Terry karakterinin biraz abartılı yaratıldığını düşünmekteyim. Zaten filmin genelinde seyirciyi güldürmekten ziyade zorlu başarı öyküsü ve aile dramı anlatarak huzursuzluk ve heyecan yaratma amacı güdülüyor. Daha önce de belirttiğim gibi pek çok Hollywood kahramanlık ve başarı öyküsünde olduğu gibi işliyor olaylar, yine aynı o filmlerde olduğu gibi sporcuların özel hayatlarındaki çalkantılarla hikaye doldurulmaya çalışılıyor. Amerikanlar bu tür senaryolar yazmaktan ne zaman vazgeçecek bilinmez ama artık aynı malzeme üzerinden bir yerlere gelinmeye çalışılması seyirciyi pek de hoşnut etmiyor kanaatimce. Belki Amerikanların gündelik yaşantılarındaki başarısızlıklarından ötürü bu tür hikayeler izlemek hoşlarına gidebilir ama dünya sinemasına baktığımızda belli kaygılar güden sektörlerin bu tür yapımlardan ellerinden geldiğince uzak durduklarını biliyoruz. Öyküde ilgi çekici bir yön olmamakla birlikte diyaloglar konusunda da seyircinin hoşuna gidebilecek bir aykırılık görülmüyor Win Win’de. Senaryo dahilinde hoşuma giden tek şey Mike karakterinin diğer başarı filmlerine kıyasla “mükemmel” olarak yaratılmamış olması. Win Win’in aykırılığı ve ilgi çekiciliği de bu noktada kendini gösteriyor zaten. Sorumsuz anne, sorunlu ergen, mükemmel bir eş (Jackie), çatlak bir arkadaş gibi klişe tiplemelerin yanında kusursuz bir sporcu koçu beklerken attığı adımlarda aksaklıklar yaşayan, sorumsuz bir erkek portresi yaratılmış. Tabii tahmin edebileceğiniz üzere anlatılan hikayenin sonunda bu karakterdeki değişimler anlatılıyor ve mutlu bir final ile Win Win noktalanıyor.
Senaryodaki hoşnutsuzluğumu kapatan şey ise filmin oyuncuları oldu. Paul Giamatti’nin oyunculuğunu ne kadar çok beğendiğimi belirtmeme gerek yok sanırım. Önceki performanslarında olduğu gibi Win Win’de de kim olduğunu gösteriyor usta oyuncu. Aynı şekilde filmde dikkat çeken isimlerden Amy Ryan’ın yeteneklerini sorgulamak da manasız geliyor bana. Filmde önemli bir rol üstlense de onca dramatik karakterin içinde komik olmaya çalışan Terry’yi canlandıran Bobby Carnavale’in performansını ise olumlu karşıladığımı söyleyemeyeceğim. Gerçi bu düşüncemin sebebi Carnavale’in kendisinden mi kaynaklanıyor yoksa gereksiz bulduğum Terry karakterine olan antipatimden mi; emin değilim.
Özellikle okyanusun ötesindeki senaristler ve eleştirmenlerce beğenilen senaryosunu zayıf bulduğum fakat benzer filmlerin söz konusu topluluklarca her daim ön plana çıkarıldığını bildiğim için seyir zevkimde sorun aramadığım bir film oldu Win Win. Eğer Thomas McCarthy’nin önceki iki filmini izleyip beğendiyseniz bu filmi izlemenizi öneririm. Belki The Station Agent kadar beğenmeyeceksiniz ama “hep beraber mutlu yaşayabilen farklı insanlar” konseptinden hoşnut kalma ihtimaliniz yüksek. Bu yönüyle de oldukça sıcak bir film Win Win. (www.sinemakulubu.com'dan)

https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/376156619084624/
Russkiy Kovcheg / El arca rusa / Russian Ark / Rus Hazine Sandığı (2002) - Aleksandre Sokurov

 

