7 Aralık 2012 Cuma

Tengoku to jigoku / High and Low / Yüksek ve Alçak (1963) - Akira Kurosawa


 
Kurosawa’nın toplam 32 filmi var ve bu filmlerin arasına birçok başyapıt sığdırmayı başarmış. Zaten filmlerinin kalite grafiğinde inişli çıkışlı bir görünüm yok denecek kadar az olan, hemen hemen bütün filmleri belli bir kalite düzeyinin üstünde olan ve kötü işi olmayan bir yönetmen. Bütün başyapıtları dahil çok sayıda filmini izledim. İzlediğim filmlerinin hepsini çok sevdim ama en sevdiğim iki filmi “Rashomon” ve “Ikıru” adlı başyapıtlarıdır. Adlarını anmışken bunların mutlaka izlenmesi gereken filmler olduğunu belirtmek isterim. “Tengoku To Jıgoku” ise bir başyapıt olmasa da üst düzey kalitede ve çok sevdiğim bir film oldu.

Gondo, ülkenin en büyük ayakkabı üreticisi olan bir şirketin ortağıdır ve payları dağılmış bulunan şirkette önemli sayılabilecek bir payın sahibidir. Şirkette % 46’lık payıyla en büyük pay sahibi yaşlı bir kişi karar verme gücünü elinde bulundurmakta, bu durum gücü ellerine geçirmek isteyen diğer ortakları ve Gondo’yu rahatsız etmektedir. Bu kişiler bir araya gelerek ihtiyara karşı işbirliği yapmak isterler ve Gondo’yu da yanlarında görmek istediklerini kendisine söylerler. Gondo ise onları reddeder çünkü kendine ait bir planı vardır. Varını yoğunu, her şeyini ipotek ederek yıllarca para biriktirmiş ve bu arada bir miktar daha hisse satın almıştır. Şimdi ise elinde çok büyük miktarda nakit para vardır ve yapacağı son bir hisse alımıyla ortaklık payı ihtiyarın payını geçecek ve şirkette gücü eline geçirecek, bundan sonra kararları o verecektir. Tam da bu hisseleri satın alacağı günden bir önceki gece evinde keyifle içkisini yudumlarken telefon çalar. Telefonu açan Gondo duyduklarına inanamaz, karşısındaki ses oğlunu kaçırdığını söyleyerek fidye istemektedir. İstediği fidye miktarı inanılmazdır, bu parayı ödediği takdirde karısı ve çocuğuyla birlikte oturduğu evi dahil her şeyini kaybedecek ve beş parasız kalacaktır. Ama ödemekten başka çaresi yoktur. Tam bu sırada odaya oğlu girer. Gondo hem şaşırır hem sevinir. Bir süre sonra anlaşılır ki fidyeci yanlışlıkla Gondo’nun oğlu sanarak Gondo’nun şoförünün oğlunu kaçırmıştır. Bir telefon daha gelir, arayan yine fidyecidir. Yanlış çocuğu kaçırdığını ama şartların hala geçerli olduğunu söyler, parayı ödemezse çocuğu öldürecektir. Eve çağırdıkları polisler bu çok yüksek miktarın olağanüstü olduğunu ve işin içinde sadece para değil başka şeyler de olduğunu düşünmektedirler. Gondo bir karar vermek zorundadır, acaba şoförünün oğlunun yaşamı da onun için oğlunun yaşamı kadar değerli midir, o çocuk için de sahip olduğu her şeyden vazgeçecek midir?

Film bir polisiye ve 143 dakikalık süresine rağmen bir an bile sizi sıkmadan ve merak ve ilginizi hiç kaybettirmeden kendisini izletiyor. Ancak sıradan bir polisiye değil, karakter çalışmalarının özenle yapıldığı, insan davranış ve tepkilerinin titizlikle üzerinde durulduğu bir film. Çok kaliteli bir reji, iyi oyunculuklar, ilginç bir hikayeye sahip sağlam bir senaryo... Başta çok karmaşık görünen nakış gibi işlenmiş olay örgüsü ilmek ilmek ilerliyor ve sizi de kendi akıcılığıyla birlikte finale doğru sürüklüyor.

İzleyin bu filmi, çok iyi bir film izlemiş olacaksınız.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/503451633021788/
Carmen (2003) - Vicente Aranda

 
Beş günden beri izlediğin VINCENTE ARANDA serisinin son filmi….Her filminde izleyiciyi ayrı şaşkınlıklara uğratan Aranda, Carmen’de de bu özelliğini çok iyi sürdürüyor. Carmen için ne La Pasion Turca’da olduğu gibi kötü bir film, ne Libertarias ve Celos’ta olduğu gibi çok başarılı bir film demek mümkün değil. Ama beyazperdeye aktarılan veya tiyatroda ve operada sahnelenen Carmen yapımları arasında PROSPER MERIMEE’nin romanına en sadık kalınarak uyarlanmış yapıt demek olası… Sevgili Gülay’ın benim Aranda ile ilgili yazıma yaptığı ve Kaya Özkaracalar’dan aktardığı “çok az sinemacı, aşk ve ölüm arasında, ihtiras dolayımıyla tesis edilen ilişkiyi onun gibi son raddeye kadar tasvir edebilmiştir” yorumunun CARMEN filmi için de geçerli olduğunu söylemek gerekir. Aslında Carmen zaten Merimee’nin yazdığı otantik şekliyle de aşk-ihtiras ve ölüm romanı…
Aranda, belki konuya yeni bir katkı sağlamamış ama, 1830’ların görünümünü yansıtan muhteşem Sevilla ve Cordoba manzaraları ve erotik görüntüleri ile görselliği oldukça yukarılara taşımış.

Carmen rolünde Paz Vega, Basklı Jose rolünde ise Leonardo Sbaraglia son derece başarılı…
“Çok az sinemacı, aşk ve ölüm arasında, ihtiras dolayımıyla tesis edilen ilişkiyi onun gibi son raddeye kadar tasvir edebilmiştir” yorumuna dönecek olursak, Aranda mı Carmen’i sinemalaştırdı, yoksa Carmen mi Aranda’ ya “ cuk” diye uydu sorusunu sormak gerekir… Tüm bildik konusuna karşın her ne kadar Carlos Saura kadar başarılı olmasa da Vicente Aranda’nın Carmen’i de izlenmeyi sonuna kadar hak ediyor…
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/503260889707529/

5 Aralık 2012 Çarşamba

Brothers / Brodre / Kardeşler (2004) - Susanne Bier


Brothers ( Brodre) Danimarka'lı yönetmen Susanne Bier'ın izlediğim dördüncü filmi olmuş. Olmuş diyorum çünkü filmlerini beğensem de -neden bilmem-peşine düşmediğim bir yönetmendi Bier. İlk kez Halle Berry ile başrolü paylaşan Benicio Del Toro'nun hatırına başına oturduğum Things We Lost in The Fire , sonrasında daha keyifle izlediğim ve paylaştığım After The Wedding geldi. 2011 yılında En İyi Yabancı Film dalında Oscar'ı alan In A Better World -ne yalan söyleyeyim-beğensem de çok fazla etkilenmediğim bir filmdi. Ama mesela Dogma akımına göre çekilen -bu akım hakkında öğrendiklerimi ve hakkında yorumumu da burada paylaştığım- Open Hearts yönetmenin en sevdiğim filmi oldu. Bugün paylaştığım 2004 yapımı Sundance’de Seyirci Ödülü ve San Sebastian’da En İyi Aktör ödüllerini alan "Brothers" ise bana göre ortalarda yer alacak " hiç fena değil" dediğim bir film.
Biri aklı başında sorumluluk sahibi asker, diğeri serseri mizaçlı ve hapisten yeni çıkan iki erkek kardeşin birbirlerine olan sevgisi Barış Gücünde çalışan abi Michael'ın görevli gittiği Afganistan’dan ölüm haberinin gelmesiyle adeta sınavdan geçiyor. Abisinin ailesiyle zaman geçirmeye başlayan Jannik ve Michael’ın eşi arasındaki yakınlaşma masum boyutlarda kalsa da, kazadan esir olarak kurtulan ve sağ kalabilmek için yaptığı şeyle vicdanı ağırlaşan Michael için kırılma noktasını oluşturuyor.

Cannes Film Festivali dahil toplamda 13 ödüle layık görülen filmimizin -henüz izlemedim- ama 2009 yılında Hollywood versiyonu da çekilmiş.

Oyuncuları, senaryosu, yönetmenin kendine has bulmaya başladığım ikili ilişkileri ve her insanın içinde olup, her zaman ortaya çıkabilecek iyi ya da kötüyü işleyiş şekliyle ve tabi güzel müzikleriyle ayıracağınız zamana acımayacağınız bir film diye düşünüyorum. İyi seyirler...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/502759163091035/
Der siebente Kontinent / The Seventh Continent / Yedinci Kıta (1989) - Michael Haneke

 
Huzursuz edici filmlerin yönetmeni olarak bilinen ve insan ruhunun derinliklerinde, dehlizlerinde, labirentlerinde dolaşması ve izleyiciyi de buna davet etmesiyle ünlenen, yarattığı tekinsiz atmosferlerin içine çekerek izleyiciyi germek ve tedirgin etmek suretiyle toplumsal ve ahlaki değerleri sorgulamaya iten ve bu amacını genellikle çağdaş çekirdek aile ya da sıradan bireyler üzerinden yapan Michael Haneke’nin “Duygusal Buzlaşma” ya da diğer adıyla “Kent Üçlemesi” olarak bilinen üçlemesinin ilk filmi. (Sinemada üçlemelerle ilgilenenlere sevgili Vahit Karataş’ın gruba kazandırdığı “Sinemada Üçlemeler” konulu önemli çalışmasını incelemesini öneririm.)

