Paylaştığım filmlere ait -facebook grubumuzdaki yorumları içeren- detay linkleri sadece "Cult Movies & Soundtracks" facebook grubuna üye olanlara aktiftir. Yorumları görebilmeniz için söz konusu gruba üye olmanız gerekmektedir. Facebook grubumuzdaki paylaşım tarihlerine sadık kalındığından zamanla ilave edilen filmler blogun en üstünde değil ait olduğu tarihte yer alacaktır. Film listesi başlığı altından güncellemeleri kontrol etmenizi öneririm.
7 Aralık 2012 Cuma
Carmen (2003) - Vicente Aranda
Beş
günden beri izlediğin VINCENTE ARANDA serisinin son filmi….Her filminde
izleyiciyi ayrı şaşkınlıklara uğratan Aranda, Carmen’de de bu
özelliğini çok iyi sürdürüyor. Carmen için ne La Pasion Turca’da olduğu
gibi kötü bir film, ne Libertarias ve Celos’ta olduğu gibi çok başarılı
bir film demek mümkün değil. Ama beyazperdeye aktarılan veya
tiyatroda ve operada sahnelenen Carmen yapımları arasında PROSPER
MERIMEE’nin romanına en sadık kalınarak uyarlanmış yapıt demek olası…
Sevgili Gülay’ın benim Aranda ile ilgili yazıma yaptığı ve Kaya
Özkaracalar’dan aktardığı “çok az sinemacı, aşk ve ölüm arasında,
ihtiras dolayımıyla tesis edilen ilişkiyi onun gibi son raddeye kadar
tasvir edebilmiştir” yorumunun CARMEN filmi için de geçerli olduğunu
söylemek gerekir. Aslında Carmen zaten Merimee’nin yazdığı otantik
şekliyle de aşk-ihtiras ve ölüm romanı…
Beş
günden beri izlediğin VINCENTE ARANDA serisinin son filmi….Her filminde
izleyiciyi ayrı şaşkınlıklara uğratan Aranda, Carmen’de de bu
özelliğini çok iyi sürdürüyor. Carmen için ne La Pasion Turca’da olduğu
gibi kötü bir film, ne Libertarias ve Celos’ta olduğu gibi çok başarılı
bir film demek mümkün değil. Ama beyazperdeye aktarılan veya
tiyatroda ve operada sahnelenen Carmen yapımları arasında PROSPER
MERIMEE’nin romanına en sadık kalınarak uyarlanmış yapıt demek olası…
Sevgili Gülay’ın benim Aranda ile ilgili yazıma yaptığı ve Kaya
Özkaracalar’dan aktardığı “çok az sinemacı, aşk ve ölüm arasında,
ihtiras dolayımıyla tesis edilen ilişkiyi onun gibi son raddeye kadar
tasvir edebilmiştir” yorumunun CARMEN filmi için de geçerli olduğunu
söylemek gerekir. Aslında Carmen zaten Merimee’nin yazdığı otantik
şekliyle de aşk-ihtiras ve ölüm romanı…
Aranda, belki konuya yeni
bir katkı sağlamamış ama, 1830’ların görünümünü yansıtan muhteşem
Sevilla ve Cordoba manzaraları ve erotik görüntüleri ile görselliği
oldukça yukarılara taşımış.
Carmen rolünde Paz Vega, Basklı Jose rolünde ise Leonardo Sbaraglia son derece başarılı…
“Çok az sinemacı, aşk ve ölüm arasında, ihtiras dolayımıyla tesis
edilen ilişkiyi onun gibi son raddeye kadar tasvir edebilmiştir”
yorumuna dönecek olursak, Aranda mı Carmen’i sinemalaştırdı, yoksa
Carmen mi Aranda’ ya “ cuk” diye uydu sorusunu sormak gerekir… Tüm
bildik konusuna karşın her ne kadar Carlos Saura kadar başarılı olmasa
da Vicente Aranda’nın Carmen’i de izlenmeyi sonuna kadar hak ediyor…
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/503260889707529/
5 Aralık 2012 Çarşamba
Brothers / Brodre / Kardeşler (2004) - Susanne Bier
Brothers
( Brodre) Danimarka'lı yönetmen Susanne Bier'ın izlediğim dördüncü
filmi olmuş. Olmuş diyorum çünkü filmlerini beğensem de -neden
bilmem-peşine düşmediğim bir yönetmendi Bier. İlk kez Halle Berry ile
başrolü paylaşan Benicio Del Toro'nun hatırına başına oturduğum
Things We Lost in The Fire , sonrasında daha keyifle izlediğim ve
paylaştığım After The Wedding geldi. 2011 yılında En İyi Yabancı Film
dalında Oscar'ı alan In A Better World -ne yalan söyleyeyim-beğensem de
çok fazla etkilenmediğim bir filmdi. Ama mesela Dogma akımına göre
çekilen -bu akım hakkında öğrendiklerimi ve hakkında yorumumu da burada
paylaştığım- Open Hearts yönetmenin en sevdiğim filmi oldu. Bugün
paylaştığım 2004 yapımı Sundance’de Seyirci Ödülü ve San Sebastian’da
En İyi Aktör ödüllerini alan "Brothers" ise bana göre ortalarda yer
alacak " hiç fena değil" dediğim bir film.
Biri aklı başında
sorumluluk sahibi asker, diğeri serseri mizaçlı ve hapisten yeni çıkan
iki erkek kardeşin birbirlerine olan sevgisi Barış Gücünde çalışan abi
Michael'ın görevli gittiği Afganistan’dan ölüm haberinin gelmesiyle
adeta sınavdan geçiyor. Abisinin ailesiyle zaman geçirmeye başlayan
Jannik ve Michael’ın eşi arasındaki yakınlaşma masum boyutlarda kalsa
da, kazadan esir olarak kurtulan ve sağ kalabilmek için yaptığı şeyle
vicdanı ağırlaşan Michael için kırılma noktasını oluşturuyor.
Biri aklı başında
sorumluluk sahibi asker, diğeri serseri mizaçlı ve hapisten yeni çıkan
iki erkek kardeşin birbirlerine olan sevgisi Barış Gücünde çalışan abi
Michael'ın görevli gittiği Afganistan’dan ölüm haberinin gelmesiyle
adeta sınavdan geçiyor. Abisinin ailesiyle zaman geçirmeye başlayan
Jannik ve Michael’ın eşi arasındaki yakınlaşma masum boyutlarda kalsa
da, kazadan esir olarak kurtulan ve sağ kalabilmek için yaptığı şeyle
vicdanı ağırlaşan Michael için kırılma noktasını oluşturuyor.
Cannes Film Festivali dahil toplamda 13 ödüle layık görülen filmimizin
-henüz izlemedim- ama 2009 yılında Hollywood versiyonu da çekilmiş.
Oyuncuları, senaryosu, yönetmenin kendine has bulmaya başladığım ikili
ilişkileri ve her insanın içinde olup, her zaman ortaya çıkabilecek iyi
ya da kötüyü işleyiş şekliyle ve tabi güzel müzikleriyle ayıracağınız
zamana acımayacağınız bir film diye düşünüyorum. İyi seyirler...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/502759163091035/
Der siebente Kontinent / The Seventh Continent / Yedinci Kıta (1989) - Michael Haneke
Huzursuz
edici filmlerin yönetmeni olarak bilinen ve insan ruhunun
derinliklerinde, dehlizlerinde, labirentlerinde dolaşması ve izleyiciyi
de buna davet etmesiyle ünlenen, yarattığı tekinsiz atmosferlerin içine
çekerek izleyiciyi germek ve tedirgin etmek suretiyle toplumsal ve
ahlaki değerleri sorgulamaya iten ve bu amacını genellikle çağdaş
çekirdek aile ya da sıradan bireyler üzerinden yapan Michael Haneke’nin
“Duygusal Buzlaşma” ya da diğer adıyla “Kent Üçlemesi” olarak bilinen
üçlemesinin ilk filmi. (Sinemada üçlemelerle ilgilenenlere sevgili Vahit
Karataş’ın gruba kazandırdığı “Sinemada Üçlemeler” konulu önemli
çalışmasını incelemesini öneririm.)
Huzursuz
edici filmlerin yönetmeni olarak bilinen ve insan ruhunun
derinliklerinde, dehlizlerinde, labirentlerinde dolaşması ve izleyiciyi
de buna davet etmesiyle ünlenen, yarattığı tekinsiz atmosferlerin içine
çekerek izleyiciyi germek ve tedirgin etmek suretiyle toplumsal ve
ahlaki değerleri sorgulamaya iten ve bu amacını genellikle çağdaş
çekirdek aile ya da sıradan bireyler üzerinden yapan Michael Haneke’nin
“Duygusal Buzlaşma” ya da diğer adıyla “Kent Üçlemesi” olarak bilinen
üçlemesinin ilk filmi. (Sinemada üçlemelerle ilgilenenlere sevgili Vahit
Karataş’ın gruba kazandırdığı “Sinemada Üçlemeler” konulu önemli
çalışmasını incelemesini öneririm.)
Haneke favori
yönetmenlerimden olmasa da filmlerini en çok merak ettiğim
yönetmenlerdendir. En çok konuşulan filmlerini izledim ve bazılarını
beğenmiş olsam da hiçbirini başyapıt düzeyinde bulmadım. En iyi filmi
olarak kabul edilen ve bu yıl Cannes’da “Altın Palmiye” kazanan “Amour”u
henüz izlemedim ama hakkında çok olumlu övgüler okudum. Öncelikle
izlenecekler arasındadır.
Yukarda da belirttiğim gibi “Yedinci
Kıta” “Duygusal Buzlaşma” üçlemesinin ilk filmi ve genel kanı bu üç film
içinde en iyisi olduğu yönünde. Üçlemenin diğer filmlerinden 1992’de
çektiği “Benny’nin Videosu”nu izledim, 1994’te çektiği “Tesadüfi Bir
Kronoloji’nin 71 Parçası”nı ise izlemedim. Ergenliğe yeni adım atan ve
zamanını şiddet videoları izleyerek geçiren Benny’nin bunların etkisiyle
duygusuzca şiddet uygulamasını anlatan ve bunun nedenlerini
sorgulamamızı isteyen “Benny’nin Videosu” oldukça iyi bir filmdi.
“Tesadüfi Bir Kronoloji’nin 71 Parçası” ise 19 yaşındaki bir gencin bir
bankaya girip rastgele üç kişiyi vurarak öldürdükten sonra intihar
etmesi ve geriye dönüşlerle bunun nedenlerinin anlatıldığı ve bu
nedenler üzerine düşünülmesinin istendiği bir film. Bu film için
okuduğum eleştirilere göre “Benny’nin Videosu”ndan hallice, “Yedinci
Kıta”dan halsizce diyebilirim.
Herhangi bir Avrupa ülkesinin
herhangi bir şehrinde bir çekirdek aile… Mühendis baba Georg, gözlükçü
anne Anna ve kızları Eva görünüşte varlıklı ve iyi bir yaşam süren bir
ailedir. Maddi durumları, işleri güçleri ve yaşantıları gayet iyidir.