Aleksandr Sokurov, bu filmle, sinema tarihinin en inanılmaz teknik başarılarından birine imza attı; film, St. Petersburg’da bulunan dünyanın en büyük müzesi Hermitaj’ın (Kışlık Saray da içindedir) 33 odasının dolaşıldığı 95 dakikalık tek bir plan olarak çekildi. Kısmen şatafatlı bir geçit töreni ve müze turu, kısmen lunapark gezisi ve tarih üzerine bir tefekkür olan film, görüş alanı dışındaki Sokurov’un, perdede görünen 19. yüzyıldan gelme bir Fransız diplomatla (görünüşe göre, Custine Markisi Astolphe’dan esinlenilmiş) süregelen diyaloğu eşliğinde, Hermitaj Müzesi’nin odalarını dolaşırken ve hatta zaman zaman dışına da çıkarken, Çarlık Rusyası’nın iki yüzyılını da kapsar.

Sokurov, dünyanın belki de yegâne kurgulanmamış, tek plan çekimli filmini ve bugüne kadar steadicam’la çekilen en uzun sekansı (anlatılanlara göre tüm katılımcıların uzun ve ayrıntılı provalarından sonra, sekansı çekmeye daha önce sadece bir kez girişilmiş ve dışarıda hava sıcaklığı sıfırın altında olduğu için başarısız olunmuş) gerçekleştirmek için 2000’e yakın oyuncu ve figüranın yanı sıra üç canlı orkestra kullanmış. Rus Hazine Sandığı, ayrıca 35mm’ye aktarılmadan önce, film ya da kaset yerine taşınabilir bir sabit diske kaydedilen ilk sıkıştırılmamış yüksek çözünürlüklü (high-definition) film. Filmin bu özelliği Sokurov’u, daha önce Tikhiye Stranitsy (Fısıldayan Sayfalar, 1993) ve Mat i syn (Ana ve Oğlu, 1997) gibi filmlerinde görüntüleri bozarak ve perspektifle oynayarak yaptığı yaratıcı deneyler de hesaba katıldığında, bir tür 19. yüzyıl modernisti; ve çok farklı bir biçimde de olsa, Manoel De Oliviera gibi, keskin bir geçmiş duygusuyla bunu son derece çağdaş bir yolla izleyiciye iletme duygusunu birleştiren bir yönetmen konumuna yerleştiriyor.

Bir eleştirmenin ileri sürdüğü gibi, Rus Hazine Sandığı, Oktyabr’ın (Ekim, 1927) tam karşıtı bir film; Kışlık Saray’ı devasa bir dekor olarak kullanmasıyla, Sergey Ayzenştayn’ın montaja bel bağlayan tekniğine meydan okuyor. Kısacası, bu muhteşem başarının boyutlarını daha yeni yeni kavramaya başlıyoruz; yine de şunu eklemek gerekir ki, filmin ABD gişelerindeki beklenmedik, neredeyse emsali görülmemiş başarısı, Sokurov’un teknik maharetinin, sırf sinema ya da Rusya tarihi uzmanlarınca takdir edilecek türden bir başarı olmadığına güçlü bir biçimde işaret ediyor. (www.turkcealtyazi.org'den)


https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/376042152429404/

24 Mart 2012 Cumartesi

Ali Zaoua, prince de la rue / Ali Zaua, Prince of the Street / Ali Zaoua, Sokakların Prensi (2000) - Nabil Ayouch

 

Toplumun dışladığı sokak çocuklarının yaşamları ve kaderleri yönetmenler için tükenmez bir merak kaynağı olmuştur; ve dünyanın dört bir yanında, zenginle fakir arasındaki uçurumun her geçen gün arttığı düşünülürse, yeni malzemelerin sonu hiç gelmeyecektir. Ali Zaoua, Prince de la Rue (Ali Zaoua, Sokakların Prensi) adlı filmde, hem yönetmen ve hem de senaristlerden biri olan Nabil Ayouch, acımasız Kazablanka sokaklarındaki yaşamları, çalmak, koşuşturmak ve mutlak olan ölümün bir adım önünde olmaya çalışmak üzerine kurulu olan üç evsiz Faslı çocuğun hikâyesini anlatıyor. Ölüm, dev bir "Kayıp Çocuklar" takımının kendi kendini başa geçiren zalim lideri Dib’in (Said Taghmaoui) şahsında geliyor. Dib’in sadistçe iktidar oyunları ve yerine getirdiği tehditleri, genişleyen çetesini kontrol altında tutarken, çocuklara sahip olamadıkları şeyi, yani kötü de olsa bir aileyi veriyor.