Haneke favori yönetmenlerimden olmasa da filmlerini en çok merak ettiğim yönetmenlerdendir. En çok konuşulan filmlerini izledim ve bazılarını beğenmiş olsam da hiçbirini başyapıt düzeyinde bulmadım. En iyi filmi olarak kabul edilen ve bu yıl Cannes’da “Altın Palmiye” kazanan “Amour”u henüz izlemedim ama hakkında çok olumlu övgüler okudum. Öncelikle izlenecekler arasındadır.

Yukarda da belirttiğim gibi “Yedinci Kıta” “Duygusal Buzlaşma” üçlemesinin ilk filmi ve genel kanı bu üç film içinde en iyisi olduğu yönünde. Üçlemenin diğer filmlerinden 1992’de çektiği “Benny’nin Videosu”nu izledim, 1994’te çektiği “Tesadüfi Bir Kronoloji’nin 71 Parçası”nı ise izlemedim. Ergenliğe yeni adım atan ve zamanını şiddet videoları izleyerek geçiren Benny’nin bunların etkisiyle duygusuzca şiddet uygulamasını anlatan ve bunun nedenlerini sorgulamamızı isteyen “Benny’nin Videosu” oldukça iyi bir filmdi. “Tesadüfi Bir Kronoloji’nin 71 Parçası” ise 19 yaşındaki bir gencin bir bankaya girip rastgele üç kişiyi vurarak öldürdükten sonra intihar etmesi ve geriye dönüşlerle bunun nedenlerinin anlatıldığı ve bu nedenler üzerine düşünülmesinin istendiği bir film. Bu film için okuduğum eleştirilere göre “Benny’nin Videosu”ndan hallice, “Yedinci Kıta”dan halsizce diyebilirim.

Herhangi bir Avrupa ülkesinin herhangi bir şehrinde bir çekirdek aile… Mühendis baba Georg, gözlükçü anne Anna ve kızları Eva görünüşte varlıklı ve iyi bir yaşam süren bir ailedir. Maddi durumları, işleri güçleri ve yaşantıları gayet iyidir. Film, bu ailenin gündelik yaşamlarından rastgele kesitler vererek açılır ve başta göze hoş görünen gündelik yaşam rutinleri içerdiği duygusuzluk ve biteviyelikle izleyiciyi sıkmaya ve bunaltmaya başlar. Ailenin de bu rutin içinde boğulmakta olduğunu hissedersiniz. Aile hakkında görüntüler dışındaki detayları Anna’nın Georg’un anne ve babasına yazdığı mektuptan öğreniriz. Oldukça iyi bir yaşam sürmelerine rağmen aile bireylerinin yüzlerinden bıkkınlık ve mutsuzluk akmaktadır ama bununla ilgili hiçbir diyalog duymayız. Ta ki Georg’un kendi anne babasına yazdığı bir mektup okunmaya başlayana dek… sonrası ise huzursuz edici, iç daraltıcı, sinir bozucu görüntüler eşliğinde ivme kazanan bir tükeniş ve tükenişle birlikte modern yaşama karşı bir isyan, bir başkaldırıdır adeta… tuhaf bir yöntemle yapılır bu. Hüzünlü, iç burkan, yürek sıkıştıran bir yöntemle…

İzlenmesi ve hazmı zor bir film “Yedinci Kıta”. Durgun ve minimalist bir üslubu var fakat baştan sona sürekli sizi zorluyor, tedirgin ediyor ve sinir bozucu finaline doğru adım adım hazırlıyor.

İzlediğim için memnun olduğum bir filmdir. Sizin de izlemenizi tavsiye ediyorum.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/502532189780399/ 

La regle du jeu / The Rules of the Game / Oyunun Kuralı (1939) - Jean Renoir

 
Bugüne dek Bunuel'in, Godard'ın, Haneke'nin ve daha pek çok farklı ismin burjuvazi üzerine getirdiği eleştirileri izledik, gözlemleme fırsatımız oldu. Adı geçen isimler çoğu zaman dertlerini göndermeler yaparak çeşitli sembolleri işleyerek izleyiciye sunma yolunu seçtiler. Jean Renoir ise bu filminde doğrudan doğruya burjuvazinin yozluğunu, çirkinliğini, çürümüşlüğünü ve dahi kokuşmuşluğunu acımasız bir biçimde ifşa ediyor, ve bu değerlere tabiri caizse "cepheden saldırıyor."

Babası orkestra şefi olan, Avusturya'lı Christine, onun aşkı uğruna Atlantik'i uçakla geçen ve ulusal bir kahramana dönüşen Andre, Christine'in eşi, ince, duyarlı, mekanik aletlere meraklı Marquis Cheyniest ve onun metresi Genevieve, bütün bunların yanında Andre'nin ve Christine'in ortak arkadaşı olan, Christine'in yaşadığı malikaneye rahatça girip çıkabilen, Andre ile Christine'in arasını yapmaya çalışan ama aslında kendisi de ona aşık olan Octave -ki bu rolde yer alan isim Jean Renoir'ın bizzat kendisidir.- Yani amiyane tabirle tam anlamıyla bir "kimin eli kimin cebinde belli değil" vaziyeti.

Çekildiği dönemde müthiş bir etki yaratmış ve çok ciddi tepkiler görmüş. Gösterildiği sinemaların yakıldığına dair rivayetler dahi var. Sosyal sınıf tahlili, burjuvazinin çarpık ilişkileri ve aşk dahil her şeyin ellerinde itibarsızlaşması... Jean Renoir'ın en değerli işlerinden biri... Kesinlikle görülmesi gereken çok sıkı bir eleştiri, sağlam bir film... Sizler de görmelisiniz bu nefis filmi diyor ve bitiriyorum...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/502645059769112/
Pieta / Acı (2012) - Ki-duk Kim


Kim-Ki Duk’un 18 inci filmi ve 69 uncu Venedik Film Festivali Altın Ayı ödülü sahibi. Ödüle dair bir ayrıntı ise ödülün önce Paul Thomas Anderson’un, Scientology tarikatını işlediği “The Master” filmine gidip festivak kuralları gereğince Pieta’ya verilmesi.
Yönetmenin önceki filmlerine nazaran oldukça sert, şiddet dozu yüksek ve konuşkan bir film. Tefeciler adına çalışan ve duygudan yoksun olduğunu düşündüğümüz Gang Du patronlarının alacaklarını şiddetin en uç noktalarına başvurarak müşterilerden toplamaya çalışmakta ve zor durumda olan insanları daha önce imzalattığı sigorta poliçelerinden para alabilmek için o acımadan sakat bırakmaktadır. İşini sınırsız bir kötülükle yapan bu adamın tahmin edileceği üzere korkusu ve şüpheleri yoktur. Zira ne bir ailesi ne de koruyup kollayacağı, kaygı duyacağı sevdiği birisi vardır. Annesi olduğunu iddia eden ve ondan sürekli özür dileyen bir kadının ansızın karşısına çıkmasıyla tüm hayatının ve duygularının değişmesine tanıklık ederiz biz de. Özür dileme sıkça karşımıza çıkar. Bağlılık, intikam, merhamet duygularının yoğun bir şekilde verildiği film sarsıcı bir sonla biter. Bununla birlikte Güney Kore’nin ekonomik dönüşümüne, merdiven altı işletmelerin içine düştükleri çaresizliğe ve yaşadıkları dramlara da şahit oluruz.

Anne rolündeki Min-Soo Jo ve Gang-Do rolündeki Jung-jin Lee filmin ve rollerinin hakkını fazlasıyla vermişler, özellikle anne. Müzik oldukça az ama yerinde.

Bu arada filmin ismi Pietà” daha önceden Caner Bey’in de değindiği gibi Michaelangelo’nun kucağında İsa’yı tutan Meryem Ana heykelinden geliyor ve anne-oğul ilişkilerine göndermelerde bulunuyor.