Film, bu ailenin gündelik yaşamlarından rastgele kesitler vererek açılır
ve başta göze hoş görünen gündelik yaşam rutinleri içerdiği duygusuzluk
ve biteviyelikle izleyiciyi sıkmaya ve bunaltmaya başlar. Ailenin de bu
rutin içinde boğulmakta olduğunu hissedersiniz. Aile hakkında
görüntüler dışındaki detayları Anna’nın Georg’un anne ve babasına
yazdığı mektuptan öğreniriz. Oldukça iyi bir yaşam sürmelerine rağmen
aile bireylerinin yüzlerinden bıkkınlık ve mutsuzluk akmaktadır ama
bununla ilgili hiçbir diyalog duymayız. Ta ki Georg’un kendi anne
babasına yazdığı bir mektup okunmaya başlayana dek… sonrası ise huzursuz
edici, iç daraltıcı, sinir bozucu görüntüler eşliğinde ivme kazanan bir
tükeniş ve tükenişle birlikte modern yaşama karşı bir isyan, bir
başkaldırıdır adeta… tuhaf bir yöntemle yapılır bu. Hüzünlü, iç burkan,
yürek sıkıştıran bir yöntemle…
İzlenmesi ve hazmı zor bir
film “Yedinci Kıta”. Durgun ve minimalist bir üslubu var fakat baştan
sona sürekli sizi zorluyor, tedirgin ediyor ve sinir bozucu finaline
doğru adım adım hazırlıyor.
İzlediğim için memnun olduğum bir filmdir. Sizin de izlemenizi tavsiye ediyorum.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/502532189780399/
La regle du jeu / The Rules of the Game / Oyunun Kuralı (1939) - Jean Renoir
Bugüne
dek Bunuel'in, Godard'ın, Haneke'nin ve daha pek çok farklı ismin
burjuvazi üzerine getirdiği eleştirileri izledik, gözlemleme fırsatımız
oldu. Adı geçen isimler çoğu zaman dertlerini göndermeler yaparak
çeşitli sembolleri işleyerek izleyiciye sunma yolunu seçtiler. Jean
Renoir ise bu filminde doğrudan doğruya burjuvazinin yozluğunu,
çirkinliğini, çürümüşlüğünü ve dahi kokuşmuşluğunu acımasız bir biçimde
ifşa ediyor, ve bu değerlere tabiri caizse "cepheden saldırıyor."
Bugüne
dek Bunuel'in, Godard'ın, Haneke'nin ve daha pek çok farklı ismin
burjuvazi üzerine getirdiği eleştirileri izledik, gözlemleme fırsatımız
oldu. Adı geçen isimler çoğu zaman dertlerini göndermeler yaparak
çeşitli sembolleri işleyerek izleyiciye sunma yolunu seçtiler. Jean
Renoir ise bu filminde doğrudan doğruya burjuvazinin yozluğunu,
çirkinliğini, çürümüşlüğünü ve dahi kokuşmuşluğunu acımasız bir biçimde
ifşa ediyor, ve bu değerlere tabiri caizse "cepheden saldırıyor."
Babası orkestra şefi olan, Avusturya'lı Christine, onun aşkı uğruna
Atlantik'i uçakla geçen ve ulusal bir kahramana dönüşen Andre,
Christine'in eşi, ince, duyarlı, mekanik aletlere meraklı Marquis
Cheyniest ve onun metresi Genevieve, bütün bunların yanında Andre'nin
ve Christine'in ortak arkadaşı olan, Christine'in yaşadığı malikaneye
rahatça girip çıkabilen, Andre ile Christine'in arasını yapmaya çalışan
ama aslında kendisi de ona aşık olan Octave -ki bu rolde yer alan isim
Jean Renoir'ın bizzat kendisidir.- Yani amiyane tabirle tam anlamıyla
bir "kimin eli kimin cebinde belli değil" vaziyeti.
Çekildiği
dönemde müthiş bir etki yaratmış ve çok ciddi tepkiler görmüş.
Gösterildiği sinemaların yakıldığına dair rivayetler dahi var. Sosyal
sınıf tahlili, burjuvazinin çarpık ilişkileri ve aşk dahil her şeyin
ellerinde itibarsızlaşması... Jean Renoir'ın en değerli işlerinden
biri... Kesinlikle görülmesi gereken çok sıkı bir eleştiri, sağlam bir
film... Sizler de görmelisiniz bu nefis filmi diyor ve bitiriyorum...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/502645059769112/
Pieta / Acı (2012) - Ki-duk Kim
Kim-Ki
Duk’un 18 inci filmi ve 69 uncu Venedik Film Festivali Altın Ayı ödülü
sahibi. Ödüle dair bir ayrıntı ise ödülün önce Paul Thomas Anderson’un,
Scientology tarikatını işlediği “The Master” filmine gidip festivak
kuralları gereğince Pieta’ya verilmesi.
Yönetmenin önceki
filmlerine nazaran oldukça sert, şiddet dozu yüksek ve konuşkan bir
film. Tefeciler adına çalışan ve duygudan yoksun olduğunu düşündüğümüz
Gang Du patronlarının alacaklarını şiddetin en uç noktalarına başvurarak
müşterilerden toplamaya çalışmakta ve zor durumda olan insanları daha
önce imzalattığı sigorta poliçelerinden para alabilmek için o acımadan
sakat bırakmaktadır. İşini sınırsız bir kötülükle yapan bu adamın tahmin
edileceği üzere korkusu ve şüpheleri yoktur. Zira ne bir ailesi ne de
koruyup kollayacağı, kaygı duyacağı sevdiği birisi vardır. Annesi
olduğunu iddia eden ve ondan sürekli özür dileyen bir kadının ansızın
karşısına çıkmasıyla tüm hayatının ve duygularının değişmesine tanıklık
ederiz biz de. Özür dileme sıkça karşımıza çıkar. Bağlılık, intikam,
merhamet duygularının yoğun bir şekilde verildiği film sarsıcı bir sonla
biter. Bununla birlikte Güney Kore’nin ekonomik dönüşümüne, merdiven
altı işletmelerin içine düştükleri çaresizliğe ve yaşadıkları dramlara
da şahit oluruz.
Yönetmenin önceki
filmlerine nazaran oldukça sert, şiddet dozu yüksek ve konuşkan bir
film. Tefeciler adına çalışan ve duygudan yoksun olduğunu düşündüğümüz
Gang Du patronlarının alacaklarını şiddetin en uç noktalarına başvurarak
müşterilerden toplamaya çalışmakta ve zor durumda olan insanları daha
önce imzalattığı sigorta poliçelerinden para alabilmek için o acımadan
sakat bırakmaktadır. İşini sınırsız bir kötülükle yapan bu adamın tahmin
edileceği üzere korkusu ve şüpheleri yoktur. Zira ne bir ailesi ne de
koruyup kollayacağı, kaygı duyacağı sevdiği birisi vardır. Annesi
olduğunu iddia eden ve ondan sürekli özür dileyen bir kadının ansızın
karşısına çıkmasıyla tüm hayatının ve duygularının değişmesine tanıklık
ederiz biz de. Özür dileme sıkça karşımıza çıkar. Bağlılık, intikam,
merhamet duygularının yoğun bir şekilde verildiği film sarsıcı bir sonla
biter. Bununla birlikte Güney Kore’nin ekonomik dönüşümüne, merdiven
altı işletmelerin içine düştükleri çaresizliğe ve yaşadıkları dramlara
da şahit oluruz.
Anne rolündeki Min-Soo Jo ve Gang-Do rolündeki
Jung-jin Lee filmin ve rollerinin hakkını fazlasıyla vermişler,
özellikle anne. Müzik oldukça az ama yerinde.
Bu arada filmin
ismi Pietà” daha önceden Caner Bey’in de değindiği gibi
Michaelangelo’nun kucağında İsa’yı tutan Meryem Ana heykelinden geliyor
ve anne-oğul ilişkilerine göndermelerde bulunuyor.
Kesinlikle
beklediğime değdi. Şiddet eşiği düşük izleyicelere önerir mi bilemiyorum
ama kesinlikle herkese tavsiye edebileceğim dağıtan bir film.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/502824153084536/
Etiketler:
2012,
Acı,
Gülay Yılmaz,
Ki-duk Kim,
Pieta
Samaritan Girl / Samaria / Fedakar Kız (2004) - Ki-duk Kim
Güney
Kore sinemasının en çok tartışma yaratan ve yükselen isimlerinden Kim
Ki-Duk’un hem senaryosunu hem de yönetmenliğini yaptığı 2004 yapımı
film. Aynı yıl Berlin Uluslararası Film Festivalinde en iyi yönetmen
ödülü almış. Bununla birlikte IMDB puanı 7.2
Güney
Kore sinemasının en çok tartışma yaratan ve yükselen isimlerinden Kim
Ki-Duk’un hem senaryosunu hem de yönetmenliğini yaptığı 2004 yapımı
film. Aynı yıl Berlin Uluslararası Film Festivalinde en iyi yönetmen
ödülü almış. Bununla birlikte IMDB puanı 7.2
Güney Kore filmlerine
olan düşkünlüğüm ile takibe aldığım yönetmenlerden. Kendisi ile tanışmam
2005 yapımı ve Venedik Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülü alan
Bin Jip-Boş Ev filmi ile olmuştu. Filmlerinde sevgi, sadakat,
fedakarlık, bağlılık, ahlak gibi temaları seyirciyi rahatsız edecek
şekilde işleyen aykırı bir yönetmen. Haliyle kahramanları da marjinal
ve toplumun aykırı bulduğu, kenara ittiği insanlar. Öz yaşam öyküsünü
okuduğunuzda bu marjinalliği ve sertliği anlıyorsunuz elbet. Filmlerinin
en büyük özelliği ise sessizliği, çok fazla diyalog görmeden tüm
duyguyu hissedebiliyorsunuz. Herkesin habire konuştuğu ama hiçbir şey
anlatmadığı dünyada o kadar iyi geliyor ki bu sessizlik. Kendinizi gayet
güzel kullanılmış metaforlara, eşşiz görselliğe ve yerinde kullanılmış
müziğe bırakıyorsunuz. İlerleyen günlerde diğer filmlerine de sırayla
dokunmaya çalışacağım.
Gelelim filmimizin konusuna; birbirlerini çok
seven ve birlikte Avrupaya seyahat etmek isteyen liseli iki kız arkadaş
para biriktirebilmek için en kolay/en zor yöntemi seçerler. Jae Young,
Yeo-Jin’in kusursuz bir şekilde yönettiği organizasyonla internet
üzerinden bulduğu erkeklerle birlikte olur. Yeo-Jin, bu durumdan
rahatsız olsa da Jae Young yaptığı işe duygusallık katarak bu durumu
kendisi açısından katlanılmaz olarak yaşamayı başarabilmektedir. Ancak
bir gün motel odasına yapılan polis baskını sonucu Jae Young pencereden
atlayacak ve kısa süre sonrada hayata veda edecektir. Yeo-Jin,
arkadaşına olan borcunu o paraları aldıkları erkeklerle birlikte olarak
ve geri vererek ödeyeceğini düşünerek tek tek adamları aramaya başlar.