Filme adını veren karakter (Abdelhak Zhayra) filmin başlarında ölünce, arkadaşları güçlü bir denizci olma hayalleri kuran çocuğu uygun şekilde gömmek için çabalıyor. Yaşarken asla ulaşamayacağı hayaline ölümünde ulaşmasını sağlayarak Ali’yi onurlandırmak istiyorlar. Büyük oranda amatör oyuncularla çalışan Ayouch, metanet ve sefaleti rahatsız edici oranda gerçekçi olan filmle, güçlü bir belgesel hissi vermeyi başarıyor. Genç Ali’nin hayalleri, görüntü yönetmeni Vincent Mathias’ın büyük başarıyla yakaladığı ve zaman zaman beklenmedik güzelliklerle (ışıltılı ve zifiri gökyüzü gibi) yumuşattığı, kasvetli gerçeklerini etkisizleştiren parlak ve renkli animasyonlarla görüntüleniyor. Filmi böylesine güçlü kılan şey, Ayouch’un karakterlerinin zorlu yaşamlarını, bir yanda mizah, diğer yanda sakınmasız bir duygusallıkla başarılı bir şekilde karıştırması. Ayouch sizi üzmek istiyor, sizi üzmeye ka¬rarlı ve bunu başarıyor. Genç oyuncu kadrosunun kederli bakışlarının, sert dış görünüşlerinin altından kendini hissettiren dipsiz hüzünlerinin ve hayattan bezmişliklerinin bu konuda ona çok büyük yardımı dokunuyor. Ali’nin genç arkadaşlarından birinin, çatlak ve çatallı çocuk sesiyle geleneksel bir ağıt yaktığı sahne, izleyiciyi sadece üzmekle kalmıyor, derinden sarsıyor. Ali Zaoua, dünyanın hem hızla yaklaşmakta olduğumuz yakın geleceğinin habercisi, hem de bugününü anlatan bir film. (www.turkcealtyazi.org'den)


https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/374842819216004/

14 Mart 2012 Çarşamba

Who's Afraid of Virginia Wolf? / Kim Korkar Hain Kurttan (1966) - Mike Nichols

 

1966 ABD yapımı dramatik filmdir. Özgün adı Who's Afraid of Virginia Woolf? olan film Türkiye'de ilk kez 30 Ocak 1967'de sinemalarda gösterime girmişti.Senaryosunu Edward Albee'nin 1962 tarihli Tony ödüllü aynı adlı Broadway oyunundan Ernest Lehman'ın uyarlayıp yazdığı filmi Mike Nichols yönetmiştir. Ernest Lehman'ın aynı zamanda filmin yapımcılığını da üstlendiği bu film sinemadaki en iyi tiyatro uyarlamalarından biri olarak kabul edilmektedir. Bunda Alman asıllı yönetmen Nichols'un tiyatro kökenli olmasının da büyük payı vardır. Film Mike Nichols'un sinemadaki ilk yönetmenlik denemesidir. Başlıca rollerinde Elizabeth Taylor, Richard Burton, George Segal ve Sandy Dennis'in oynadıkları, sadece bir iki mekânda ve dört kişi arasında geçen film uyarlandığı oyunun ruhuna uygun olması için özellikle siyah beyaz çekilmiştir. Filmin siyah beyaz görüntüleri Haskell Wexler 'e aittir. Filmin Grammy ödülü ve Oscar'a aday gösterilen özgün müziğini ise Alex North yapmıştır.