Kesinlikle beklediğime değdi. Şiddet eşiği düşük izleyicelere önerir mi bilemiyorum ama kesinlikle herkese tavsiye edebileceğim dağıtan bir film.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/502824153084536/
Samaritan Girl / Samaria / Fedakar Kız (2004) - Ki-duk Kim

 
Güney Kore sinemasının en çok tartışma yaratan ve yükselen isimlerinden Kim Ki-Duk’un hem senaryosunu hem de yönetmenliğini yaptığı 2004 yapımı film. Aynı yıl Berlin Uluslararası Film Festivalinde en iyi yönetmen ödülü almış. Bununla birlikte IMDB puanı 7.2
Güney Kore filmlerine olan düşkünlüğüm ile takibe aldığım yönetmenlerden. Kendisi ile tanışmam 2005 yapımı ve Venedik Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülü alan Bin Jip-Boş Ev filmi ile olmuştu. Filmlerinde sevgi, sadakat, fedakarlık, bağlılık, ahlak gibi temaları seyirciyi rahatsız edecek şekilde işleyen aykırı bir yönetmen. Haliyle kahramanları da marjinal ve toplumun aykırı bulduğu, kenara ittiği insanlar. Öz yaşam öyküsünü okuduğunuzda bu marjinalliği ve sertliği anlıyorsunuz elbet. Filmlerinin en büyük özelliği ise sessizliği, çok fazla diyalog görmeden tüm duyguyu hissedebiliyorsunuz. Herkesin habire konuştuğu ama hiçbir şey anlatmadığı dünyada o kadar iyi geliyor ki bu sessizlik. Kendinizi gayet güzel kullanılmış metaforlara, eşşiz görselliğe ve yerinde kullanılmış müziğe bırakıyorsunuz. İlerleyen günlerde diğer filmlerine de sırayla dokunmaya çalışacağım.
Gelelim filmimizin konusuna; birbirlerini çok seven ve birlikte Avrupaya seyahat etmek isteyen liseli iki kız arkadaş para biriktirebilmek için en kolay/en zor yöntemi seçerler. Jae Young, Yeo-Jin’in kusursuz bir şekilde yönettiği organizasyonla internet üzerinden bulduğu erkeklerle birlikte olur. Yeo-Jin, bu durumdan rahatsız olsa da Jae Young yaptığı işe duygusallık katarak bu durumu kendisi açısından katlanılmaz olarak yaşamayı başarabilmektedir. Ancak bir gün motel odasına yapılan polis baskını sonucu Jae Young pencereden atlayacak ve kısa süre sonrada hayata veda edecektir. Yeo-Jin, arkadaşına olan borcunu o paraları aldıkları erkeklerle birlikte olarak ve geri vererek ödeyeceğini düşünerek tek tek adamları aramaya başlar. Polis olan babasının olayı farketmesiyle birlikte olaylar farklı boyutlar da gelişir. Farklı bir tat almak isteyenlere öneririm, iyi seyirler.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/502651173101834/ 

29 Kasım 2012 Perşembe

Week-End / Hafta Sonu (1967) - Jean-Luc Godard
 
Babasının ölümü ile birlikte elde edeceği mirastan alacağı payın hayaliyle bir kadın eşiyle birlikte hafta sonu yola çıkar. Bu yolda onları çıldırtıcı bir trafik, kazalar, ölümler, aniden karşılarına çıkıveren tarihsel karakterler ve daha neler neler beklemektedir.

"Yeni Dalga" akımının en gözde, en şahane örneklerinden biri. Sürrealist sinemanın doruklarından. Konusunu, neleri işlediğini bulma işini size bırakıyorum. Sadece burjuva değerlerinin çok sıkı bir eleştirisini yaptığını, bunu yaparken çoğu zaman semboller ve göndermeler üzerinden yürüdüğünü kimi zaman da düpedüz bildiri oku(n)duğunu söyleyebilirim.

Genç, yakışıklı ve en önemlisi zengin olduğu için geçiş hakkına sahip olan kazazede, yanan arabadan kurtulduğuna sevinmek yerine kül olan marka çantası için ağlayan kadın, hayattan istediğini kendisine sunabilecek biri karşılarına çıktığında biri mercedes diğeri gerçek sarışın olmak isteyen bir karı koca. Bu liste uzar gider.

Haneke ve Bunuel filmleri bizi bu değerlerin ters yüz edilmesine alıştırmıştı zaten ama Godard'ın bu işi böyle muazzam bir şekilde yaptığı, bu denli sıkı bir filmini bu kadar geç izlemiş olmak üzdü beni doğrusu. Sizlere de mutlaka tavsiye ediyorum, kaçırmayın diyorum...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/499903810043237/

28 Kasım 2012 Çarşamba

The Lost Weekend / Yaratılan Adam (1945) - Billy Wilder

 
1945 ABD yapımı. Yönetmeni Billy Wilder. Bir başyapıt…

Yönetmen Billy Wilder bir dev… “Some Like It Hot”, “Sunset Boulevard”, “Witness For The Prosecution”, “Double Indemnity”, "The Apartment", “Stalag 17” gibi başyapıtları sinemaya kazandırmış 6 Oscar’lı bir dev… İzninizle filmi tanıtmaya başlamadan önce büyükustaya saygılarımı bildirmek istiyorum. Sinema ışıkları içinde uyusun.

Don Birnham başarısız bir yazar ve iflah olmaz bir alkoliktir. Erkek kardeşi Wick ve sevgilisi Helen’ın çok sıkı gözetimi ve denetimi altında, onların destek ve yardımlarıyla yaşamaktadır. Üçü bir hafta sonu için birlikte bir tatil planlarlar. Fakat Don daha önce defalarca olduğu gibi yine alkol tutkusuna yenik düşecek ve parasız pulsuz ve perişanca bir şekilde alkol aramaya çıkacaktır. Bu süreçte Don’un sefil ve tükenmiş acınası halini, karşılaştığı durum ve kişileri ve ondan asla vazgeçmeyen sevgilisinin canhıraş bir şekilde onu kurtarma çabalarını izleriz. Zaman zaman geriye dönüşlerle ikisinin nasıl tanıştıklarını ve aralarındaki aşkın gelişim evrelerini görürüz. Don’a zaman zaman kızar, zaman zaman onun için üzülürüz.

Billy Wilder’ın her şeyi dozunda sade anlatımı, başta Ray Milland’ın olağanüstü oyunculuğu olmak üzere çok iyi oyunculuklar, sürükleyici ve çok kaliteli bir senaryo ve ortaya çıkan müthiş bir film… Kaldı ki filmin kalitesi tam 4 Oscar’la ödüllendirildi. En iyi film, en iyi yönetmen, en iyi senaryo ve en iyi erkek oyuncu ödüllerini kazandı. Bu dallar en esaslı dallar ve filmin gücünü en çok gösteren dallar. “Big Five” denilen ve sinema tarihinde sadece 3 filmin başarabildiği başarıya ulaşmasına ramak kalmış bu filmi izlerken gücünü her an hissediyorsunuz.

Billy Wilder ve Ray Milland yönetmen ve oyuncu olarak Oscar dışında Cannes, Golden Globe ve New York Film Critics Circle Awards ödüllerini de kazandılar. Milland ayrıca National Board Review ödülünü de kazandı. Hem kendi kariyerinin hem de tüm sinema tarihinin en başarılı oyunculuklarından birini çıkaran Milland için “Bu kadar iyi oynamak ancak oynamamakla mümkündür.” diyorum.

Alkolizm gibi çok hassas ve çok önemli bir sosyal olguyu yan hikayelerle destekleyerek abartmadan, ağdalamadan, popülist tuzaklara düşmeden son derece başarılı bir biçimde anlatan bu başyapıtı izlemeyen kalmasın…
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/499483840085234/
Death Proof / Ölüm Geçirmez (2007) - Quentin Tarantino

 
DEATH PROOF (ÖLÜM GEÇİRMEZ) 2007... Quentin Tarantino-Quentin Tarantino-Quentin Tarantino-Quentin Tarantino-Quentin Tarantino-Quentin Tarantino.......

Bu adamın filmleri anlatılmaz izlenir...Yine müthiş film... En iyisi sizlere ekşi sözlükten alınan aşağıdaki satırları aktarayım.

" milyonlarca kilometre öteden bile "Tarantino filmiyim" diye bağıran müthiş tadı olan bir Tarantino kokteyli. film hataları, korku, adrenalin, pms diyalogları, fetişizm, siyah beyaz görüntüler, cinsellik, yaran diyaloglar, tutucu-aptal-seksi-çılgın-delikanlı kızlar, diğer filmlere ironik göndermeler, kopmuş sahneler, nefes kesen araba sahneleri, kucak dansı, türlü sıradışı olaylar ile süper bir karışım oluşturmuş Tarantino ve tadından yenmez olmuş. Pulp Fiction'ı da hatirlatmıyor değil bazı karelerinde film. Diğer tarantino yapıtları ile kıyaslamak yerine ayri bir tat olarak izlenesi bol ironili, müzikleri de yerli yerinde olan çarpıcı bir çalişma olmuş Death Proof."

Kurt Russell, Zoe Bell,Rosario Dawson ve Tracie Thoms doruklarda oynuyorlar... Mutlaka izleyin. Bu gerçekten tam bir Tarantino Kokteyli...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/499702200063398/

26 Kasım 2012 Pazartesi

Savrseni Krug / The Perfect Circle / Kusursuz Çember (1997) - Ademir Kenovic



Silahı tutan değil de silahın baktığı tarafı izlediğimiz bir film değil midir bize savaşı daha iyi anlatan. Bizleri anlamsız kahramanlık hikayelerinden kurtaran?

Bu film, o film işte. "Savaş dediğin nedir? Neden olur? Sonuçları nelerdir?" gibi soruların kaynağının anlamsızlığı üzerine dikkat çeken filmlerin sinema tarihinde farklı bir yerde bulunması gerekir. Özellikle de bahsettiği coğrafyada geçen bir savaştan yalnızca iki sene sonra çekilmiş ve köküne kadar eleştirel bir filmin. Kusursuz Çember ya da orijinal dilinde Savrseni Krug’un.