Polis olan babasının olayı farketmesiyle birlikte olaylar farklı
boyutlar da gelişir. Farklı bir tat almak isteyenlere öneririm, iyi
seyirler.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/502651173101834/
29 Kasım 2012 Perşembe
Week-End / Hafta Sonu (1967) - Jean-Luc Godard
Babasının
ölümü ile birlikte elde edeceği mirastan alacağı payın hayaliyle bir
kadın eşiyle birlikte hafta sonu yola çıkar. Bu yolda onları çıldırtıcı
bir trafik, kazalar, ölümler, aniden karşılarına çıkıveren tarihsel
karakterler ve daha neler neler beklemektedir.
"Yeni Dalga"
akımının en gözde, en şahane örneklerinden biri. Sürrealist sinemanın
doruklarından. Konusunu, neleri işlediğini bulma işini size bırakıyorum.
Sadece burjuva değerlerinin çok sıkı bir eleştirisini yaptığını, bunu
yaparken çoğu zaman semboller ve göndermeler üzerinden yürüdüğünü kimi
zaman da düpedüz bildiri oku(n)duğunu söyleyebilirim.
Genç,
yakışıklı ve en önemlisi zengin olduğu için geçiş hakkına sahip olan
kazazede, yanan arabadan kurtulduğuna sevinmek yerine kül olan marka
çantası için ağlayan kadın, hayattan istediğini kendisine sunabilecek
biri karşılarına çıktığında biri mercedes diğeri gerçek sarışın olmak
isteyen bir karı koca. Bu liste uzar gider.
Haneke ve Bunuel
filmleri bizi bu değerlerin ters yüz edilmesine alıştırmıştı zaten ama
Godard'ın bu işi böyle muazzam bir şekilde yaptığı, bu denli sıkı bir
filmini bu kadar geç izlemiş olmak üzdü beni doğrusu. Sizlere de mutlaka
tavsiye ediyorum, kaçırmayın diyorum...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/499903810043237/
28 Kasım 2012 Çarşamba
The Lost Weekend / Yaratılan Adam (1945) - Billy Wilder
1945 ABD yapımı. Yönetmeni Billy Wilder. Bir başyapıt…
1945 ABD yapımı. Yönetmeni Billy Wilder. Bir başyapıt…
Yönetmen Billy Wilder bir dev… “Some Like It Hot”, “Sunset Boulevard”,
“Witness For The Prosecution”, “Double Indemnity”, "The Apartment",
“Stalag 17” gibi başyapıtları sinemaya kazandırmış 6 Oscar’lı bir dev…
İzninizle filmi tanıtmaya başlamadan önce büyükustaya saygılarımı
bildirmek istiyorum. Sinema ışıkları içinde uyusun.
Don Birnham
başarısız bir yazar ve iflah olmaz bir alkoliktir. Erkek kardeşi Wick
ve sevgilisi Helen’ın çok sıkı gözetimi ve denetimi altında, onların
destek ve yardımlarıyla yaşamaktadır. Üçü bir hafta sonu için birlikte
bir tatil planlarlar. Fakat Don daha önce defalarca olduğu gibi yine
alkol tutkusuna yenik düşecek ve parasız pulsuz ve perişanca bir şekilde
alkol aramaya çıkacaktır. Bu süreçte Don’un sefil ve tükenmiş acınası
halini, karşılaştığı durum ve kişileri ve ondan asla vazgeçmeyen
sevgilisinin canhıraş bir şekilde onu kurtarma çabalarını izleriz. Zaman
zaman geriye dönüşlerle ikisinin nasıl tanıştıklarını ve aralarındaki
aşkın gelişim evrelerini görürüz. Don’a zaman zaman kızar, zaman zaman
onun için üzülürüz.
Billy Wilder’ın her şeyi dozunda sade
anlatımı, başta Ray Milland’ın olağanüstü oyunculuğu olmak üzere çok iyi
oyunculuklar, sürükleyici ve çok kaliteli bir senaryo ve ortaya çıkan
müthiş bir film… Kaldı ki filmin kalitesi tam 4 Oscar’la ödüllendirildi.
En iyi film, en iyi yönetmen, en iyi senaryo ve en iyi erkek oyuncu
ödüllerini kazandı. Bu dallar en esaslı dallar ve filmin gücünü en çok
gösteren dallar. “Big Five” denilen ve sinema tarihinde sadece 3 filmin
başarabildiği başarıya ulaşmasına ramak kalmış bu filmi izlerken gücünü
her an hissediyorsunuz.
Billy Wilder ve Ray Milland yönetmen ve
oyuncu olarak Oscar dışında Cannes, Golden Globe ve New York Film
Critics Circle Awards ödüllerini de kazandılar. Milland ayrıca National
Board Review ödülünü de kazandı. Hem kendi kariyerinin hem de tüm sinema
tarihinin en başarılı oyunculuklarından birini çıkaran Milland için “Bu
kadar iyi oynamak ancak oynamamakla mümkündür.” diyorum.
Alkolizm gibi çok hassas ve çok önemli bir sosyal olguyu yan hikayelerle
destekleyerek abartmadan, ağdalamadan, popülist tuzaklara düşmeden son
derece başarılı bir biçimde anlatan bu başyapıtı izlemeyen kalmasın…
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/499483840085234/
Death Proof / Ölüm Geçirmez (2007) - Quentin Tarantino
DEATH
PROOF (ÖLÜM GEÇİRMEZ) 2007... Quentin Tarantino-Quentin
Tarantino-Quentin Tarantino-Quentin Tarantino-Quentin Tarantino-Quentin
Tarantino.......
DEATH
PROOF (ÖLÜM GEÇİRMEZ) 2007... Quentin Tarantino-Quentin
Tarantino-Quentin Tarantino-Quentin Tarantino-Quentin Tarantino-Quentin
Tarantino.......
Bu adamın filmleri anlatılmaz izlenir...Yine
müthiş film... En iyisi sizlere ekşi sözlükten alınan aşağıdaki
satırları aktarayım.
" milyonlarca kilometre öteden bile
"Tarantino filmiyim" diye bağıran müthiş tadı olan bir Tarantino
kokteyli. film hataları, korku, adrenalin, pms diyalogları, fetişizm,
siyah beyaz görüntüler, cinsellik, yaran diyaloglar,
tutucu-aptal-seksi-çılgın-deli kanlı
kızlar, diğer filmlere ironik göndermeler, kopmuş sahneler, nefes kesen
araba sahneleri, kucak dansı, türlü sıradışı olaylar ile süper bir
karışım oluşturmuş Tarantino ve tadından yenmez olmuş. Pulp Fiction'ı da
hatirlatmıyor değil bazı karelerinde film. Diğer tarantino yapıtları
ile kıyaslamak yerine ayri bir tat olarak izlenesi bol ironili,
müzikleri de yerli yerinde olan çarpıcı bir çalişma olmuş Death Proof."
Kurt Russell, Zoe Bell,Rosario Dawson ve Tracie Thoms doruklarda
oynuyorlar... Mutlaka izleyin. Bu gerçekten tam bir Tarantino
Kokteyli...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/499702200063398/
26 Kasım 2012 Pazartesi
Savrseni Krug / The Perfect Circle / Kusursuz Çember (1997) - Ademir Kenovic
Silahı tutan değil de silahın baktığı tarafı izlediğimiz bir film değil
midir bize savaşı daha iyi anlatan. Bizleri anlamsız kahramanlık
hikayelerinden kurtaran?
Bu film, o film işte. "Savaş dediğin
nedir? Neden olur? Sonuçları nelerdir?" gibi soruların kaynağının
anlamsızlığı üzerine dikkat çeken filmlerin sinema tarihinde farklı bir
yerde bulunması gerekir. Özellikle de bahsettiği coğrafyada geçen bir
savaştan yalnızca iki sene sonra çekilmiş ve köküne kadar eleştirel bir
filmin. Kusursuz Çember ya da orijinal dilinde Savrseni Krug’un.
Abdulah Sidran’ın bir şiiriyle açarız filmi. Daha bu ilk sahneden
itibaren bizi normal bir savaş filminin beklemediğini anlarız. Ailesinin
bu kıyımdan kurtulması için ülkeden gönderen ancak karakterin kendi
deyimiyle onları uzaktayken daha çok özleyen Hamza vardır eksenimizde.
Bir şair olan Hamza, belki şartlardan dolayı belki de kendi isteğiyle
kalmayı seçmiştir Saraybosna’nın kan püsküren topraklarında. Belki de
bir şair romantizmiyle bağlıdır ülkesine.
Ailesini gönderdiği
günün akşamında evde iki çocuk bulur: Adis ve Kerim. Sırp milislerin
bastığı köyden kurtulmayı başaran bu kardeşler, kimsesiz bir şekilde
Hamza’nın hayatına girmiştir. Filmin adı gibi adeta mükemmel bir çember
devinimiyle Hamza’nın hayatı, yeni bir aileye merhaba demiştir. Savrseni
Krug’un hikayesi de işte tam burada başlar.
Adis ve Kerim,
ailesinin ayrılmasıyla birlikte büyük bir boşluğa, yalnızlığa düşmesi
muhtemel olan Hamza’nın hayatına tatlı bir uğraş katmıştır. Bu iki
çocuk, Hamza’nın karanlık ve soğuk dünyasına bir renk, bir sıcaklık
getirmiştir. Tam da Hamza’nın ailesiyle birlikte renklerini de
kaybettiği ana denk gelmeleri de çok ayrı bir tesadüf ve hiçbir şeyin
sebepsizce gerçekleşmediğinin kanıtıdır adeta.
Savaşın
bitmesinden yalnızca iki sene sonra yapımı biten filmin sahip olduğu
sahneler, yaşananların birebir kanıtı niteliğinde. Ademir Kenovic ve
Abdulah Sidran birlikteliğinden doğan bu güçlü film, iyi bir deneyim
vaat ediyor. Yavaş yavaş ama derinden yaptığı sert eleştirileri, gözlem
gücü, şiirsel atmosferi, sahne yaratımı ve oyunculuklarıyla oldukça
başarı bir yapım oldu. Filmin kötü adamı ise savaş.
Ve bir diyalog;
-Hiç bu kadar çok ışık gördünüz mü?
Bu kadar elektriği nereden buluyorlar?
-Fransızlar ne isterlerse alırlar.
Ama nereden buluyorlar?
-Jeneratörden.
Vay!
-Bunlar Fransız.Herşeyleri yolundadır!
Şimdi ne yapacağız?
-İzleyeceğiz.
Yaklaşabilir miyiz?
-Tabi. Ta ki parmaklıkların dibine kadar.
Gerçekten herşeyi aydınlatıyor!
-Onların suyu da var.
Nerede?
-Orada! Bakın nasıl akıyor.Bir sürü su.
Bak, Kerim, gerçek su.Çeşmeden akıyor! Bak! Sırp milisler onlara da ateş ediyor mu?
-Nadiren. Bir gün bizde onlar gibi yaşayacağız.
Aynı onlar gibi mi?
-Tabi. Bak!
O zamana kadar onların neleri olacak?
-Allah bilir!