Orta yaşlı bir karı kocanın ızdırap verici aşk-nefret oyunlarının içerisine yeni tanıştıkları genç bir çifti de çekmeleri ve alkolün de körüklediği sabaha dek süren fırtınalı zaman zaman da gülünç bir didişme, acı çektirme oyunu sonunda içlerindeki her şeyi ortaya dökmeleri anlatılmaktadır. Cinsel imalarla dolu küfürlü dili filmin çevrildiği yıllarda sinemada alışılmadık bir şeydi ve o yıl değişen film derecelendirme sistemi sayesinde birçok salonda gösterilebildi. Bugün birçok filmde çok daha ağırlarının sıklıkla işitildiği ve artık kanıksanan küfürlü diyaloglar ABD'de ilk kez bu filmde geniş biçimde yer almıştı. Film 5 Oscar ödülünden başka aralarında 3 BAFTA ödülünün de bulunduğu 13 ödül daha kazanmıştır. Nichols bu filmde kaçırdığı En İyi Yönetmen Akademi Ödülü'ne bir sonraki filmi olan 1967 tarihli Aşk Mevsimi (The Graduate) ile kavuşacaktır. Tüm ana karakterlerinin ve sanatsal kadrosunun topluca Oscar'a aday gösterildiği tek film olma gibi bir rekora da sahiptir.

Filmin uyarlandığı Edward Albee'nin oyunu, Broadway'den sadece 1 yıl sonra Türkiye'de Kenter Tiyatrosunda 1963-1964 sezonunda "Kim Korkar Hain Kurttan" adı ile sahnelenmişti.

2007 yılında Amerikan Film Enstitüsü filmi "Tüm zamanların en iyi filmleri" sıralamasında 67.ci sırada ilan etti.

Çekimlere Oscar ödüllü görüntü yönetmeni Harry Stradling Sr. ile başlanmıştı. Ancak Stradling'in sürekli olarak Elizabeth Taylor'ı olduğundan daha güzel göstermek için özel çaba sarfettiği anlaşılınca görevine son verildi ve yerine Haskell Wexler getirildi. Liz Taylor yaşlanmakta olan bir ev kadınını canlandırdığı bu film için özellikle 15 kilo almıştı ve çok güzel görünmemesi gerekiyordu.

Filmin o zamana kadar sinemada hiç duyulmamış derecede cinsel göndermeler taşıyan küfürlü bir dil içermesi filmin sinemalarda gösterilmesi ile ilgili sorun yarattı. Sadece bu film için MPAA eski film derecelendirme sistemini terkederek yeni bir sınıflandırma sistemini (G-M-R-X derecelendirmesi) devreye soktu. Bunun üzerine Warner Bros. yetkilileri filmin gösterimine izin alabilmek için bazı ufak tefek değişiklikleri yapmayı kabul ettiler. Örneğin bugün için artık çok hafif kalan "screw you" kelimesini filmden çıkarttılar, tanıtım afişlerine de uyarı ibareleri koydular. Bu yeni derecelendirme sistemine ilk kez tabi tutulan diğer bir önemli film de Michaelangelo Antonioni'nin 1966 tarihli Cinayeti Gördüm (Blow-Up) filmiydi. (www.turkcealtyazi.org^den)


https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/368649056502047/
The Apartment / Garsoniyer (1960) - Billy Wilder

 

Altı Oscar Ödüllü yönetmen Billy Wilder'in yönetmenliğini yaptığı 1960 çıkışlı sinema filmi "The Apartment" (Garsoniyer), 'En İyi Film', 'En İyi Yönetmen', 'En İyi Senaryo', 'En İyi Film Düzenleme' ve 'En İyi Set Dekorasyon' dallarında Oscar Ödülü'ne layık görülürken, 'En İyi Kadın Oyuncu' ve 'En İyi Erkek Oyuncu' da dahil olmak üzere toplam beş dalda Oscar adayı oldu. İki Oscar Ödüllü Amerikan aktör Jack Lemmon ve Oscar Ödüllü Amerikan aktris Shirley MacLaine'nin başrollerini paylaştıkları yapımda Amerikan aktör Fred MacMurray, Edie Adams, Ray Walston ve Johnny Seven rol alıyor.