Abdulah Sidran’ın bir şiiriyle açarız filmi. Daha bu ilk sahneden itibaren bizi normal bir savaş filminin beklemediğini anlarız. Ailesinin bu kıyımdan kurtulması için ülkeden gönderen ancak karakterin kendi deyimiyle onları uzaktayken daha çok özleyen Hamza vardır eksenimizde. Bir şair olan Hamza, belki şartlardan dolayı belki de kendi isteğiyle kalmayı seçmiştir Saraybosna’nın kan püsküren topraklarında. Belki de bir şair romantizmiyle bağlıdır ülkesine.

Ailesini gönderdiği günün akşamında evde iki çocuk bulur: Adis ve Kerim. Sırp milislerin bastığı köyden kurtulmayı başaran bu kardeşler, kimsesiz bir şekilde Hamza’nın hayatına girmiştir. Filmin adı gibi adeta mükemmel bir çember devinimiyle Hamza’nın hayatı, yeni bir aileye merhaba demiştir. Savrseni Krug’un hikayesi de işte tam burada başlar.

Adis ve Kerim, ailesinin ayrılmasıyla birlikte büyük bir boşluğa, yalnızlığa düşmesi muhtemel olan Hamza’nın hayatına tatlı bir uğraş katmıştır. Bu iki çocuk, Hamza’nın karanlık ve soğuk dünyasına bir renk, bir sıcaklık getirmiştir. Tam da Hamza’nın ailesiyle birlikte renklerini de kaybettiği ana denk gelmeleri de çok ayrı bir tesadüf ve hiçbir şeyin sebepsizce gerçekleşmediğinin kanıtıdır adeta.

Savaşın bitmesinden yalnızca iki sene sonra yapımı biten filmin sahip olduğu sahneler, yaşananların birebir kanıtı niteliğinde. Ademir Kenovic ve Abdulah Sidran birlikteliğinden doğan bu güçlü film, iyi bir deneyim vaat ediyor. Yavaş yavaş ama derinden yaptığı sert eleştirileri, gözlem gücü, şiirsel atmosferi, sahne yaratımı ve oyunculuklarıyla oldukça başarı bir yapım oldu. Filmin kötü adamı ise savaş.

Ve bir diyalog;

-Hiç bu kadar çok ışık gördünüz mü?
Bu kadar elektriği nereden buluyorlar?
-Fransızlar ne isterlerse alırlar.
Ama nereden buluyorlar?
-Jeneratörden.
Vay!
-Bunlar Fransız.Herşeyleri yolundadır!
Şimdi ne yapacağız?
-İzleyeceğiz.
Yaklaşabilir miyiz?
-Tabi. Ta ki parmaklıkların dibine kadar.
Gerçekten herşeyi aydınlatıyor!
-Onların suyu da var.
Nerede?
-Orada! Bakın nasıl akıyor.Bir sürü su.
Bak, Kerim, gerçek su.Çeşmeden akıyor! Bak! Sırp milisler onlara da ateş ediyor mu?
-Nadiren. Bir gün bizde onlar gibi yaşayacağız.
Aynı onlar gibi mi?
-Tabi. Bak!
O zamana kadar onların neleri olacak?
-Allah bilir!

Alıntılarla tanıtmaya çalıştığım bu filmi izlemenizi öneririm.


https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498871963479755/ 
Sling Blade / Bıçak Sırtı (1996) - Billy Bob Thornton

1996 ABD yapımı. Yönetmeni, senaristi ve başrol oyuncusu Billy Bob Thornton.

Film, henüz çocuk yaşta iken yaşadığı sakin kasabayı kana bulayan Karl Childers’ın hikayesini anlatıyor. Sorunlu bir çocuk olan Karl okul balosunun düzenlendiği gece 17 çocuğu acımasız yöntemlerle vahşice katlederek kasabayı kan gölüne çevirir. Kendisini yakalamaya çalışan şerif ve yardımcısını ise elektrikli testereyle doğrar. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi evine gider ve patates kızartması yiyerek tv izlemeye başlar. Onun tuhaf davranışlarından şüphelenip neler olduğunu soran annesini saçından tuttuğu gibi sürükleyerek tam şöminenin içine atacakken annesine yardıma koşan babasının sağ kolundan yakalayıp geriye bükmek suretiyle…. şaka şaka… filmde böyle şeyler yok. (Vahit abi ve varsa diğer filmi izleyenler, gözbebeklerinizin büyümesi durmuş, kalp ritminiz normale dönmüştür umarım.):)))

Evet… film Karl Childers’ın hikayesi… doğuştan zeka geriliği olan Karl Childers’ın…

Karl küçük bir kasabada sorunlu bir ailede büyüyen sorunlu bir çocuktur. Geri zekalı fakat zararsızdır. Olay ve olgulara kendince bir bakış açısı, kendince doğru ve yanlış değerlendirmeleri ve ahlak anlayışı vardır. Evlerinde annesini kasabanın serserilerinden biriyle sevişirken yakalayınca ikisini de öldürür. Akli melekeleri yerinde olmadığı için bir akıl hastanesine kapatılan Karl burada 25 sene geçirir. Bir gün artık iyileştiği kabul edilir ve serbest bırakılır. Karl çocukken yaşadığı kasabaya gider, kasabada amaçsızca dolaşırken tanıştığı bir çocukla arkadaş olur. Ancak sürekli disiplinli bir ortamda ve gözetim altında bulundurulan Karl dışarıya uyum sağlayamaz. Kalacak bir yeri de olmadığı için akıl hastanesine geri döner. Babacan bir adam olan hastane müdürü onu kasabaya götürüp iş ve kalacak yer bulmasına yardımcı olur. Karl burada kendisine küçük bir çevre edinecek, sevgiyi ve dostluğu keşfedecektir.

Kıymeti bilinememiş filmlerden biri daha olanca heybetiyle duruyor karşımızda. Duru, telaşsız ve minimalist bir anlatım, akıcı bir senaryo, çok kaliteli bir reji ve başta Billy Bob Thornton olmak üzere son derece iyi oyunculuklar… Billy Bob Thornton için kendisine saygıyla şapka çıkardığımızı söylemek dışında ne söyleyebiliriz ki? Peki ya Karl için ne söyleyebiliriz? Sakin, huzurlu, güven verici, dürüst ve sadık bu adam nasıl yeterince anlatılabilir? Şu kadarını söyleyebilirim ki onu seveceksiniz.

Bu filmi kesinlikle izleyin. Film bitecek ama siz bileceksiniz ki Karl Childers diye biri var ve oralarda bir yerlerde yaşamaya devam ediyor. Evet, Karl Childers yaşayan bir karakter, Billy Bob Thornton’un “karakter nasıl yaratılır” dersi vererek yarattığı bir karakter…
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498673066832978/ 

25 Kasım 2012 Pazar

El metodo / The Method / Metot (2005) - Marcelo Pineyro


El metodo filmimiz iş başvurusu sırasında ''grönholm metodu'' denilen bir yöntemle şirket için en kalifiye elemanı seçmeye dayalı bir teste dayalı esasında,o sırada sokaklarda ise anti-kapitalist bir mücadele zuhur etmekte.fazlasıyla sıkı bir film...12 angry man,das experiment i de fazlasıyla hatırlatıyor.velasıl iyi vakit geçirmek ve kapitalizme,onun yedek sanayi ordusu anlayışına ve olmayan etiğine tekrar tekrar sövmek için iyi bir seçenek(sövmekten başka ne yapıyosak zaten),şimdiden iyi seyirler :)

https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498103580223260/
Stolen Kisses / Baisers Voles / Çalıntı Öpücükler (1968) - François Truffaut


Büyük bir iştahla başına geçtiğim ama kendime bir şeyler aktaramadığım bir film oldu. Haliyle benim de sizlere aktaracağım bir şey yok ;) Ama seyredipte yakalayamadığım şeylerin ne olduğu konusunda bilgilendirme yapan olursa sevinirim...

"Kahramanımız Antoine Doinel'in ordudan atılmasıyla, ki her ne kadar komutanı ordudan atılmanın iyi bir iş bulamayacağını üzülerek söylediği halde pek de üzülmemesiyle, başlamakta filmimiz. İşi gücü olmayan genç bir adam olarak tanıdıklarının yanına gittiğinde, kızları Christine'e aşık olur. Ancak ordudan atılmanın hayaleti peşini bırakmaya pek de niyetli değildir; bir otelde gece bekçisi olarak çalışmaya başlar. Bir sabah, iki adamın odaların birinde kalan bir bayanın odasına girmek istemeleri ve olay çıkması nedeniyle de işinden olur.
François Truffaut'nun 400 Darbe ile başlayan Antoine et Colette'le devam eden Antoine Doinel serisinin üçüncü filmidir. 400 Darbe'de çocukluk yıllarını izlediğimiz Antoine Doinel karakteri yine karşımızdadır." (turkcealtyazi.org'den)


https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498301146870170/ 
Bigger Than Life / Tehlikeli Arzular (1956) - Stephen Ray
 
Sevecen, müşfik, işinden ve ailesinden başka bir şey düşünmeyen bir ilkokul öğretmeni olan Ed Avery ciddi bir damar rahatsızlığına yakalanmıştır ve hastalığının tek tedavisi o dönemler yeni ortaya çıkmış ve kimilerince "mucize ilaç" olarak adlandırılan kortizon ile mümkündür. Aksi takdirde Ed bir sene içinde acılar içinde kıvranarak ölecektir. Doktorlar kendisini kortizonun dozu ve kullanımı konusunda açıkça uyarmışlardır.