Alıntılarla tanıtmaya çalıştığım bu filmi izlemenizi öneririm.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498871963479755/
Bu film, o film işte. "Savaş dediğin nedir? Neden olur? Sonuçları nelerdir?" gibi soruların kaynağının anlamsızlığı üzerine dikkat çeken filmlerin sinema tarihinde farklı bir yerde bulunması gerekir. Özellikle de bahsettiği coğrafyada geçen bir savaştan yalnızca iki sene sonra çekilmiş ve köküne kadar eleştirel bir filmin. Kusursuz Çember ya da orijinal dilinde Savrseni Krug’un.
Abdulah Sidran’ın bir şiiriyle açarız filmi. Daha bu ilk sahneden itibaren bizi normal bir savaş filminin beklemediğini anlarız. Ailesinin bu kıyımdan kurtulması için ülkeden gönderen ancak karakterin kendi deyimiyle onları uzaktayken daha çok özleyen Hamza vardır eksenimizde. Bir şair olan Hamza, belki şartlardan dolayı belki de kendi isteğiyle kalmayı seçmiştir Saraybosna’nın kan püsküren topraklarında. Belki de bir şair romantizmiyle bağlıdır ülkesine.
Ailesini gönderdiği günün akşamında evde iki çocuk bulur: Adis ve Kerim. Sırp milislerin bastığı köyden kurtulmayı başaran bu kardeşler, kimsesiz bir şekilde Hamza’nın hayatına girmiştir. Filmin adı gibi adeta mükemmel bir çember devinimiyle Hamza’nın hayatı, yeni bir aileye merhaba demiştir. Savrseni Krug’un hikayesi de işte tam burada başlar.
Adis ve Kerim, ailesinin ayrılmasıyla birlikte büyük bir boşluğa, yalnızlığa düşmesi muhtemel olan Hamza’nın hayatına tatlı bir uğraş katmıştır. Bu iki çocuk, Hamza’nın karanlık ve soğuk dünyasına bir renk, bir sıcaklık getirmiştir. Tam da Hamza’nın ailesiyle birlikte renklerini de kaybettiği ana denk gelmeleri de çok ayrı bir tesadüf ve hiçbir şeyin sebepsizce gerçekleşmediğinin kanıtıdır adeta.
Savaşın bitmesinden yalnızca iki sene sonra yapımı biten filmin sahip olduğu sahneler, yaşananların birebir kanıtı niteliğinde. Ademir Kenovic ve Abdulah Sidran birlikteliğinden doğan bu güçlü film, iyi bir deneyim vaat ediyor. Yavaş yavaş ama derinden yaptığı sert eleştirileri, gözlem gücü, şiirsel atmosferi, sahne yaratımı ve oyunculuklarıyla oldukça başarı bir yapım oldu. Filmin kötü adamı ise savaş.
Ve bir diyalog;
-Hiç bu kadar çok ışık gördünüz mü?
Bu kadar elektriği nereden buluyorlar?
-Fransızlar ne isterlerse alırlar.
Ama nereden buluyorlar?
-Jeneratörden.
Vay!
-Bunlar Fransız.Herşeyleri yolundadır!
Şimdi ne yapacağız?
-İzleyeceğiz.
Yaklaşabilir miyiz?
-Tabi. Ta ki parmaklıkların dibine kadar.
Gerçekten herşeyi aydınlatıyor!
-Onların suyu da var.
Nerede?
-Orada! Bakın nasıl akıyor.Bir sürü su.
Bak, Kerim, gerçek su.Çeşmeden akıyor! Bak! Sırp milisler onlara da ateş ediyor mu?
-Nadiren. Bir gün bizde onlar gibi yaşayacağız.
Aynı onlar gibi mi?
-Tabi. Bak!
O zamana kadar onların neleri olacak?
-Allah bilir!
Alıntılarla tanıtmaya çalıştığım bu filmi izlemenizi öneririm.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498871963479755/
Sling Blade / Bıçak Sırtı (1996) - Billy Bob Thornton
1996 ABD yapımı. Yönetmeni, senaristi ve başrol oyuncusu Billy Bob Thornton.
1996 ABD yapımı. Yönetmeni, senaristi ve başrol oyuncusu Billy Bob Thornton.
Film, henüz çocuk yaşta iken yaşadığı sakin kasabayı kana bulayan Karl
Childers’ın hikayesini anlatıyor. Sorunlu bir çocuk olan Karl okul
balosunun düzenlendiği gece 17 çocuğu acımasız yöntemlerle vahşice
katlederek kasabayı kan gölüne çevirir. Kendisini yakalamaya çalışan
şerif ve yardımcısını ise elektrikli testereyle doğrar. Sonra da hiçbir
şey olmamış gibi evine gider ve patates kızartması yiyerek tv izlemeye
başlar. Onun tuhaf davranışlarından şüphelenip neler olduğunu soran
annesini saçından tuttuğu gibi sürükleyerek tam şöminenin içine
atacakken annesine yardıma koşan babasının sağ kolundan yakalayıp geriye
bükmek suretiyle…. şaka şaka… filmde böyle şeyler yok. (Vahit abi ve
varsa diğer filmi izleyenler, gözbebeklerinizin büyümesi durmuş, kalp
ritminiz normale dönmüştür umarım.):)))
Evet… film Karl Childers’ın hikayesi… doğuştan zeka geriliği olan Karl Childers’ın…
Karl küçük bir kasabada sorunlu bir ailede büyüyen sorunlu bir
çocuktur. Geri zekalı fakat zararsızdır. Olay ve olgulara kendince bir
bakış açısı, kendince doğru ve yanlış değerlendirmeleri ve ahlak
anlayışı vardır. Evlerinde annesini kasabanın serserilerinden biriyle
sevişirken yakalayınca ikisini de öldürür. Akli melekeleri yerinde
olmadığı için bir akıl hastanesine kapatılan Karl burada 25 sene
geçirir. Bir gün artık iyileştiği kabul edilir ve serbest bırakılır.
Karl çocukken yaşadığı kasabaya gider, kasabada amaçsızca dolaşırken
tanıştığı bir çocukla arkadaş olur. Ancak sürekli disiplinli bir ortamda
ve gözetim altında bulundurulan Karl dışarıya uyum sağlayamaz. Kalacak
bir yeri de olmadığı için akıl hastanesine geri döner. Babacan bir adam
olan hastane müdürü onu kasabaya götürüp iş ve kalacak yer bulmasına
yardımcı olur. Karl burada kendisine küçük bir çevre edinecek, sevgiyi
ve dostluğu keşfedecektir.
Kıymeti bilinememiş filmlerden biri
daha olanca heybetiyle duruyor karşımızda. Duru, telaşsız ve minimalist
bir anlatım, akıcı bir senaryo, çok kaliteli bir reji ve başta Billy
Bob Thornton olmak üzere son derece iyi oyunculuklar… Billy Bob Thornton
için kendisine saygıyla şapka çıkardığımızı söylemek dışında ne
söyleyebiliriz ki? Peki ya Karl için ne söyleyebiliriz? Sakin, huzurlu,
güven verici, dürüst ve sadık bu adam nasıl yeterince anlatılabilir? Şu
kadarını söyleyebilirim ki onu seveceksiniz.
Bu filmi
kesinlikle izleyin. Film bitecek ama siz bileceksiniz ki Karl Childers
diye biri var ve oralarda bir yerlerde yaşamaya devam ediyor. Evet, Karl
Childers yaşayan bir karakter, Billy Bob Thornton’un “karakter nasıl
yaratılır” dersi vererek yarattığı bir karakter…
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498673066832978/
25 Kasım 2012 Pazar
El metodo / The Method / Metot (2005) - Marcelo Pineyro
El metodo filmimiz iş başvurusu sırasında ''grönholm metodu'' denilen bir yöntemle şirket için en kalifiye elemanı seçmeye dayalı bir teste dayalı esasında,o sırada sokaklarda ise anti-kapitalist bir mücadele zuhur etmekte.fazlasıyla sıkı bir film...12 angry man,das experiment i de fazlasıyla hatırlatıyor.velasıl iyi vakit geçirmek ve kapitalizme,onun yedek sanayi ordusu anlayışına ve olmayan etiğine tekrar tekrar sövmek için iyi bir seçenek(sövmekten başka ne yapıyosak zaten),şimdiden iyi seyirler :)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498103580223260/
Büyük bir iştahla başına geçtiğim ama kendime bir şeyler aktaramadığım
bir film oldu. Haliyle benim de sizlere aktaracağım bir şey yok ;) Ama
seyredipte yakalayamadığım şeylerin ne olduğu konusunda bilgilendirme
yapan olursa sevinirim...
"Kahramanımız Antoine Doinel'in
ordudan atılmasıyla, ki her ne kadar komutanı ordudan atılmanın iyi bir
iş bulamayacağını üzülerek söylediği halde pek de üzülmemesiyle,
başlamakta filmimiz. İşi gücü olmayan genç bir adam olarak
tanıdıklarının yanına gittiğinde, kızları Christine'e aşık olur. Ancak
ordudan atılmanın hayaleti peşini bırakmaya pek de niyetli değildir; bir
otelde gece bekçisi olarak çalışmaya başlar. Bir sabah, iki adamın
odaların birinde kalan bir bayanın odasına girmek istemeleri ve olay
çıkması nedeniyle de işinden olur.
François Truffaut'nun 400 Darbe
ile başlayan Antoine et Colette'le devam eden Antoine Doinel serisinin
üçüncü filmidir. 400 Darbe'de çocukluk yıllarını izlediğimiz Antoine
Doinel karakteri yine karşımızdadır." (turkcealtyazi.org'den)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498301146870170/
"Kahramanımız Antoine Doinel'in ordudan atılmasıyla, ki her ne kadar komutanı ordudan atılmanın iyi bir iş bulamayacağını üzülerek söylediği halde pek de üzülmemesiyle, başlamakta filmimiz. İşi gücü olmayan genç bir adam olarak tanıdıklarının yanına gittiğinde, kızları Christine'e aşık olur. Ancak ordudan atılmanın hayaleti peşini bırakmaya pek de niyetli değildir; bir otelde gece bekçisi olarak çalışmaya başlar. Bir sabah, iki adamın odaların birinde kalan bir bayanın odasına girmek istemeleri ve olay çıkması nedeniyle de işinden olur.
François Truffaut'nun 400 Darbe ile başlayan Antoine et Colette'le devam eden Antoine Doinel serisinin üçüncü filmidir. 400 Darbe'de çocukluk yıllarını izlediğimiz Antoine Doinel karakteri yine karşımızdadır." (turkcealtyazi.org'den)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498301146870170/
Bigger Than Life / Tehlikeli Arzular (1956) - Stephen Ray
Sevecen,
müşfik, işinden ve ailesinden başka bir şey düşünmeyen bir ilkokul
öğretmeni olan Ed Avery ciddi bir damar rahatsızlığına yakalanmıştır ve
hastalığının tek tedavisi o dönemler yeni ortaya çıkmış ve kimilerince
"mucize ilaç" olarak adlandırılan kortizon ile mümkündür. Aksi takdirde
Ed bir sene içinde acılar içinde kıvranarak ölecektir. Doktorlar
kendisini kortizonun dozu ve kullanımı konusunda açıkça uyarmışlardır.