Baxter, büyük bir sigoorta şirketinin 19. katında, 100 Dolar'lık haftalıkla çalışan sıradan bir işçidir. Lakin genç adamın yükselme gibi bir hayali vardır ki, bu hayal özel hayatını tok ederken, evini 'garsoniyer'e çevirecektir. İş yerinin yönetim katında görev yapan dört adama, sonrasında kendisini 'yönetici' olarak önermeleri üzerinde anlaşarak, bir kaç saatliğine evini veren Baxter, ek olarak 80 Dolar olan ev kirasının sadece 60 Dolar'ını ödemektedir. Genç adamın paspasın altına bıraktığı anahtarla randevusuna göre içeri giren adamlar, en az Baxter kadar kârlıdırlar; zira kaçamak yapmak için Baxter'in evinden daha rahat, daha saklı bir mekan yoktur.

Öte yandan, bir süredir ilgi duyduğu asansör görevlisi Fran'a bir türlü açılamayan Baxter'in terfi edebilmek için katlandığı bu duruma büyük patron Jeff de eklenince durum iyice karışır. Büyük patronun iki oyun bileti karşılığında evini kiralaması sonrasında randevuları düzenlemeye çalışan genç adam, oyuna Fran'ı da davet eder. Ne var ki, genç kadının o akşam başka bir işi vardır; bu iş, sonrasında Baxter'in evinde bitecek olan randevudur. (turkcealtyazi.org'den)


https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/368601976506755/

10 Mart 2012 Cumartesi

Stalag 17 (1953) - Billy Wilder

 

1906 ile 2002 tarihleri arasında yaşamış olan usta yönetmen Billy Wilder'in yönetmenliğini yaptığı sinema filmi "Stalag 17", 1953 senesinde gösterime girdi. Donald Bevan ile Edmund Trzcinski'nin oyunundan uyarlanan film, 2 Milyon Dolar'dan az bir bütçeyle Amerika'da çekildi. En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar Ödülü kazanan film, En İyi Yönetmen ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dallarında Oscar adayı oldu. Senaryosu Wilder ile Edwin Blum tarafından yazılan yapımın düzenlemelerini George Tomasini, sanat yönetmenliğini Franz Bachelin ile Hal Pereira, dekoratörlüğünü Sam Comer ile Roy Moyer, müziklerini ise Leonid Raab yaptı. Filmde 1981 senesinde yaşamını yitiren Oscar Ödüllü aktör William Holden, Don Taylor, üç defa Oscar'a aday gösterilen aktör Otto Preminger, Harvey Lembeck, Neville Brand, Peter Graves, Michael Moore, Gil Stratton, Sig Ruman, Robert Strauss ve Richard Erdman gibi isimler rol alıyor.

İkinci Dünya Savaşı'na dair yüzlerce sinema filmi çekildi. Wilder'in "Stalag 17" adlı eseri de bu filmlerden biri. Nazi askerlerinin esir kampına düşen bir grup Amerikan askerinin trajikomik öyküsünü anlatan "Stalag 17", seyircisine güzel bir 120 dakika sunuyor.

Tuna nehri yakınlarındaki Amerikalı havacılarının kaldığı esir kampı Stalag 17'den kaçmaya çalışanlardan hiç kimse başarılı olamamıştır. Aralarında bilmedikleri bir casus, olan biten herşeyi (tünelleri, kaçma planlarını) daha olmadan Alman askerlerine yetiştirmektedir. Yüzbaşı Dunbar, esir kampına geldiğinde askerler, onu ele vermeden muhbiri açığa çıkartmalı ve SS subayları onu almaya gelmeden kamptan kaçırmalıdırlar.