Hastaneden ayrılan, evine ve işine geri dönen Ed önceleri "Öfori" yani kaynağı belirsiz bir mutluluk hali içindedir. Aşırı derecede sevinçlidir ve bütçesinin karşılayamayacağı alışverişler yapar, bir anlamda para savurmaya başlar. Okulda velilerin bir araya geldiği bir toplantıda özgür düşüncenin bir saçmalık olduğundan, çocukluğun tedavi edilmesi gereken bir hastalık olduğundan dem vurur ve kendilerinin öğretmenler olaral bu işle meşgul olduğunu söyler. Çocuğu ile başlarda iyi anlaşıyor olsa da hastalığı durdurmak için kullandığı kortizonun etkisi ilerledikçe onu da ciddi anlamda baskı altına almaya ve ona bir anlamda eziyet etmeye başlayacaktır.

Megaloman, kendini beğenmiş, har vurup harman savuran, arkadaşlarına anlamsız biçimde saldıran, karısını durmaksızın aşağılan çekilmez, aksi, lanet birine dönüşmüştür. Kendisinde bu sorunları hissettiği anlarda kortizona yüklenir ve bu da işleri ancak daha kötü yapacaktır. Günün birinde oldukça zararlı bir hal alan bu durum bir aile faciasına yol açacakken Ed son anda bir arkadaşı tarafından durdurulur.

Amerika'da II. Dünya Savaşından sonra gelişmekte olan "Suburbanization" ya da altkentleşme / banliyöleşme olgusunu duvardan duvara çarpan, orta sınıf aile yargılarını sallayan, baba otoritesini ve bunun üzerinden disiplin olgusunu sorgulayan çok yönlü, çok katmanlı ve muazzam derecede etkileyici bir eserle karşı karşıyayız. François Truffaut ve Jean Luc Godard gibi iki isim filmi en etkileyici buldukları filmler arasında göstermişler. İlk çıktığı anda gişe başarısızlığı yaşamış ama daha sonra eleştirmenler tarafından yere göğe sığdırılamamış ve sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak pek çok listede kendine yer bulmuş.

Mutlaka izleyin, kesinlikle çok etkilenecek ve bayılacaksınız diyerek noktalıyorum...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498266600206958/

24 Kasım 2012 Cumartesi

Rust and Bone / De rouille et d'os (2012) - Jacques Audiard

 
"Rust and Bone" 2012 Cannes Film Festivalinde jüri özel ödülüne aday olmuş bir yapım. Fransa- Belçika ortak yapımı filmin Yönetmeni Jacques Audiard aynı zamanda senaryonun kısa bir hikayeden uyarlanmasına da katkıda bulunmuş.

Bana göre film, ilginç bir öyküyü iyi oyuncularla sakince anlatmaya başlayıp, bir yerinden sonra -seyirciyi memnun etme ya da gişe derdine mi düşüyor bilinmez- inandırıcılığı ve samimiyetini kaybediyor, başka bir şeye dönüşüyor adeta. Onun dışında -özellikle küçük oyuncusu ve yakaladığı görüntülerle- iyi film:))

Konusuna gelince; Balinalarla gösteri yapan bir yerde çalışan Stephanie ve adeta başarısızlık timsali olan, her işi deneyen Ali'nin yolu iki kez kesişiyor. Birincisinde Stephanie yürüyor, ikincisinde ise geçirdiği iş kazasından sonra her iki ayağıda kesilmiş halde.İyi seyirler...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498050140228604/

23 Kasım 2012 Cuma

To Be or Not To Be / Olmak ya da Olmamak (1942) - Ernst Lubitsch
 
Nazi İşgalinin hemen öncesinde Polonya'da bir tiyatroda Nazilerin ve Gestapo'nun faaliyetine dair bir oyun sahnelenecektir. Ortam gergindir ve tiyatronun oyunu sahnelemesi yetkililer tarafından Hitler'i kızdıracağı gerekçesiyle yasaklanır. Bunun yerine Hamlet'i sahnelemeye devam edeceklerdir. Tiyatronun ve ülkenin en önemli aktrisi Maria Tura, kendisine aşık havacı bir subay tarafından sürekli çiçekler almaktadır ve eşi Joseph Tura sahnede "To be or not to be" tiradını sahnelemekteyken yerini terk eder ve Maria'yı görmeye gider. Bu ikinci kez tekrarlandığı sefer Almanya işgal hareketine girişmiştir bile.

Teğmen Sobinski İngiltere'de Polonya Hava Kuvvetleri ile birlikte ülkesini işgal eden Nazilere karşı savaşmaktadır. Bu arada ülke yıkılmış, insanlar eziyet görmekte ve Nazi karşıtları için hayat zorlaşmaktadır. İngiltere'den bir profesör Polonya'ya yeraltı direniş örgütüne haber iletmek üzere yola çıkmıştır fakat Teğmen Sobinski onun bir açığını yakalamış bu da profesörün Naziler için çalışan bir ajan olduğunun anlaşılmasını beraberinde getirmiştir. Hikayemiz bundan sonra başlamaktadır. Polonya'ya paraşütle atlayarak giren Sobinski, yukarıda bahsi geçen kumpanyamızın da yardımıyla ajan profesörü - ajan provakatör der gibi oldu bu da ya neyse :) - etkisiz hale getirmeye çalışacaktır ve bu esnada işler biraz karışacaktır.

Savaş karşıtı bir film pek ala insanı kahkahalarla savrulabilir, kendini kaybedebilir hale de getirebiliyormuş bu film sayesinde bunu da görmüş oldum kendi hesabıma. Tek kelimeyle şahane bir film, inanılmaz etkileyici oyunculuklar, oldukça başarılı bir yönetim. Filmin savaşın göbeğinde, 1942 yılında çekildiğini de hatırlatmadan geçmeyelim tabii. Mutlaka görmeniz gereken, süper bir film diyerek bitiriyorum...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/497459430287675/

22 Kasım 2012 Perşembe

Temple Grandin (2010) - Mick Jackson

  
2010 ABD yapımı. Yönetmeni Mick Jackson.

Bu filmi üç kelimeyle tanıtacak olsam kelimelerim şunlar olurdu: olağanüstü… olağanüstü… olağanüstü…

Bu film bir gerçek yaşam öyküsü… bir isyan öyküsü… bir azim öyküsü… bir mucizevi başarı öyküsü… hayır hayır mucizelere inanmam ben, bizlere mucize gibi görünen şeylerin başarılabilir olduğuna inanan ve bu uğurda canını dişine takan bir kadının öyküsü… onurlu bir kadının… dirençli bir kadının… Temple Grandin’in öyküsü…

Temple Grandin’e dört yaşındayken otizm teşhisi konur. Doktorlara göre ümitsiz vakadır, yaşamı boyunca bakım ve gözetim altında bulundurulmalıdır. Bunu herkes kabul eder, kabul etmeyen tek kişi Temple Grandin’dir. Çileli ama kararlı mücadelesi sonucunda geldiği yer bir profesör ve alanında Dünya’da 1 numara olmaktır.

Soyut kavramları anlamakta son derece zorlanan Temple Grandin’in somut şeylere karşı olağanüstü bir algılama ve kavrama yeteneği vardır. İnanılmaz bir hafızası olan genç kadının beyni gördüğü her şeyi detaylandırarak kalıcı olarak tutabilmektedir. Normal insanların örneğin bir kutu olarak gördüğü şey onun zihninde üç boyutlu olarak, bütün ölçüleriyle, iç yapısıyla, geometrik açı ve özellikleriyle ve işleyişiyle canlanmaktadır. Sayfalarca yazıyı sadece bir göz atmakla ve hiçbir çaba harcamadan bir daha unutmamak üzere kelimesi kelimesine ezberleyebilmektedir. Bu yönünü ve sıra dışı zekasını kullanarak akıllara durgunluk veren şeyler üretir, akademik kariyer yapar ve zirveye çıkmayı başarır. Annesi Temple’ı şöyle tanımlar: “Farklı… ama eksik değil…”

Rain Man’den sonra izlediğim ikinci otizm konulu film oldu Temple Grandin. En az onun kadar iyi, hatta daha ilginç buldum. Son derece iyi kotarılmış bu film ilginç ve akıcı senaryosu ve seyir zevkiyle su gibi akıp gidiyor, zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz. Özellikle Temple Grandin’i oynayan Claire Danes’in muhteşem oyunculuğuna hayran olmamak elde değil. Film biter bitmez bu filmin başta Claire Danes’in oyunculuğu olmak üzere nasıl olup da Oscar ödüllerinde adının geçmediğini düşündüm. Sonra film hakkında biraz araştırma yapınca bunun mümkün olamayacağını anladım çünkü bir tv filmiydi. Bir filmin Oscar’a aday olabilmesi için filmin en az kırk beş dakika uzunlukta olması, Los Angeles sinemalarında paralı gösteriminin yapılmış olması ve gösteriminin en az bir hafta sürmüş olması gerektiğinden ve Temple Grandin bir tv filmi (hatta mini tv dizisi) olduğundan Oscar adaylığı söz konusu olmadı. Ancak, “Televizyon Oscarları” diye tabir edilen “Emmy” ödüllerinde en iyi dizi, yönetmen ve oyuncu dahil tam 7 ödül kazanmayı başardı.