Hastaneden ayrılan, evine ve işine geri dönen Ed önceleri "Öfori" yani
kaynağı belirsiz bir mutluluk hali içindedir. Aşırı derecede sevinçlidir
ve bütçesinin karşılayamayacağı alışverişler yapar, bir anlamda para
savurmaya başlar. Okulda velilerin bir araya geldiği bir toplantıda
özgür düşüncenin bir saçmalık olduğundan, çocukluğun tedavi edilmesi
gereken bir hastalık olduğundan dem vurur ve kendilerinin öğretmenler
olaral bu işle meşgul olduğunu söyler. Çocuğu ile başlarda iyi anlaşıyor
olsa da hastalığı durdurmak için kullandığı kortizonun etkisi
ilerledikçe onu da ciddi anlamda baskı altına almaya ve ona bir anlamda
eziyet etmeye başlayacaktır.
Megaloman, kendini beğenmiş, har
vurup harman savuran, arkadaşlarına anlamsız biçimde saldıran, karısını
durmaksızın aşağılan çekilmez, aksi, lanet birine dönüşmüştür.
Kendisinde bu sorunları hissettiği anlarda kortizona yüklenir ve bu da
işleri ancak daha kötü yapacaktır. Günün birinde oldukça zararlı bir hal
alan bu durum bir aile faciasına yol açacakken Ed son anda bir arkadaşı
tarafından durdurulur.
Amerika'da II. Dünya Savaşından sonra
gelişmekte olan "Suburbanization" ya da altkentleşme / banliyöleşme
olgusunu duvardan duvara çarpan, orta sınıf aile yargılarını sallayan,
baba otoritesini ve bunun üzerinden disiplin olgusunu sorgulayan çok
yönlü, çok katmanlı ve muazzam derecede etkileyici bir eserle karşı
karşıyayız. François Truffaut ve Jean Luc Godard gibi iki isim filmi en
etkileyici buldukları filmler arasında göstermişler. İlk çıktığı anda
gişe başarısızlığı yaşamış ama daha sonra eleştirmenler tarafından yere
göğe sığdırılamamış ve sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak
pek çok listede kendine yer bulmuş.
Mutlaka izleyin, kesinlikle çok etkilenecek ve bayılacaksınız diyerek noktalıyorum...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498266600206958/
24 Kasım 2012 Cumartesi
Rust and Bone / De rouille et d'os (2012) - Jacques Audiard
"Rust
and Bone" 2012 Cannes Film Festivalinde jüri özel ödülüne aday olmuş
bir yapım. Fransa- Belçika ortak yapımı filmin Yönetmeni Jacques Audiard
aynı zamanda senaryonun kısa bir hikayeden uyarlanmasına da katkıda
bulunmuş.
"Rust
and Bone" 2012 Cannes Film Festivalinde jüri özel ödülüne aday olmuş
bir yapım. Fransa- Belçika ortak yapımı filmin Yönetmeni Jacques Audiard
aynı zamanda senaryonun kısa bir hikayeden uyarlanmasına da katkıda
bulunmuş.
Bana göre film, ilginç bir öyküyü iyi oyuncularla
sakince anlatmaya başlayıp, bir yerinden sonra -seyirciyi memnun etme
ya da gişe derdine mi düşüyor bilinmez- inandırıcılığı ve samimiyetini
kaybediyor, başka bir şeye dönüşüyor adeta. Onun dışında -özellikle
küçük oyuncusu ve yakaladığı görüntülerle- iyi film:))
Konusuna
gelince; Balinalarla gösteri yapan bir yerde çalışan Stephanie ve
adeta başarısızlık timsali olan, her işi deneyen Ali'nin yolu iki kez
kesişiyor. Birincisinde Stephanie yürüyor, ikincisinde ise geçirdiği iş
kazasından sonra her iki ayağıda kesilmiş halde.İyi seyirler...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/498050140228604/
23 Kasım 2012 Cuma
To Be or Not To Be / Olmak ya da Olmamak (1942) - Ernst Lubitsch
Nazi
İşgalinin hemen öncesinde Polonya'da bir tiyatroda Nazilerin ve
Gestapo'nun faaliyetine dair bir oyun sahnelenecektir. Ortam gergindir
ve tiyatronun oyunu sahnelemesi yetkililer tarafından Hitler'i
kızdıracağı gerekçesiyle yasaklanır. Bunun yerine Hamlet'i sahnelemeye
devam edeceklerdir. Tiyatronun ve ülkenin en önemli aktrisi Maria Tura,
kendisine aşık havacı bir subay tarafından sürekli çiçekler almaktadır
ve eşi Joseph Tura sahnede "To be or not to be" tiradını
sahnelemekteyken yerini terk eder ve Maria'yı görmeye gider. Bu ikinci
kez tekrarlandığı sefer Almanya işgal hareketine girişmiştir bile.
Teğmen Sobinski İngiltere'de Polonya Hava Kuvvetleri ile birlikte
ülkesini işgal eden Nazilere karşı savaşmaktadır. Bu arada ülke
yıkılmış, insanlar eziyet görmekte ve Nazi karşıtları için hayat
zorlaşmaktadır. İngiltere'den bir profesör Polonya'ya yeraltı direniş
örgütüne haber iletmek üzere yola çıkmıştır fakat Teğmen Sobinski onun
bir açığını yakalamış bu da profesörün Naziler için çalışan bir ajan
olduğunun anlaşılmasını beraberinde getirmiştir. Hikayemiz bundan sonra
başlamaktadır. Polonya'ya paraşütle atlayarak giren Sobinski, yukarıda
bahsi geçen kumpanyamızın da yardımıyla ajan profesörü - ajan provakatör
der gibi oldu bu da ya neyse :) - etkisiz hale getirmeye çalışacaktır
ve bu esnada işler biraz karışacaktır.
Savaş karşıtı bir film
pek ala insanı kahkahalarla savrulabilir, kendini kaybedebilir hale de
getirebiliyormuş bu film sayesinde bunu da görmüş oldum kendi hesabıma.
Tek kelimeyle şahane bir film, inanılmaz etkileyici oyunculuklar,
oldukça başarılı bir yönetim. Filmin savaşın göbeğinde, 1942 yılında
çekildiğini de hatırlatmadan geçmeyelim tabii. Mutlaka görmeniz gereken,
süper bir film diyerek bitiriyorum...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/497459430287675/
22 Kasım 2012 Perşembe
Temple Grandin (2010) - Mick Jackson
2010 ABD yapımı. Yönetmeni Mick Jackson.
Bu filmi üç kelimeyle tanıtacak olsam kelimelerim şunlar olurdu: olağanüstü… olağanüstü… olağanüstü…
Bu film bir gerçek yaşam öyküsü… bir isyan öyküsü… bir azim öyküsü…
bir mucizevi başarı öyküsü… hayır hayır mucizelere inanmam ben, bizlere
mucize gibi görünen şeylerin başarılabilir olduğuna inanan ve bu
uğurda canını dişine takan bir kadının öyküsü… onurlu bir kadının…
dirençli bir kadının… Temple Grandin’in öyküsü…
Temple
Grandin’e dört yaşındayken otizm teşhisi konur. Doktorlara göre ümitsiz
vakadır, yaşamı boyunca bakım ve gözetim altında bulundurulmalıdır. Bunu
herkes kabul eder, kabul etmeyen tek kişi Temple Grandin’dir. Çileli
ama kararlı mücadelesi sonucunda geldiği yer bir profesör ve alanında
Dünya’da 1 numara olmaktır.
Soyut kavramları anlamakta son
derece zorlanan Temple Grandin’in somut şeylere karşı olağanüstü bir
algılama ve kavrama yeteneği vardır. İnanılmaz bir hafızası olan genç
kadının beyni gördüğü her şeyi detaylandırarak kalıcı olarak
tutabilmektedir. Normal insanların örneğin bir kutu olarak gördüğü şey
onun zihninde üç boyutlu olarak, bütün ölçüleriyle, iç yapısıyla,
geometrik açı ve özellikleriyle ve işleyişiyle canlanmaktadır.
Sayfalarca yazıyı sadece bir göz atmakla ve hiçbir çaba harcamadan bir
daha unutmamak üzere kelimesi kelimesine ezberleyebilmektedir. Bu yönünü
ve sıra dışı zekasını kullanarak akıllara durgunluk veren şeyler
üretir, akademik kariyer yapar ve zirveye çıkmayı başarır. Annesi
Temple’ı şöyle tanımlar: “Farklı… ama eksik değil…”
Rain
Man’den sonra izlediğim ikinci otizm konulu film oldu Temple Grandin. En
az onun kadar iyi, hatta daha ilginç buldum. Son derece iyi kotarılmış
bu film ilginç ve akıcı senaryosu ve seyir zevkiyle su gibi akıp
gidiyor, zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz. Özellikle Temple
Grandin’i oynayan Claire Danes’in muhteşem oyunculuğuna hayran olmamak
elde değil. Film biter bitmez bu filmin başta Claire Danes’in oyunculuğu
olmak üzere nasıl olup da Oscar ödüllerinde adının geçmediğini
düşündüm. Sonra film hakkında biraz araştırma yapınca bunun mümkün
olamayacağını anladım çünkü bir tv filmiydi. Bir filmin Oscar’a aday
olabilmesi için filmin en az kırk beş dakika uzunlukta olması, Los
Angeles sinemalarında paralı gösteriminin yapılmış olması ve
gösteriminin en az bir hafta sürmüş olması gerektiğinden ve Temple
Grandin bir tv filmi (hatta mini tv dizisi) olduğundan Oscar adaylığı
söz konusu olmadı. Ancak, “Televizyon Oscarları” diye tabir edilen
“Emmy” ödüllerinde en iyi dizi, yönetmen ve oyuncu dahil tam 7 ödül
kazanmayı başardı.
Mutlaka izleyin, seveceksiniz...
Filmden bir replik:
Temple Grandin: (Kesim hayvanlarının acımasız yöntemlerle öldürülüp kesildiğini gördüğünde)
"Doğa bize karşı acımasız ama bizim de öyle olmamıza hiç gerek yok."
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/497140883652863/
18 Kasım 2012 Pazar
Musime si Pomahat / Divided we Fall / Bölünürsek Düşeriz (2000) - Jan Hrebejk
Sevgili
arkadaşlar Bu filmi bu akşam izledim ve sizlere tanıtmaktan büyük
mutluluk duyuyorum... Çek yönetmen Jan Hrebejk'ten çok değişik ve çok
başarılı bir savaş filmi...2.Dünya Savaşında Alman işgali altındaki
Çekoslovakya'da Josef and Marie Cizek, işgal öncesi Yahudi patronlarının
oğlu olan David Wiener'i evlerinde saklarlar. Bu üçlünün yanısıra Nazi
işbirlikçisi Horst Prohaska arasında yaşanan olaylar filmin konusunu
oluşturuyor.
Sevgili
arkadaşlar Bu filmi bu akşam izledim ve sizlere tanıtmaktan büyük
mutluluk duyuyorum... Çek yönetmen Jan Hrebejk'ten çok değişik ve çok
başarılı bir savaş filmi...2.Dünya Savaşında Alman işgali altındaki
Çekoslovakya'da Josef and Marie Cizek, işgal öncesi Yahudi patronlarının
oğlu olan David Wiener'i evlerinde saklarlar. Bu üçlünün yanısıra Nazi
işbirlikçisi Horst Prohaska arasında yaşanan olaylar filmin konusunu
oluşturuyor.