Almanlarla iyi geçinen biri üstünde kuşkular yoğunlaşır ve birgün onu hep birlikte döverler ama o suçsuzdur ve suçsuz olduğunu da ancak asıl casusun ortaya çıkmasıyla kanıtlayacağını bilmektedir. Barakalarında yaşanan bir dizi ilginç olay onun dikkatinden kaçmaz. Kısa bir süre sonra casusun kim olduğunu öğrenir. Yüzbaşı Dunbar'ın kamptan kaçırılması için onu kullanmaya karar verirler. (www.turkcealtyazi.org'den)


https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/366357680064518/

9 Mart 2012 Cuma

Some Mother's Son / O da Bir Ana (1996) - Terry George


Bugün İngiliz emperyalizmine boyun eğmektense kendini feda etmeyi tercih eden ölüm orucu direnişçisi Bobby Sands'in doğum günü. Benim için önemli ve anlamlı bu günde bahsi geçen ölüm orucu sürecini, evladının adım adım eriyişini izlemek ya da onu, kendi rızası dışında da olsa kurtarmak seçenekleri arasında sıkışmış bir annenin gözünden anlatan "Some Mother's Son" ya da "O da Bir Ana" filmini paylaşmak istedim. Filmde Bobby Sands'in direnişi, milletvekili seçildiği halde hapisten çıkmasına izin verilmeyişi ve yaşamını yitirişi de işlenmiş bekleneceği gibi. Kesinlikle izlenmesi gerektiğini düşündüğüm bir film.. (SB)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/365342953499324/

8 Mart 2012 Perşembe

Libertarias / Freedomfighters / Özgürlük (1996) - Vicente Aranda

 

İspanyol kadınlarının Franko faşizmine karşı örgütlendiği savaşı anlatıyor Libertarias….Tarih 19 Temmuz 1936. Barselona yakınlarında bir kasabada devrim henüz başlıyor. Genç ve masum bir rahibe olan Maria (Ariadna Gil) savaş başlayınca manastırdan kaçarak bir geneleve sığınıyor. Burada fahişeleri serbest bırakmak isteyen Libertarias adlı bir grupla karşılaşan ve insanlarla dost olan Maria, liderleriyle birlikte köle gibi diz çöküp yaşamaktansa başkaldırarak cepheye gitmeye karar veriyor. Cephede savaşın soğuk gerçekleriyle karşı karşıya kalan Maria, reformist bir rahip sayesinde (Miguel Bose) aşkı omuz omuza savaştığı arkadaşları sayesinde gerçek dostluğu öğreniyor. Çok geçmeden, bir dönem inandığı herşeyden şüphe etmeye başlayan Maria’nın öyküsü..
1996 yapımı; anarşist bir kadın grubunun sağcılarla olduğu kadar, yanyana durdukları erkeklerle ve militaristlerle mücadelesini anlatan bir film...(www.turkcealtyazi.org'den)


https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/364516126915340/
The Skin I Live in / La piel que habito / İçinde Yaşadığım Deri (2011) - Pedro Almodovar


The Skin I Live In-La Piel Que Habito-İçinde Yaşadığım Deri-2011

Bugün istemeye istemeye başladım filmi izlemeye,belki ön yargılı davranıyorum ama Banderas'ın filmlerini direk eliyordum bugüne kadar.Ancak,yine Banderas'ı bir kenara atarsak film konu itibariyle çok ilginç ve beni içine çekti...Pedro Almodovar için izledim herşeyden önce ve iyiki izlemişim,tavsiye ediyorum...


https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150628656163929&set=o.285196264847327&type=3&theater

7 Mart 2012 Çarşamba

Blindness / Körlük (2008) - Fernando Mairelles


Müthiş bir film,izlemediyseniz mutlaka izleyin derim...Film hakkındaki gerekli açıklamalara zaten ulaşırsınız...Söyleyebileceğim tek şey olaylar arasında mantık kurmaya çalışırsanız filmi kaçırırsınız ve haliyle beğenmezsiniz,çoğu eleştiri de bu yönde.Jose Saramago nun romanından harika bir uyarlama...