Mutlaka izleyin, seveceksiniz...

Filmden bir replik:

Temple Grandin: (Kesim hayvanlarının acımasız yöntemlerle öldürülüp kesildiğini gördüğünde)

"Doğa bize karşı acımasız ama bizim de öyle olmamıza hiç gerek yok."
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/497140883652863/

18 Kasım 2012 Pazar

Musime si Pomahat / Divided we Fall / Bölünürsek Düşeriz (2000) - Jan Hrebejk

 
Sevgili arkadaşlar Bu filmi bu akşam izledim ve sizlere tanıtmaktan büyük mutluluk duyuyorum... Çek yönetmen Jan Hrebejk'ten çok değişik ve çok başarılı bir savaş filmi...2.Dünya Savaşında Alman işgali altındaki Çekoslovakya'da Josef and Marie Cizek, işgal öncesi Yahudi patronlarının oğlu olan David Wiener'i evlerinde saklarlar. Bu üçlünün yanısıra Nazi işbirlikçisi Horst Prohaska arasında yaşanan olaylar filmin konusunu oluşturuyor.

Musime si pomahat, çok ilginç bir savaş filmi. Savaş filmi ama içinde şiddet yok. Hatta son derece ince mizah öğeleri ile psikolojik analizler ile dolu. Bireylerin karşı karşıya kaldıkları olaylar ve zor seçimler karşısında gösterdikleri tepkiler ve davranış biçimleri izlenmeye değer. Ekşi Sözlükten : " Başta açık gibi görünen kahraman, kurban, işbirlikçi rolleri zamanla değişiyor. Bir Yahudiyi saklayıp canını tehlikeye atan adam çok sevdiği bir battaniyesini ona vermek istemiyor. İşbirlikçi can kurtarıyor, ispiyoncu kurban, sonra da “direnişçi” oluyor. Savaş sonrası karışıklık tüm heybetiyle görülüyor. film, bazı savaş filmlerinde görülen kestirmeden ucuz bir Stalinizm eleştirisi yapma hatasına da düşmüyor. Mesela Sovyet subayının kafası karışık ama dürüst ve iyi niyetli. Savaş süresince ve savaş sonunda hiç bir şey kesin değil, hayatlar tesadüflere bağlı. Mizah hep var ama asla filmin anlatmak istediklerinin ciddiyetini gölgelemiyor" Sonuç olarak insana ait olan ne varsa, filmde gözler önüne seriliyor.

Musime si pomahat, ne yazık ki ülkermizde seyirci kitlesine ulaşamamış. Bence bir başyapıt düzeyinde. IMDb puanı 7.6 ama bence gerçeği asla yansıtmıyor... Sıkı durum "sinemalar.com puanı: 10"... Yani tam puan... Bu kıyıda köşede kalmış şaheseri KESİNLİKLE EN KISA ZAMANDA İZLEYİN... 
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/495716963795255/

13 Kasım 2012 Salı

Micmacs (2009) - Jean-Pierre Jeunet

 
Jean-Pierre Jeunet' yi sever misiniz ? Hani o Amelie filminin yönetmeni... Daha önce Vahit, üstadın Delicatessen (Şarküteri) filmini de paylaşmıştı. Filmi biraz önce bitirdim. Jeunet, Mismacs'ta da çok sıcak, içten, şirin bir film ortaya çıkarmış. Jeunet'yi sevenlerin yanında sevmeyenlerin dahi çok beğeneceğini rahatlıkla söyleyebilirim.

Bazil ( Dany Boon) bir mayının patlaması sonucu küçük yaşta babasını kaybeden bir çocuk. 30 yıl sonra ise çalıştığı dükkanın önünde oluşan silahlı çatışmada patlayan silahtan çıkan bir mermi kafatasına saplanması Bazil'in yaşamını tümüyle değiştirir. İşsiz ve evsiz kalır ...Ancak kendisi gibi homeless ve ancak birbirinden ilginç hünerlere sahip arkadaşları ile yeniden kendine yaşam kuran Bazil bir çöplükte dostluğu, sevgiyi ve yardımlaşmayı bulacaktır.. Artık bu ilginç hünerleri olan arkadaşları ile silahlardan ve birbirine rakip iki silah tüccarından intikam almasının zamanı gelmiştir... Bazil bunu da silahsız, kansız ve keyifli serüvenlerle gerçekleştirecektir...

Kanımca Jean-Pierre Jeunet Mismacs'da iyi iş çıkarmış. Çok hoş çekimler, ilginç kamera görüntüleri ile sevgi dolu bir film. Gerçek oyuncularla animasyon havası artık Jeunet'nin bildiğimiz yöntemi ve bu filmde bence Amelie'dan daha başarılı. Son söz Dany Boon için. Yüz mimiklerinde gerçekten çok çok başarılı ve içten bir oyunculuk sergilemiş "Bazil" rolünde... Filmin silahlanma karşıtı mesajı çok net. Ailece keyifle izlenecek kaliteli bir komedi...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/493783717321913/

11 Kasım 2012 Pazar

Oldeuboi / Oldboy / İhtiyar Delikanlı (2003) - Chan-wook Park

 
Gelelim benim favorim olan Old Boy/İhtiyar Delikanlı filmine. Üçlemenin 2003 yapımı 2. filmi ve bence en olmuşu. IMDB Puanı da 8.4, dikkate alan arkadaşlar için.

Karısı, küçük kızıyla mutlu bir yaşamı olan hafif uçarı Oh Dae-su, alkolden bir süre alıkonulduğu karakoldan çıktığı ve eşine telefon ettiği esnada telefon kulübesinin önünden kaçırılır ve 15 yıl sonra serbest bırakılır. Bu 15 yıl içinde kapatıldığı hücrede tek bir insan görmeden, dünyayla bağı kopmuş bir vaziyette yaşarken buradan kurtulduğunda ona bunu yapanlardan intikam alacağına dair yeminler eder. 15 yılın sonunda gözleri bağlı olarak bırakıldığı bir binanın çatısında gözlerini açtığında onu ayakta tutacak, güç verecek intikam ateşini kendisinde görmeye başlarız bizler de. Senaryo, kurgu, filmdeki geri dönüşler hatta şimdiki ve geçmişi aynı karede gördüğümüz sahneler mükemmel. Filmin sonuna kadar gerilim ve merak asla bilmiyor. Finali ise mükemmel. Zorunluluktan üzerinden 6 ay bile geçmediği halde izlediğim halde ikincisinden yine sıkılmadım. :)

Filmden iki replik ;
"Gülün; dünya da sizinle birlikte gülsün. Ağlayın ama yalnız ağlayın.”
“İster bir kum tanesi ol ister kaya ikisi de aynı şekilde bayar suya.”
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/492967224070229/

9 Kasım 2012 Cuma

The Killing / Bed of Fear / Clean Break / Day of Violence / Son Darbe (1956) - Stanley Kubrick

 
1956 ABD yapımı. Yönetmeni Stanley Kubrick. Başlıca oyuncuları Sterling Hayden, Coleen Gray, Marie Windsor ve Elisha Cook Jr.

Stanley Kubrick’in senaryosunu yazıp yönettiği “The Killing” bir kara film. Kubrick’in uluslararası alanda başarı kazanmasını ve tanınmasını sağladı. Özellikle nakış gibi işlenmiş senaryosuyla dikkat çeken son derece iyi çekilmiş ve oynanmış olan film, eski bir mahkumun kusursuz bir soygun için özel seçilmiş adamlarla oluşturduğu çetenin gerçekleştirdiği bir soygun hikayesini anlatır.

Baştan sona üst düzey tempoda giden, heyecan ve ilgiyle izlenen, gerilimin hiç azalmadığı, soluk soluğa bir film.

Son derece zekice planlanmış bir soygunda öngörülemeyen tersliklerle karşılaşıldıkça soygunculardan tarafa olup çıkan aksiliklere kızıyorsunuz.

Seyir zevki son derece yüksek olan bu kaliteli filmi izleyin, memnun kalacaksınız.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/491998214167130/

4 Kasım 2012 Pazar

Los Olvidados / The Forgotten Ones / The Young and the Damned (1950) – Luis Bunuel



Film, Mexico’nun fakir semtlerinde yaşayan ve çoğu kimsesiz olan çocukların yaşamından bir kesit sunuyor. Jaibo ıslahevinden kaçtıktan sonra yeniden mahalleye döner ve kendinden yaşça küçük çocuklarla birlikte bir çete kurar. Böylece diş geçirebildikleri hasta ve sakat kimseleri dövüp paralarını çalmaktadırlar.

Çarpık aile ilişkilerine, sistemin acımasızlığına çarpıcı bir bakış atan Luis Bunuel’in toplumsal düzeni eleştiren önemli filmlerinden biridir.