Musime si pomahat, çok ilginç bir savaş filmi.
Savaş filmi ama içinde şiddet yok. Hatta son derece ince mizah öğeleri
ile psikolojik analizler ile dolu. Bireylerin karşı karşıya kaldıkları
olaylar ve zor seçimler karşısında gösterdikleri tepkiler ve davranış
biçimleri izlenmeye değer. Ekşi Sözlükten : " Başta açık gibi görünen
kahraman, kurban, işbirlikçi rolleri zamanla değişiyor. Bir Yahudiyi
saklayıp canını tehlikeye atan adam çok sevdiği bir battaniyesini ona
vermek istemiyor. İşbirlikçi can kurtarıyor, ispiyoncu kurban, sonra da
“direnişçi” oluyor. Savaş sonrası karışıklık tüm heybetiyle görülüyor.
film, bazı savaş filmlerinde görülen kestirmeden ucuz bir Stalinizm
eleştirisi yapma hatasına da düşmüyor. Mesela Sovyet subayının kafası
karışık ama dürüst ve iyi niyetli. Savaş süresince ve savaş sonunda hiç
bir şey kesin değil, hayatlar tesadüflere bağlı. Mizah hep var ama asla
filmin anlatmak istediklerinin ciddiyetini gölgelemiyor" Sonuç olarak
insana ait olan ne varsa, filmde gözler önüne seriliyor.
Musime si pomahat, ne yazık ki ülkermizde seyirci kitlesine ulaşamamış.
Bence bir başyapıt düzeyinde. IMDb puanı 7.6 ama bence gerçeği asla
yansıtmıyor... Sıkı durum "sinemalar.com puanı: 10"... Yani tam puan...
Bu kıyıda köşede kalmış şaheseri KESİNLİKLE EN KISA ZAMANDA İZLEYİN...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/495716963795255/
13 Kasım 2012 Salı
Micmacs (2009) - Jean-Pierre Jeunet
Jean-Pierre
Jeunet' yi sever misiniz ? Hani o Amelie filminin yönetmeni... Daha
önce Vahit, üstadın Delicatessen (Şarküteri) filmini de paylaşmıştı.
Filmi biraz önce bitirdim. Jeunet, Mismacs'ta da çok sıcak, içten, şirin
bir film ortaya çıkarmış. Jeunet'yi sevenlerin yanında sevmeyenlerin
dahi çok beğeneceğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Jean-Pierre
Jeunet' yi sever misiniz ? Hani o Amelie filminin yönetmeni... Daha
önce Vahit, üstadın Delicatessen (Şarküteri) filmini de paylaşmıştı.
Filmi biraz önce bitirdim. Jeunet, Mismacs'ta da çok sıcak, içten, şirin
bir film ortaya çıkarmış. Jeunet'yi sevenlerin yanında sevmeyenlerin
dahi çok beğeneceğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Bazil ( Dany
Boon) bir mayının patlaması sonucu küçük yaşta babasını kaybeden bir
çocuk. 30 yıl sonra ise çalıştığı dükkanın önünde oluşan silahlı
çatışmada patlayan silahtan çıkan bir mermi kafatasına saplanması
Bazil'in yaşamını tümüyle değiştirir. İşsiz ve evsiz kalır ...Ancak
kendisi gibi homeless ve ancak birbirinden ilginç hünerlere sahip
arkadaşları ile yeniden kendine yaşam kuran Bazil bir çöplükte
dostluğu, sevgiyi ve yardımlaşmayı bulacaktır.. Artık bu ilginç
hünerleri olan arkadaşları ile silahlardan ve birbirine rakip iki silah
tüccarından intikam almasının zamanı gelmiştir... Bazil bunu da
silahsız, kansız ve keyifli serüvenlerle gerçekleştirecektir...
Kanımca Jean-Pierre Jeunet Mismacs'da iyi iş çıkarmış. Çok hoş
çekimler, ilginç kamera görüntüleri ile sevgi dolu bir film. Gerçek
oyuncularla animasyon havası artık Jeunet'nin bildiğimiz yöntemi ve bu
filmde bence Amelie'dan daha başarılı. Son söz Dany Boon için. Yüz
mimiklerinde gerçekten çok çok başarılı ve içten bir oyunculuk
sergilemiş "Bazil" rolünde... Filmin silahlanma karşıtı mesajı çok net.
Ailece keyifle izlenecek kaliteli bir komedi...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/493783717321913/
11 Kasım 2012 Pazar
Oldeuboi / Oldboy / İhtiyar Delikanlı (2003) - Chan-wook Park
Gelelim
benim favorim olan Old Boy/İhtiyar Delikanlı filmine. Üçlemenin 2003
yapımı 2. filmi ve bence en olmuşu. IMDB Puanı da 8.4, dikkate alan
arkadaşlar için.
Gelelim
benim favorim olan Old Boy/İhtiyar Delikanlı filmine. Üçlemenin 2003
yapımı 2. filmi ve bence en olmuşu. IMDB Puanı da 8.4, dikkate alan
arkadaşlar için.
Karısı, küçük kızıyla mutlu bir yaşamı olan
hafif uçarı Oh Dae-su, alkolden bir süre alıkonulduğu karakoldan çıktığı
ve eşine telefon ettiği esnada telefon kulübesinin önünden kaçırılır ve
15 yıl sonra serbest bırakılır. Bu 15 yıl içinde kapatıldığı hücrede
tek bir insan görmeden, dünyayla bağı kopmuş bir vaziyette yaşarken
buradan kurtulduğunda ona bunu yapanlardan intikam alacağına dair
yeminler eder. 15 yılın sonunda gözleri bağlı olarak bırakıldığı bir
binanın çatısında gözlerini açtığında onu ayakta tutacak, güç verecek
intikam ateşini kendisinde görmeye başlarız bizler de. Senaryo, kurgu,
filmdeki geri dönüşler hatta şimdiki ve geçmişi aynı karede gördüğümüz
sahneler mükemmel. Filmin sonuna kadar gerilim ve merak asla bilmiyor.
Finali ise mükemmel. Zorunluluktan üzerinden 6 ay bile geçmediği halde
izlediğim halde ikincisinden yine sıkılmadım. :)
Filmden iki replik ;
"Gülün; dünya da sizinle birlikte gülsün. Ağlayın ama yalnız ağlayın.”
“İster bir kum tanesi ol ister kaya ikisi de aynı şekilde bayar suya.”
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/492967224070229/
9 Kasım 2012 Cuma
The Killing / Bed of Fear / Clean Break / Day of Violence / Son Darbe (1956) - Stanley Kubrick
1956 ABD yapımı. Yönetmeni Stanley Kubrick. Başlıca oyuncuları Sterling Hayden, Coleen Gray, Marie Windsor ve Elisha Cook Jr.
1956 ABD yapımı. Yönetmeni Stanley Kubrick. Başlıca oyuncuları Sterling Hayden, Coleen Gray, Marie Windsor ve Elisha Cook Jr.
Stanley Kubrick’in senaryosunu yazıp yönettiği “The Killing” bir kara
film. Kubrick’in uluslararası alanda başarı kazanmasını ve tanınmasını
sağladı. Özellikle nakış gibi işlenmiş senaryosuyla dikkat çeken son
derece iyi çekilmiş ve oynanmış olan film, eski bir mahkumun kusursuz
bir soygun için özel seçilmiş adamlarla oluşturduğu çetenin
gerçekleştirdiği bir soygun hikayesini anlatır.
Baştan sona üst düzey tempoda giden, heyecan ve ilgiyle izlenen, gerilimin hiç azalmadığı, soluk soluğa bir film.
Son derece zekice planlanmış bir soygunda öngörülemeyen tersliklerle
karşılaşıldıkça soygunculardan tarafa olup çıkan aksiliklere
kızıyorsunuz.
Seyir zevki son derece yüksek olan bu kaliteli filmi izleyin, memnun kalacaksınız.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/491998214167130/
4 Kasım 2012 Pazar
Los Olvidados / The Forgotten Ones / The Young and the Damned (1950) – Luis Bunuel
Film, Mexico’nun fakir semtlerinde yaşayan ve çoğu kimsesiz olan
çocukların yaşamından bir kesit sunuyor. Jaibo ıslahevinden kaçtıktan
sonra yeniden mahalleye döner ve kendinden yaşça küçük çocuklarla
birlikte bir çete kurar. Böylece diş geçirebildikleri hasta ve sakat
kimseleri dövüp paralarını çalmaktadırlar.
Çarpık aile
ilişkilerine, sistemin acımasızlığına çarpıcı bir bakış atan Luis
Bunuel’in toplumsal düzeni eleştiren önemli filmlerinden biridir.
Film, çoğu amatör olan oyuncularla gerçek mekanlarda çekilmiş. Luis
Bunuel bu filmde Meksika’yı kötü yönleriyle gösterdiği gerekçesiyle ülke
çapında sert bir şekilde eleştirilmiş. Özellikle başroldeki oyuncu
Pedro‘nun annesinin Pedro’ya karşı sert ve sevgisizlik tavırları
sergilediği sahneler, hiçbir Meksikalı annenin çocuğuna böyle
davranmayacağı gerekçesiyle yerden yere vurulmuş ve oluşan olumsuz hava
nedeniyle film ancak dört gün gösterimde kalabilmiş…
Los
Olvidados Luis Bunuel'in ayrıksı filmlerle dolu arşivinde belki de en
''normal'' filmdir. Bunuel sıradan insanların gündelik dertlerine
değindiği filminde açlık, yoksulluk, toplumsal yozlaşma gibi temalara
eğilerek düz anlamlardan ve gerçeklikten uzak filmlerinin aksine 1944 -
1952 yılları arasında etkisini gösteren İtalyan yeni gerçekçiliğinin
izinden giden bir filme imza atıyor.. İşin ilginç yanı ise, filmin
başarısızlığından korkarak Bunuel'e sürrealist öğelerden kaçınmasını
konusunda baskı yapan yapımcı Oscar Dancigers'e rağmen Los Olvidados'a
damgasını vuran sahnenin Bunuel'in has dünyasını temsil eden,
slow-motion tekniğiyle çekilmiş eksantrik bir rüya sahnesi olacak
olmasıdır. Bunuel'in gerçekleri de en az rüyaları kadar sarsıcı
olacaktır.(Alıntıdır)
Çarpık aile ilişkilerine, sistemin acımasızlığına çarpıcı bir bakış atan Luis Bunuel’in toplumsal düzeni eleştiren önemli filmlerinden biridir.
