Bu minimalist film tek bir mekanda ve teatral bir havada geçer. Gerçekte ünlü bir İspanyol flamenco dansçısı ve koreograf olan Antonio Gades'in (d. 1936 - ö. 2004)
kendi dans grubu ile birlikte prova yapacakları stüdyoya gelmeleri ve
makyajlarını yapıp yavaş yavaş prova kostümlerini giymeleri ile film
başlar. Etrafta doğru dürüst dekor ve sahne donanımı yoktur. Kostümler
de özenli değildir, gündelik kıyafetleri andıran gösterişsiz prova
kostümleridir. Dört duvar, kapı ve pencerelerden başka hiçbirşeyin
gözükmediği neredeyse bomboş bir stüdyoda Lorca'nın "Kanlı Düğün" adlı
oyununun flamenco'ya uyarlanmış versiyonunun dans provalarına başlarlar.
Kısıtlı bir mekanda ve adeta bir belgesel havasında başlayan film
dakikalar ilerledikçe sinema ve dansın mükemmel bir uyumu ile gerçek bir
sinema şölenine dönüşür. Görüntü yönetmeni Teodoro Escamilla'nın
hareketli kamerasının da yardımı ile Carlos Saura belgeselden Lorca'nın
oyununa kesintisiz bir ustalıkla geçiş yapar, artık seyirciler de
oyuncular gibi hiç farkına varmadan kendilerini Lorca'nın oyununun
içinde bulurlar ve adeta olayları yaşamaya başlarlar. (tr.wikipedia.org'den)
Paylaştığım filmlere ait -facebook grubumuzdaki yorumları içeren- detay linkleri sadece "Cult Movies & Soundtracks" facebook grubuna üye olanlara aktiftir. Yorumları görebilmeniz için söz konusu gruba üye olmanız gerekmektedir. Facebook grubumuzdaki paylaşım tarihlerine sadık kalındığından zamanla ilave edilen filmler blogun en üstünde değil ait olduğu tarihte yer alacaktır. Film listesi başlığı altından güncellemeleri kontrol etmenizi öneririm.
25 Aralık 2011 Pazar
Fucking Amal / Show me Love / Sev Beni (1998) - Lukas Moodysson
“Pazartesi
Neden bu kadar aptalım? Neden Elin’i seviyorum?
Onu seviyorum ve ondan nefret ediyorum.
Ölene kadar seveceğim ama kimse beni onun kadar incitmedi.”
Yukarıda yazılan şey bildiğiniz gibi ilişkilerin ve hayatın temel gerçeklerinden birisi, en çok sevdiğiniz sizi en çok üzebilecek olandır. Peki bu yukarıdaki sözler, cinsiyet bağımsız okunsa da aynı anlamlara gelmiyor mu? Bunu bir kadının başka bir kadına ya da bir erkeğin diğerine yazması ne derece önemli, insanız ve aynı kapılara çıkıyoruz her zaman. Özgür olduğumuzu düşündüğümüzde bile toplumun sınırlarıyla çevrili bir parkta koşuyoruz sadece.
Fucking Åmål, 1998 tarihli bir Lukas Moodysson filmi. İsveç^in küçük ve sıkıcı kasabalarından birisinde yaşayan Elin ve Agnes isimli iki kız^ın cinselliği tanıması ve topluma ters gelen şekilde kendi gerçeklerini yaşaması üzerinedir. Elin, hayatın hiçbir özel ya da güzel yanını kendisine sunmadığını anlayıp “değişik” olmak arzusuyla yanıp tutuşan bir kız olsa da Agnes, herkese farklı ve garip gelen şeyin doğal halidir. Aslında Agnes^in annesin oğluna lezbiyenliği açıklarken “bunda kötü bir şey yok” dedikten sonra kızı için endişelenmesinde saklı olan öz^ü yakalayabiliriz. Her şey hakkında atıp tutuyoruz, özgürlüklere, düşüncelere, tercihlere önem veren güzel insanlarız değil mi? Peki ya bunlar yanımıza geldiğinde, yakınlarımız “diğerlerine farklı geleni” seçtiklerinde hala aynı güzel insan olabiliyor muyuz?
Bilmiyorum, ama Lukas burada bir çok insanın aslında iyi olmadığını anlatmış, her zamanki gibi de bunu çok iyi aktarmış.. Dünyada kokmuş ne kadar düşünce, kokuşmuş ne kadar insan varsa bunların filmini Moodysson çeksin istiyorum, bana herkesten daha dürüst geliyor..
Neden bu kadar aptalım? Neden Elin’i seviyorum?