Film, çoğu amatör olan oyuncularla gerçek mekanlarda çekilmiş. Luis Bunuel bu filmde Meksika’yı kötü yönleriyle gösterdiği gerekçesiyle ülke çapında sert bir şekilde eleştirilmiş. Özellikle başroldeki oyuncu Pedro‘nun annesinin Pedro’ya karşı sert ve sevgisizlik tavırları sergilediği sahneler, hiçbir Meksikalı annenin çocuğuna böyle davranmayacağı gerekçesiyle yerden yere vurulmuş ve oluşan olumsuz hava nedeniyle film ancak dört gün gösterimde kalabilmiş…

Los Olvidados Luis Bunuel'in ayrıksı filmlerle dolu arşivinde belki de en ''normal'' filmdir. Bunuel sıradan insanların gündelik dertlerine değindiği filminde açlık, yoksulluk, toplumsal yozlaşma gibi temalara eğilerek düz anlamlardan ve gerçeklikten uzak filmlerinin aksine 1944 - 1952 yılları arasında etkisini gösteren İtalyan yeni gerçekçiliğinin izinden giden bir filme imza atıyor.. İşin ilginç yanı ise, filmin başarısızlığından korkarak Bunuel'e sürrealist öğelerden kaçınmasını konusunda baskı yapan yapımcı Oscar Dancigers'e rağmen Los Olvidados'a damgasını vuran sahnenin Bunuel'in has dünyasını temsil eden, slow-motion tekniğiyle çekilmiş eksantrik bir rüya sahnesi olacak olmasıdır. Bunuel'in gerçekleri de en az rüyaları kadar sarsıcı olacaktır.(Alıntıdır)


Central do Brasil / Central Station / Merkez İstasyonu (1998) – Walter Salles

Fransa - Brezilya ortak yapımı olan muhteşem bir film daha... Bir sevgi ve insanlık öyküsü. Bazen komik, bazen öfkeli ama çoğu zaman insanın yüreğini burkan duygusal bir film. 

Cümlemin arkasında durabilecek kadar bilgi sahibi değilim ama Walter Salles yol filmleri konusunda iyi bir yönetmen gibi geliyor bana (daha önce de “The Motorcycle Diaries” filmini paylaşmıştım)
Bir yandan da daha önce kimlik arayışına değindiği “foreign land” ı da düşünürsek ve birleştirirsek bu film için “insanın kendinde yol alışı” diyebiliriz.

Isadora, öğretmenlik yaptığı yıllardan sonra gelen emeklilik döneminde ‘’ay sonunu getirebilmek için’’ Rio de Janerio’nun bir tren istasyonun mektup yazıcılığı yapmaktadır. Okuma yazma oranının düşüklüğüyle birlikte ülkenin daima göç halindeki insanlarını apaçık bir şekilde görebildiğimiz bu anlarda Isadora’nın karşısına bir kadın oturur ve ayyaş kocasına bir mektup göndermek istediğini söyler. Mektubun yazılması ve Isadora’nın evine gidip günlük mektup ayıklamasını yapmasıyla birlikte gün boyunca birbiri ardına gelen onca insanın içerisinden hangisinin bizim odak noktamıza yerleşeceğini anlamamız uzun sürmez.

İnsanların gün boyu yazdırdığı mektupları aynı günün akşamında kendi tahlil mekanizması içerisinde değerlendirip yırtıp veya yırtmayacağına karar veren huysuz bir kadın profili var karşımızda. Bu huysuzlukları filmin başında neredeyse her anda hissettiriliyor.

Ertesi gün aynı kadının çocuğuyla birlikte Isadora’nın zaten göndermediği mektubu değiştirmek için gelmesi bunun ertesinde annenin talihsiz bir kazaya kurban gitmesiyle birlikte Josué ve Isadora’nın yolları tam anlamıyla kesişiyor. Isadora’nın istasyonda yaşamaya başlayan Josué’yi son bir çare olarak babasına götürmeye karar vermesiyle birlikte film ana eksenine oturur ve yolculuk başlar. Bunu takip eden olaylar vasıtasıyla birbiriyle hiç anlaşamayacak iki farklı karakterin yakınlaşmasını ve sağlam temellere oturan arkadaşlıklarını izliyoruz.

Ekşi’den iki yorum;

“Yaşanmışlıklardan sonra kalbine bir set çeken orta yaşını geçmiş bir kadının, dokuz yaşındaki agresif ama akıllı ufaklıkla geçirdiği zaman ile eşdeğer biçimde insancıl tarafını keşfetmesi, kendisinden bile beklemediği duygu patlamarıyla yeniden doğuşu anlatılıyor; her ne kadar mevzular küçük çocuğun (josué) üzerine kurulu olsa da... o denli sağlam bir ifadeyle rolünü kotarıyor ki josué rolündeki vinícius de oliveira, dora rolündeki fernanda montenegro'nun performansına performans katıyor, motive ediyor, adeta oyunculuk dersi vermesine sebep oluyor. bu kadar uyumlu bir ikiliyi beyaz perdede izlemek de, seyirciye resmen duygusal ilaç desteği veriyor desek yeridir, benden söylemesi.”

“Gördüğüm en hümanist filmlerden birisi, insan hikayeleri her şeyin önünde tutuluyor, bu yanıyla oldukça gerçekçi, her insanın (bizim jesus kadar küçük bile olsa) bir öyküsü, geçmişi, umutları, göz yaşları, kendine has bir gülümsemesi var...her insan eninde sonunda beyinden değil bir kalpten ibaret...bu motifler film boyunca en rafine haliyle arzı endam ediyor, sosyal çöküntü, fakirlik, yalın/güzel müzikler bu hikayeye fon teşkil ediyor, oyunculuklar görülebilecek en duru formda ve filmin en sağlam yönü, sanki yanı başınızda ağlıyor o veled, öyle dokunuyor insana, babasıyla ilgili bazı sahnelerde, animelerdeki gibi kocaman göz yaşları döküyor bu çocuk ve babasız olanlarda daha bi burun sızlatıyor!.”


https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/489969524369999/

3 Kasım 2012 Cumartesi

Mother of Mine / Aideista parhain / Benim annem (2005) - Klaus Haro

Äideistä parhain /  Mother of Mine / Benim annem (2005) - Klaus Härö 

Öncelikle @[643517721:2048:Hüseyin] abinin yüksek müsaadeleriyle, çünkü aşağı yukarı bir yıl önce 2011 in Aralık ayında bu filme değinmiş.

Finlandiya – İsveç ortak yapımı enfes bir dram. Küçük tanıtım yazıma geçmeden önce filmi izlerken kendinizi dağılmamak adına sıkmamanızı öneririm yoksa film sonunda küçük bir yumruğu boğazınızda uzun bir süre hissediyor olacaksınızdır…

Film II. Dünya savaşında yaşanan gerçek bir dramı anlatıyor. Bir cephe gerisi filmi. Belki de pek fazla bilinmeyen bir dram. Savaş esnasında zor durumda olan Finlandiya’ya yardım edebilmek amacıyla İsveç 70 bin civarındaki savaş mağduru ailelerin çocuğunu geçici misafir olarak yani savaş süresince ülkedeki gönüllü ailelerin yanına yerleştirmiştir. Yönetmen bu dönemi, ailesi tarafından terk edildiğini düşünen ve vekil aileye henüz bağlanamamış 9 yaşındaki Euro isimli bir çocuğu izleyerek anlatır. 

İki yanda da birer anne ve bir çocuk, mevcut psikolojinin tüm oyuncular tarafından çok iyi yüklenildiği ve seyirciye aktarıldığı bir film. Dış mekan güzelliğini anlatmama gerek yok, her İskandinav filminde olduğu gibi harika bir doğa. 

Son olarak “Mutlaka izleyin” e yakın bir telkinim olacak ;)

Öncelikle Hüseyin abinin yüksek müsaadeleriyle, çünkü aşağı yukarı bir yıl önce 2011 in Aralık ayında bu filme değinmiş.

Finlandiya – İsveç ortak yapımı enfes bir dram. Küçük tanıtım yazıma geçmeden önce filmi izlerken kendinizi dağılmamak adına sıkmamanızı öneririm yoksa film sonunda küçük bir yumruğu boğazınızda uzun bir süre hissediyor olacaksınızdır…

Film II. Dünya savaşında yaşanan gerçek bir dramı anlatıyor. Bir cephe gerisi filmi. Belki de pek fazla bilinmeyen bir dram. Savaş esnasında zor durumda olan Finlandiya’ya yardım edebilmek amacıyla İsveç 70 bin civarındaki savaş mağduru ailelerin çocuğunu geçici misafir olarak yani savaş süresince ülkedeki gönüllü ailelerin yanına yerleştirmiştir. Yönetmen bu dönemi, ailesi tarafından terk edildiğini düşünen ve vekil aileye henüz bağlanamamış 9 yaşındaki Euro isimli bir çocuğu izleyerek anlatır.

İki yanda da birer anne ve bir çocuk, mevcut psikolojinin tüm oyuncular tarafından çok iyi yüklenildiği ve seyirciye aktarıldığı bir film. Dış mekan güzelliğini anlatmama gerek yok, her İskandinav filminde olduğu gibi harika bir doğa.

  
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/489743851059233/

23 Ekim 2012 Salı

The Inheritance / Arven / Miras (2003) – Per Fly

The Inheritance / Arven / Miras (2003) – Per Fly

Per Fly’ın Danimarka’nın sınıf yapısını anlattığı üçlemesi(sınıfsal çatışmalar)nin üçüncü filmi. 