Film, çoğu amatör olan oyuncularla gerçek mekanlarda çekilmiş. Luis Bunuel bu filmde Meksika’yı kötü yönleriyle gösterdiği gerekçesiyle ülke çapında sert bir şekilde eleştirilmiş. Özellikle başroldeki oyuncu Pedro‘nun annesinin Pedro’ya karşı sert ve sevgisizlik tavırları sergilediği sahneler, hiçbir Meksikalı annenin çocuğuna böyle davranmayacağı gerekçesiyle yerden yere vurulmuş ve oluşan olumsuz hava nedeniyle film ancak dört gün gösterimde kalabilmiş…
Los Olvidados Luis Bunuel'in ayrıksı filmlerle dolu arşivinde belki de en ''normal'' filmdir. Bunuel sıradan insanların gündelik dertlerine değindiği filminde açlık, yoksulluk, toplumsal yozlaşma gibi temalara eğilerek düz anlamlardan ve gerçeklikten uzak filmlerinin aksine 1944 - 1952 yılları arasında etkisini gösteren İtalyan yeni gerçekçiliğinin izinden giden bir filme imza atıyor.. İşin ilginç yanı ise, filmin başarısızlığından korkarak Bunuel'e sürrealist öğelerden kaçınmasını konusunda baskı yapan yapımcı Oscar Dancigers'e rağmen Los Olvidados'a damgasını vuran sahnenin Bunuel'in has dünyasını temsil eden, slow-motion tekniğiyle çekilmiş eksantrik bir rüya sahnesi olacak olmasıdır. Bunuel'in gerçekleri de en az rüyaları kadar sarsıcı olacaktır.(Alıntıdır)
Central do Brasil / Central Station / Merkez İstasyonu (1998) – Walter Salles
Fransa - Brezilya ortak yapımı olan muhteşem bir film daha... Bir sevgi
ve insanlık öyküsü. Bazen komik, bazen öfkeli ama çoğu zaman insanın
yüreğini burkan duygusal bir film.
Fransa - Brezilya ortak yapımı olan muhteşem bir film daha... Bir sevgi ve insanlık öyküsü. Bazen komik, bazen öfkeli ama çoğu zaman insanın yüreğini burkan duygusal bir film.
Cümlemin arkasında
durabilecek kadar bilgi sahibi değilim ama Walter Salles yol filmleri
konusunda iyi bir yönetmen gibi geliyor bana (daha önce de “The
Motorcycle Diaries” filmini paylaşmıştım)
Bir
yandan da daha önce kimlik arayışına değindiği “foreign land” ı da
düşünürsek ve birleştirirsek bu film için “insanın kendinde yol alışı”
diyebiliriz.
Isadora, öğretmenlik yaptığı yıllardan sonra gelen
emeklilik döneminde ‘’ay sonunu getirebilmek için’’ Rio de Janerio’nun
bir tren istasyonun mektup yazıcılığı yapmaktadır. Okuma yazma oranının
düşüklüğüyle birlikte ülkenin daima göç halindeki insanlarını apaçık bir
şekilde görebildiğimiz bu anlarda Isadora’nın karşısına bir kadın
oturur ve ayyaş kocasına bir mektup göndermek istediğini söyler.
Mektubun yazılması ve Isadora’nın evine gidip günlük mektup ayıklamasını
yapmasıyla birlikte gün boyunca birbiri ardına gelen onca insanın
içerisinden hangisinin bizim odak noktamıza yerleşeceğini anlamamız uzun
sürmez.
İnsanların gün boyu yazdırdığı mektupları aynı günün
akşamında kendi tahlil mekanizması içerisinde değerlendirip yırtıp veya
yırtmayacağına karar veren huysuz bir kadın profili var karşımızda. Bu
huysuzlukları filmin başında neredeyse her anda hissettiriliyor.
Ertesi gün aynı kadının çocuğuyla birlikte Isadora’nın zaten
göndermediği mektubu değiştirmek için gelmesi bunun ertesinde annenin
talihsiz bir kazaya kurban gitmesiyle birlikte Josué ve Isadora’nın
yolları tam anlamıyla kesişiyor. Isadora’nın istasyonda yaşamaya
başlayan Josué’yi son bir çare olarak babasına götürmeye karar
vermesiyle birlikte film ana eksenine oturur ve yolculuk başlar. Bunu
takip eden olaylar vasıtasıyla birbiriyle hiç anlaşamayacak iki farklı
karakterin yakınlaşmasını ve sağlam temellere oturan arkadaşlıklarını
izliyoruz.
Ekşi’den iki yorum;
“Yaşanmışlıklardan
sonra kalbine bir set çeken orta yaşını geçmiş bir kadının, dokuz
yaşındaki agresif ama akıllı ufaklıkla geçirdiği zaman ile eşdeğer
biçimde insancıl tarafını keşfetmesi, kendisinden bile beklemediği duygu
patlamarıyla yeniden doğuşu anlatılıyor; her ne kadar mevzular küçük
çocuğun (josué) üzerine kurulu olsa da... o denli sağlam bir ifadeyle
rolünü kotarıyor ki josué rolündeki vinícius de oliveira, dora rolündeki
fernanda montenegro'nun performansına performans katıyor, motive
ediyor, adeta oyunculuk dersi vermesine sebep oluyor. bu kadar uyumlu
bir ikiliyi beyaz perdede izlemek de, seyirciye resmen duygusal ilaç
desteği veriyor desek yeridir, benden söylemesi.”
“Gördüğüm en
hümanist filmlerden birisi, insan hikayeleri her şeyin önünde tutuluyor,
bu yanıyla oldukça gerçekçi, her insanın (bizim jesus kadar küçük bile
olsa) bir öyküsü, geçmişi, umutları, göz yaşları, kendine has bir
gülümsemesi var...her insan eninde sonunda beyinden değil bir kalpten
ibaret...bu motifler film boyunca en rafine haliyle arzı endam ediyor,
sosyal çöküntü, fakirlik, yalın/güzel müzikler bu hikayeye fon teşkil
ediyor, oyunculuklar görülebilecek en duru formda ve filmin en sağlam
yönü, sanki yanı başınızda ağlıyor o veled, öyle dokunuyor insana,
babasıyla ilgili bazı sahnelerde, animelerdeki gibi kocaman göz yaşları
döküyor bu çocuk ve babasız olanlarda daha bi burun sızlatıyor!.”
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/489969524369999/
Isadora, öğretmenlik yaptığı yıllardan sonra gelen emeklilik döneminde ‘’ay sonunu getirebilmek için’’ Rio de Janerio’nun bir tren istasyonun mektup yazıcılığı yapmaktadır. Okuma yazma oranının düşüklüğüyle birlikte ülkenin daima göç halindeki insanlarını apaçık bir şekilde görebildiğimiz bu anlarda Isadora’nın karşısına bir kadın oturur ve ayyaş kocasına bir mektup göndermek istediğini söyler. Mektubun yazılması ve Isadora’nın evine gidip günlük mektup ayıklamasını yapmasıyla birlikte gün boyunca birbiri ardına gelen onca insanın içerisinden hangisinin bizim odak noktamıza yerleşeceğini anlamamız uzun sürmez.
İnsanların gün boyu yazdırdığı mektupları aynı günün akşamında kendi tahlil mekanizması içerisinde değerlendirip yırtıp veya yırtmayacağına karar veren huysuz bir kadın profili var karşımızda. Bu huysuzlukları filmin başında neredeyse her anda hissettiriliyor.
Ertesi gün aynı kadının çocuğuyla birlikte Isadora’nın zaten göndermediği mektubu değiştirmek için gelmesi bunun ertesinde annenin talihsiz bir kazaya kurban gitmesiyle birlikte Josué ve Isadora’nın yolları tam anlamıyla kesişiyor. Isadora’nın istasyonda yaşamaya başlayan Josué’yi son bir çare olarak babasına götürmeye karar vermesiyle birlikte film ana eksenine oturur ve yolculuk başlar. Bunu takip eden olaylar vasıtasıyla birbiriyle hiç anlaşamayacak iki farklı karakterin yakınlaşmasını ve sağlam temellere oturan arkadaşlıklarını izliyoruz.
Ekşi’den iki yorum;
“Yaşanmışlıklardan sonra kalbine bir set çeken orta yaşını geçmiş bir kadının, dokuz yaşındaki agresif ama akıllı ufaklıkla geçirdiği zaman ile eşdeğer biçimde insancıl tarafını keşfetmesi, kendisinden bile beklemediği duygu patlamarıyla yeniden doğuşu anlatılıyor; her ne kadar mevzular küçük çocuğun (josué) üzerine kurulu olsa da... o denli sağlam bir ifadeyle rolünü kotarıyor ki josué rolündeki vinícius de oliveira, dora rolündeki fernanda montenegro'nun performansına performans katıyor, motive ediyor, adeta oyunculuk dersi vermesine sebep oluyor. bu kadar uyumlu bir ikiliyi beyaz perdede izlemek de, seyirciye resmen duygusal ilaç desteği veriyor desek yeridir, benden söylemesi.”
“Gördüğüm en hümanist filmlerden birisi, insan hikayeleri her şeyin önünde tutuluyor, bu yanıyla oldukça gerçekçi, her insanın (bizim jesus kadar küçük bile olsa) bir öyküsü, geçmişi, umutları, göz yaşları, kendine has bir gülümsemesi var...her insan eninde sonunda beyinden değil bir kalpten ibaret...bu motifler film boyunca en rafine haliyle arzı endam ediyor, sosyal çöküntü, fakirlik, yalın/güzel müzikler bu hikayeye fon teşkil ediyor, oyunculuklar görülebilecek en duru formda ve filmin en sağlam yönü, sanki yanı başınızda ağlıyor o veled, öyle dokunuyor insana, babasıyla ilgili bazı sahnelerde, animelerdeki gibi kocaman göz yaşları döküyor bu çocuk ve babasız olanlarda daha bi burun sızlatıyor!.”
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/489969524369999/
3 Kasım 2012 Cumartesi
Mother of Mine / Aideista parhain / Benim annem (2005) - Klaus Haro
Öncelikle Hüseyin abinin yüksek müsaadeleriyle, çünkü aşağı yukarı bir yıl önce 2011 in Aralık ayında bu filme değinmiş.
Finlandiya – İsveç ortak yapımı enfes bir dram. Küçük tanıtım yazıma
geçmeden önce filmi izlerken kendinizi dağılmamak adına sıkmamanızı
öneririm yoksa film sonunda küçük bir yumruğu boğazınızda uzun bir süre
hissediyor olacaksınızdır…
Film II. Dünya savaşında yaşanan
gerçek bir dramı anlatıyor. Bir cephe gerisi filmi. Belki de pek fazla
bilinmeyen bir dram. Savaş esnasında zor durumda olan Finlandiya’ya
yardım edebilmek amacıyla İsveç 70 bin civarındaki savaş mağduru
ailelerin çocuğunu geçici misafir olarak yani savaş süresince ülkedeki
gönüllü ailelerin yanına yerleştirmiştir. Yönetmen bu dönemi, ailesi
tarafından terk edildiğini düşünen ve vekil aileye henüz bağlanamamış 9
yaşındaki Euro isimli bir çocuğu izleyerek anlatır.
İki yanda
da birer anne ve bir çocuk, mevcut psikolojinin tüm oyuncular tarafından
çok iyi yüklenildiği ve seyirciye aktarıldığı bir film. Dış mekan
güzelliğini anlatmama gerek yok, her İskandinav filminde olduğu gibi
harika bir doğa.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/489743851059233/
Öncelikle Hüseyin abinin yüksek müsaadeleriyle, çünkü aşağı yukarı bir yıl önce 2011 in Aralık ayında bu filme değinmiş.