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150628364578929&set=o.285196264847327&type=3&theater

4 Mart 2012 Pazar

Black Mirror (2011) - Otto Bathurst / Euros Lyn

Aslında 3 bölümden oluşan bir mini dizi. 3 ayrı yönetmen tarafından çekilmiş ve başka oyuncularla oynanmış 3 ayrı öykü.

1. öyküde, İngiltere prensesi Susannah kaçırılır. Tüm ülke bu olaya odaklanır. Kaçıran kişinin prensesi bırakmak için tek bir koşulu vardır; İngiltere başbakanı canlı yayında bir domuzla seks yapacaktır.

Gerçekliği ne kadar ıskalıyoruz?

2. öyküde, çok uzak olmayan bir gelecekteyiz. İnsanlar bütün gün bisiklet pedalı çevirmekte, enerji ihtiyacı bu şekilde karşılanmaktadır. Başarılı olanların pedal çevirmek zorunda olmayanların safına geçme şansları vardır. Bu tekdüzelikte bir isyan çığlığı duyulur.

Kitleler nasıl uyutuluyor?

3. öyküde, yine çok uzak olmayan bir gelecekteyiz. İnsanların kulakların arkasına yerleştirilen bir mini aygıt sayesinde bütün yaşadıkları belleklerine kusursuz bir şekilde kaydedilmekte, diledikleri anda, diledikleri bir anılarını aynen izleyebilmektedirler. Acaba bu iyi bir şey midir?

Gerçeği bilmek özgürlük müdür?

Farklı (ve kesinlikle ilginç) bir şeyler izlemek isteyenlere...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/361968327170120/

2 Mart 2012 Cuma

I am Legend / Ben Efsaneyim (2007) - Francis Lawrence


Filmi çoğumuz izlemişizdir.Paylaşmamın nedeni içinden bir replik ile Bob Marley'i anmak,sonçta o da bir efsane...

Filmde Will Smith neden kızına Marley ismini koyduğunu anlatıyor,oyuncunun Bob Marley’i ve hatta o an dinlettirdiği şarkısı “i shot the sheriff” i duymadığını,bilmediğini anlayınca ona Bob’u anlatıyor;

Bir hayali vardı. Bulaşıcı olmasını istediği
bir fikir gibiydi.
İnsanların hayatına müzik ve aşkı sokarak ırkçılığı ve nefreti tedavi edebileceğini
düşünüyordu. Gerçekten tedavi ama.
Bir gün barış yürüyüşünde konser vermeye hazırlanıyordu.
Herifin biri evine geldi ve onu vurdu.
Bu olaydan iki gün sonra, o sahneye çıktı ve şarkısını gene söyledi.
Ona nedenini sormuştu birisi.Şöyle demişti:
"Bu dünyayı b.ka batırmaya çalışan insanlar bir gün bile mola vermiyor.Ben nasıl vereyim?"

"Karanlıkları aydınlat."
 

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150618968053929&set=o.285196264847327&type=3&theater

1 Mart 2012 Perşembe

La jetée / The Pier / İskele (1962) - Chris Marker

3. Dünya Savaşı sonrası. Harabeye dönmüş Dünya'da yer altına sığınan bir grup insan zamanda yolculuk yaptırarak Dünya'nın eski güzel günlerine bir adam gönderir. Adam orada bir kadınla tanışır, yakınlaşırlar. Takıntılı bir kişiliğe sahip olan adamın zihninde çocukluğundan kalma birtakım görüntüler vardır ve bu görüntüler yavaş yavaş anlam kazanmaya başlarken adam da paradoksal sonuna doğru ilerler...

Tamamı siyah beyaz fotoğraf karelerinden oluşan 28 dakikalık bu kısa filme dev bir başyapıt sığdırılmış. 12 Monkeys'in esin kaynağı olan bu film gerek tarzı, gerek hikayesi ve gerekse yaratmayı başardığı puslu ve tekinsiz atmosferiyle olağanüstü başarılı...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/360163244017295/