Çelik üretimi yapan bir ailenin oğlu aile şirketinde yer almayı istemeyip İsveç’de tiyatro yapan sevgilisiyle yaşamakta ve bir lokanta işletmektedir. Ancak babasının ölümü ile annesinin işi devralması gerektiğini söylemesiyle istemediği şekilde yolunu değiştirmek zorunda kalacaktır. Bu durum bir çok dengeyi bozacaktır. Uzun zamandır maddi sıkıntı içinde olan baba bu durumu çözemeyip intihar etmiştir. Şirket için alınması gereken kararlar, işten çıkarmalar, uluslararası bir şirket ile birleşme ve ailesi için yapması gereken bu mecburi görev hayatını altüst edecektir. Aldığı bu karar kişisel umutlarını ertelemesine değecek midir. 

Fedakarlıkların ve sorumlulukların çakıştığı, çatıştığı ve iyi denebilecek şekilde yorumlandığı bir film. İlişkisine ve hatta sevgilisinin umutlarına sahip çıkmaya çalışan bir kadın ve aile şirketini -belki de annesinin hırsının sürüklemesiyle- tekrar canlandırmaya çalışan adam. 

Sert olmayan bir film, mutlaka izlenmesi gereken bir film de değil bu arada, genel hatlarıyla para var huzur, saadet yok durumu ama mesajları olan bir film ;)

Keyifli izlemeler efendim…

Per Fly’ın Danimarka’nın sınıf yapısını anlattığı üçlemesi(sınıfsal çatışmalar)nin üçüncü filmi.

Çelik üretimi yapan bir ailenin oğlu aile şirketinde yer almayı istemeyip İsveç’de tiyatro yapan sevgilisiyle yaşamakta ve bir lokanta işletmektedir. Ancak babasının ölümü ile annesinin işi devralması gerektiğini söylemesiyle istemediği şekilde yolunu değiştirmek zorunda kalacaktır. Bu durum bir çok dengeyi bozacaktır. Uzun zamandır maddi sıkıntı içinde olan baba bu durumu çözemeyip intihar etmiştir. Şirket için alınması gereken kararlar, işten çıkarmalar, uluslararası bir şirket ile birleşme ve ailesi için yapması gereken bu mecburi görev hayatını altüst edecektir. Aldığı bu karar kişisel umutlarını ertelemesine değecek midir.

Fedakarlıkların ve sorumlulukların çakıştığı, çatıştığı ve iyi denebilecek şekilde yorumlandığı bir film. İlişkisine ve hatta sevgilisinin umutlarına sahip çıkmaya çalışan bir kadın ve aile şirketini -belki de annesinin hırsının sürüklemesiyle- tekrar canlandırmaya çalışan adam.

Sert olmayan bir film, mutlaka izlenmesi gereken bir film de değil bu arada, genel hatlarıyla para var huzur, saadet yok durumu ama mesajları olan bir film ;)


https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/485131858187099/ 

22 Ekim 2012 Pazartesi

La graine et le mulet / The Secret of the Grain / Couscous / Grain and Mullet /
Balıklı Bulgur / Kuskus (2007) - Abdellatif Kechiche

La graine et le mulet / The Secret of the Grain / Couscous / Grain and Mullet / 
Balıklı Bulgur / Kuskus (2007) - Abdellatif Kechiche

Her şeyden önce filmi siz sinemasever arkadaşlarıma uzatmadan ama her şeyinden de bahsederek nasıl sunabilirim bilmiyorum, başladığım gibi de gidiyorum, cümle ya da anlatım hatası olursa affola…

İstanbul film festivalinde de gösterilen ve yine festival havasında izlenen ve son yıllarda gerçekten müthiş keyif alarak izlediğim bir dram…

Yer Tunus’lu göçmenlerin Fransızlarla bir arada yaşadığı Fransa’nın liman şehri Séte. Yönetmen bilindik göçmen hikayelerinin aksine öteki beriki olayına girmeden göçmenlik meselesini içselleştirerek anlatmakta. 

60’lı yaşlarda tersane işçisi olarak çalışan Süleyman’ın oldukça geniş bir ailesi vardır, dört çocuğu, damat,  gelin ve torunların dışında komşu ve dostları. Karısından ayrıdır ve kendisine ait bir otel işleten bir kızı olan kadınla birliktedir, otelde kalmaktadır. Yaşının ve buna bağlı olarak performansının getirdiği olumsuzlukla bir şekilde işyerinden çıkışı verilir. Çaresizdir, hem ailesine hem de birlikte yaşadığı yeni ailesine karşı sorumludur ve bir şeyler yapmalıdır.
Hurdaya çıkarılacak bir gemiyi alarak restoran yapmaya ve eski karısının Tunus’un özel bir yemeği olan kuskusla balığı burada Fransızların damak zevkine sunmak ister. Karşısına hesap etmediği ya da zorlanacağını düşünemediği bir sürü prosedürler çıkar, sermaye, belgeler, izinler vs.
Tüm ailenin el ele vererek başarmaya çalıştığı bu işte türlü aksilikler, özveriler, neşeli ve kederli anlar tüm film boyunca Süleyman’ın çevresinde olacaktır.
Oyuncularının belki de çoğu sıradan ama müthiş işler çıkarmışlar ve çok doğallar bana göre. Film 160 dakikaya yakın, bir çok noktada kurgunun yetersizliğinden söz edilebilinir bu bağlamda, son bir saatinin sizi tamamı ile içine alacağından emin olduğum filmi sıkılmadan izleyeceğinizden eminim ve hatta ilk defa mutlaka izleyin diye baskılıyorum ;)

Keyifli izlemeler efendim…

Her şeyden önce filmi siz sinemasever arkadaşlarıma uzatmadan ama her şeyinden de bahsederek nasıl sunabilirim bilmiyorum, başladığım gibi de gidiyorum, cümle ya da anlatım hatası olursa affola…

İstanbul film festivalinde de gösterilen ve yine festival havasında izlenen ve son yıllarda gerçekten müthiş keyif alarak izlediğim bir dram…

Yer Tunus’lu göçmenlerin Fransızlarla bir arada yaşadığı Fransa’nın liman şehri Séte. Yönetmen bilindik göçmen hikayelerinin aksine öteki beriki olayına girmeden göçmenlik meselesini içselleştirerek anlatmakta.

60’lı yaşlarda tersane işçisi olarak çalışan Süleyman’ın oldukça geniş bir ailesi vardır, dört çocuğu, damat, gelin ve torunların dışında komşu ve dostları. Karısından ayrıdır ve kendisine ait bir otel işleten bir kızı olan kadınla birliktedir, otelde kalmaktadır. Yaşının ve buna bağlı olarak performansının getirdiği olumsuzlukla bir şekilde işyerinden çıkışı verilir. Çaresizdir, hem ailesine hem de birlikte yaşadığı yeni ailesine karşı sorumludur ve bir şeyler yapmalıdır.
Hurdaya çıkarılacak bir gemiyi alarak restoran yapmaya ve eski karısının Tunus’un özel bir yemeği olan kuskusla balığı burada Fransızların damak zevkine sunmak ister. Karşısına hesap etmediği ya da zorlanacağını düşünemediği bir sürü prosedürler çıkar, sermaye, belgeler, izinler vs.
Tüm ailenin el ele vererek başarmaya çalıştığı bu işte türlü aksilikler, özveriler, neşeli ve kederli anlar tüm film boyunca Süleyman’ın çevresinde olacaktır.
Oyuncularının belki de çoğu sıradan ama müthiş işler çıkarmışlar ve çok doğallar bana göre. Film 160 dakikaya yakın, bir çok noktada kurgunun yetersizliğinden söz edilebilinir bu bağlamda, son bir saatinin sizi tamamı ile içine alacağından emin olduğum filmi sıkılmadan izleyeceğinizden eminim ve hatta ilk defa mutlaka izleyin diye baskılıyorum ;)


https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/484755868224698/ 

18 Ekim 2012 Perşembe

Tyrannosaur / Tiranozor (2011) - Paddy Considine

 
Tyrannosaur benim daha önce paylaştığım,yere göğe koyamadığım film. Bile bile yeniden paylaşma sebebim ise; bu filmi gözünden kaçırmış olan yeni üyelere bir güzellik yapmak ve "iyi ki buradayım yoksa böyle bir filmden haberim olmadan ölüp gidecektim"demelerini sağlamak:)) Şaka bir yana aslında bu filmi yakın çevremdeki herkese izlettim ama burada geriye dönük bulamadığım için tekrar önermekte sakınca görmüyorum.
Bana göre son zamanlarda izlediğim konusu, oyuncuları, sinema dili ve işlenişiyle en etkileyici yapımlardan biri. Aldığı ödüller tek başına bir kriter değil elbette daha filmin ilk dakikalarından itibaren Peter Mulan'ın ve ona eşlik eden Olivia Colman'ın görkemli ama abartısız oyunculuklarını izlerken, elinizde bir ödül olsa zaten verirsiniz...
Yalnız,işsiz alkol problemi olan ve daima öfkeli Joseph ile eşya yardımı yapan bir dükkanı işleten, evli, inançlı, görünüşte sakin Hannah'ın çakışan ve birbirini etkileyen hüzün veren öyküleri. Son derece güzel bir film. Tekrar ve kesinlikle tavsiye ederim. İyi seyirler:)))
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/482694335097518/