Finlandiya – İsveç ortak yapımı enfes bir dram. Küçük tanıtım yazıma geçmeden önce filmi izlerken kendinizi dağılmamak adına sıkmamanızı öneririm yoksa film sonunda küçük bir yumruğu boğazınızda uzun bir süre hissediyor olacaksınızdır…
Film II. Dünya savaşında yaşanan gerçek bir dramı anlatıyor. Bir cephe gerisi filmi. Belki de pek fazla bilinmeyen bir dram. Savaş esnasında zor durumda olan Finlandiya’ya yardım edebilmek amacıyla İsveç 70 bin civarındaki savaş mağduru ailelerin çocuğunu geçici misafir olarak yani savaş süresince ülkedeki gönüllü ailelerin yanına yerleştirmiştir. Yönetmen bu dönemi, ailesi tarafından terk edildiğini düşünen ve vekil aileye henüz bağlanamamış 9 yaşındaki Euro isimli bir çocuğu izleyerek anlatır.
İki yanda da birer anne ve bir çocuk, mevcut psikolojinin tüm oyuncular tarafından çok iyi yüklenildiği ve seyirciye aktarıldığı bir film. Dış mekan güzelliğini anlatmama gerek yok, her İskandinav filminde olduğu gibi harika bir doğa.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/489743851059233/
23 Ekim 2012 Salı
The Inheritance / Arven / Miras (2003) – Per Fly
Per Fly’ın Danimarka’nın sınıf yapısını anlattığı üçlemesi(sınıfsal çatışmalar)nin üçüncü filmi.
Çelik üretimi yapan bir ailenin oğlu aile şirketinde yer almayı
istemeyip İsveç’de tiyatro yapan sevgilisiyle yaşamakta ve bir lokanta
işletmektedir. Ancak babasının ölümü ile annesinin işi devralması
gerektiğini söylemesiyle istemediği şekilde yolunu değiştirmek zorunda
kalacaktır. Bu durum bir çok dengeyi bozacaktır. Uzun zamandır maddi
sıkıntı içinde olan baba bu durumu çözemeyip intihar etmiştir. Şirket
için alınması gereken kararlar, işten çıkarmalar, uluslararası bir
şirket ile birleşme ve ailesi için yapması gereken bu mecburi görev
hayatını altüst edecektir. Aldığı bu karar kişisel umutlarını
ertelemesine değecek midir.
Fedakarlıkların ve sorumlulukların
çakıştığı, çatıştığı ve iyi denebilecek şekilde yorumlandığı bir film.
İlişkisine ve hatta sevgilisinin umutlarına sahip çıkmaya çalışan bir
kadın ve aile şirketini -belki de annesinin hırsının sürüklemesiyle-
tekrar canlandırmaya çalışan adam.
Sert olmayan bir film,
mutlaka izlenmesi gereken bir film de değil bu arada, genel hatlarıyla
para var huzur, saadet yok durumu ama mesajları olan bir film ;)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/485131858187099/
Per Fly’ın Danimarka’nın sınıf yapısını anlattığı üçlemesi(sınıfsal çatışmalar)nin üçüncü filmi.
Çelik üretimi yapan bir ailenin oğlu aile şirketinde yer almayı istemeyip İsveç’de tiyatro yapan sevgilisiyle yaşamakta ve bir lokanta işletmektedir. Ancak babasının ölümü ile annesinin işi devralması gerektiğini söylemesiyle istemediği şekilde yolunu değiştirmek zorunda kalacaktır. Bu durum bir çok dengeyi bozacaktır. Uzun zamandır maddi sıkıntı içinde olan baba bu durumu çözemeyip intihar etmiştir. Şirket için alınması gereken kararlar, işten çıkarmalar, uluslararası bir şirket ile birleşme ve ailesi için yapması gereken bu mecburi görev hayatını altüst edecektir. Aldığı bu karar kişisel umutlarını ertelemesine değecek midir.
Fedakarlıkların ve sorumlulukların çakıştığı, çatıştığı ve iyi denebilecek şekilde yorumlandığı bir film. İlişkisine ve hatta sevgilisinin umutlarına sahip çıkmaya çalışan bir kadın ve aile şirketini -belki de annesinin hırsının sürüklemesiyle- tekrar canlandırmaya çalışan adam.
Sert olmayan bir film, mutlaka izlenmesi gereken bir film de değil bu arada, genel hatlarıyla para var huzur, saadet yok durumu ama mesajları olan bir film ;)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/485131858187099/
22 Ekim 2012 Pazartesi
La graine et le mulet / The Secret of the Grain / Couscous / Grain and Mullet /
Balıklı Bulgur / Kuskus (2007) - Abdellatif Kechiche
Her şeyden önce filmi siz sinemasever arkadaşlarıma uzatmadan ama her
şeyinden de bahsederek nasıl sunabilirim bilmiyorum, başladığım gibi de
gidiyorum, cümle ya da anlatım hatası olursa affola…
İstanbul
film festivalinde de gösterilen ve yine festival havasında izlenen ve
son yıllarda gerçekten müthiş keyif alarak izlediğim bir dram…
Yer Tunus’lu göçmenlerin Fransızlarla bir arada yaşadığı Fransa’nın
liman şehri Séte. Yönetmen bilindik göçmen hikayelerinin aksine öteki
beriki olayına girmeden göçmenlik meselesini içselleştirerek anlatmakta.
60’lı yaşlarda tersane işçisi olarak çalışan Süleyman’ın
oldukça geniş bir ailesi vardır, dört çocuğu, damat, gelin ve
torunların dışında komşu ve dostları. Karısından ayrıdır ve kendisine
ait bir otel işleten bir kızı olan kadınla birliktedir, otelde
kalmaktadır. Yaşının ve buna bağlı olarak performansının getirdiği
olumsuzlukla bir şekilde işyerinden çıkışı verilir. Çaresizdir, hem
ailesine hem de birlikte yaşadığı yeni ailesine karşı sorumludur ve bir
şeyler yapmalıdır.
Hurdaya çıkarılacak bir gemiyi alarak restoran
yapmaya ve eski karısının Tunus’un özel bir yemeği olan kuskusla balığı
burada Fransızların damak zevkine sunmak ister. Karşısına hesap etmediği
ya da zorlanacağını düşünemediği bir sürü prosedürler çıkar, sermaye,
belgeler, izinler vs.
Tüm ailenin el ele vererek başarmaya çalıştığı
bu işte türlü aksilikler, özveriler, neşeli ve kederli anlar tüm film
boyunca Süleyman’ın çevresinde olacaktır.
Oyuncularının belki de
çoğu sıradan ama müthiş işler çıkarmışlar ve çok doğallar bana göre.
Film 160 dakikaya yakın, bir çok noktada kurgunun yetersizliğinden söz
edilebilinir bu bağlamda, son bir saatinin sizi tamamı ile içine
alacağından emin olduğum filmi sıkılmadan izleyeceğinizden eminim ve
hatta ilk defa mutlaka izleyin diye baskılıyorum ;)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/484755868224698/
Balıklı Bulgur / Kuskus (2007) - Abdellatif Kechiche
Her şeyden önce filmi siz sinemasever arkadaşlarıma uzatmadan ama her şeyinden de bahsederek nasıl sunabilirim bilmiyorum, başladığım gibi de gidiyorum, cümle ya da anlatım hatası olursa affola…
İstanbul film festivalinde de gösterilen ve yine festival havasında izlenen ve son yıllarda gerçekten müthiş keyif alarak izlediğim bir dram…
Yer Tunus’lu göçmenlerin Fransızlarla bir arada yaşadığı Fransa’nın liman şehri Séte. Yönetmen bilindik göçmen hikayelerinin aksine öteki beriki olayına girmeden göçmenlik meselesini içselleştirerek anlatmakta.
60’lı yaşlarda tersane işçisi olarak çalışan Süleyman’ın oldukça geniş bir ailesi vardır, dört çocuğu, damat, gelin ve torunların dışında komşu ve dostları. Karısından ayrıdır ve kendisine ait bir otel işleten bir kızı olan kadınla birliktedir, otelde kalmaktadır. Yaşının ve buna bağlı olarak performansının getirdiği olumsuzlukla bir şekilde işyerinden çıkışı verilir. Çaresizdir, hem ailesine hem de birlikte yaşadığı yeni ailesine karşı sorumludur ve bir şeyler yapmalıdır.
Hurdaya çıkarılacak bir gemiyi alarak restoran yapmaya ve eski karısının Tunus’un özel bir yemeği olan kuskusla balığı burada Fransızların damak zevkine sunmak ister. Karşısına hesap etmediği ya da zorlanacağını düşünemediği bir sürü prosedürler çıkar, sermaye, belgeler, izinler vs.
Tüm ailenin el ele vererek başarmaya çalıştığı bu işte türlü aksilikler, özveriler, neşeli ve kederli anlar tüm film boyunca Süleyman’ın çevresinde olacaktır.
Oyuncularının belki de çoğu sıradan ama müthiş işler çıkarmışlar ve çok doğallar bana göre. Film 160 dakikaya yakın, bir çok noktada kurgunun yetersizliğinden söz edilebilinir bu bağlamda, son bir saatinin sizi tamamı ile içine alacağından emin olduğum filmi sıkılmadan izleyeceğinizden eminim ve hatta ilk defa mutlaka izleyin diye baskılıyorum ;)
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/484755868224698/
18 Ekim 2012 Perşembe
Tyrannosaur / Tiranozor (2011) - Paddy Considine
Tyrannosaur
benim daha önce paylaştığım,yere göğe koyamadığım film. Bile bile
yeniden paylaşma sebebim ise; bu filmi gözünden kaçırmış olan yeni
üyelere bir güzellik yapmak ve "iyi ki buradayım yoksa böyle bir filmden
haberim olmadan ölüp gidecektim"demelerini sağlamak:)) Şaka bir yana
aslında bu filmi yakın çevremdeki herkese izlettim ama burada geriye
dönük bulamadığım için tekrar önermekte sakınca görmüyorum.
Tyrannosaur
benim daha önce paylaştığım,yere göğe koyamadığım film. Bile bile
yeniden paylaşma sebebim ise; bu filmi gözünden kaçırmış olan yeni
üyelere bir güzellik yapmak ve "iyi ki buradayım yoksa böyle bir filmden
haberim olmadan ölüp gidecektim"demelerini sağlamak:)) Şaka bir yana
aslında bu filmi yakın çevremdeki herkese izlettim ama burada geriye
dönük bulamadığım için tekrar önermekte sakınca görmüyorum.
Bana
göre son zamanlarda izlediğim konusu, oyuncuları, sinema dili ve
işlenişiyle en etkileyici yapımlardan biri. Aldığı ödüller tek başına
bir kriter değil elbette daha filmin ilk dakikalarından itibaren Peter
Mulan'ın ve ona eşlik eden Olivia Colman'ın görkemli ama abartısız
oyunculuklarını izlerken, elinizde bir ödül olsa zaten verirsiniz...
Yalnız,işsiz alkol problemi olan ve daima öfkeli Joseph ile eşya
yardımı yapan bir dükkanı işleten, evli, inançlı, görünüşte sakin
Hannah'ın çakışan ve birbirini etkileyen hüzün veren öyküleri. Son
derece güzel bir film. Tekrar ve kesinlikle tavsiye ederim. İyi
seyirler:)))
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/482694335097518/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)