Onu seviyorum ve ondan nefret ediyorum.
Ölene kadar seveceğim ama kimse beni onun kadar incitmedi.”
Yukarıda yazılan şey bildiğiniz gibi ilişkilerin ve hayatın temel gerçeklerinden birisi, en çok sevdiğiniz sizi en çok üzebilecek olandır. Peki bu yukarıdaki sözler, cinsiyet bağımsız okunsa da aynı anlamlara gelmiyor mu? Bunu bir kadının başka bir kadına ya da bir erkeğin diğerine yazması ne derece önemli, insanız ve aynı kapılara çıkıyoruz her zaman. Özgür olduğumuzu düşündüğümüzde bile toplumun sınırlarıyla çevrili bir parkta koşuyoruz sadece.
Fucking Åmål, 1998 tarihli bir Lukas Moodysson filmi. İsveç^in küçük ve sıkıcı kasabalarından birisinde yaşayan Elin ve Agnes isimli iki kız^ın cinselliği tanıması ve topluma ters gelen şekilde kendi gerçeklerini yaşaması üzerinedir. Elin, hayatın hiçbir özel ya da güzel yanını kendisine sunmadığını anlayıp “değişik” olmak arzusuyla yanıp tutuşan bir kız olsa da Agnes, herkese farklı ve garip gelen şeyin doğal halidir. Aslında Agnes^in annesin oğluna lezbiyenliği açıklarken “bunda kötü bir şey yok” dedikten sonra kızı için endişelenmesinde saklı olan öz^ü yakalayabiliriz. Her şey hakkında atıp tutuyoruz, özgürlüklere, düşüncelere, tercihlere önem veren güzel insanlarız değil mi? Peki ya bunlar yanımıza geldiğinde, yakınlarımız “diğerlerine farklı geleni” seçtiklerinde hala aynı güzel insan olabiliyor muyuz?
Bilmiyorum, ama Lukas burada bir çok insanın aslında iyi olmadığını anlatmış, her zamanki gibi de bunu çok iyi aktarmış.. Dünyada kokmuş ne kadar düşünce, kokuşmuş ne kadar insan varsa bunların filmini Moodysson çeksin istiyorum, bana herkesten daha dürüst geliyor..
23 Aralık 2011 Cuma
Wings of Desire / Der Himmel über Berlin / Arzunun Kanatları (1987) - Wim Wenders
Yeni Alman sinemasının; 68’lerin özgürlük, toplumsal eleştiri, yeni bir yaşam biçimi arama ruhunun sinemadaki temsilcisi Wim Wenders, genç kuşak yönetmenlerinin en önemlilerinden biridir. Wenders’in film kariyerine baktığımızda kısaca 60′ların sonunda Yeni Alman Sineması akımının bir parçası olarak başladı. İlk çıkışını 1970 yılında The Kinks’e adadığı Summer in the City ile yaptı. 1982′de Venedik Film Festivali’nde Stand der Dinge ile kazandığı Altın Arslan, 1984′de Cannes’da Paris, Texas ile kazandığı Altın Palmiye ve 1987′de yine Cannes’da Arzunun Kanatları (Der Himmel über Berlin) ile aldığı en iyi yönetmen ödülü kazandığı önemli ödüllerden bazılarıdır. Günümüze kadar bir çok film ve belgesele imzasını atan yönetmen son olarak Pina ile sanatseverleri şaşırtmaya devam etmiştir.
Yönetmenin adını duyunca belki de aklıma ilk gelen filmi; Wing of Desire (Der Himmel über Berlin – 1987 ) Türkiye’de ‘Arzunun Kanatlarında’ olarak çevrilmiş olmasına rağmen orijinal adı olarak ise ‘Berlin’in Üstündeki Gökyüzü’ diye çevrilidiğinde daha anlamlı olacaktır. Bunun nedeni Wim Wenders’in gözünden Berlin’i izlemekle kalmıyoruz, Berlin’i iki farklı dünyada yorumluyoruz.
Filmin içeriği; iki meleğin Damiel ve Cassiel’in gözünden Berlin sokaklarını, insanlarını ve onların acılarını siyah –beyaz olarak görüyoruz. İnsanların gözünde renklenen dünya bize ilk başta kafa karışıklığı gibi gelse de zamanla anlaşılır bir hal almaktadır. Filmi izlediğimde ilk olarak dikkatimi çeken neden, niçin sorularına cevaplamaya yönelik düşünmeye sevk etmesiydi. 1987 yılında yapılmış olan filmin Batı Almanya semalarından yola çıkarak Berlin üzerinden bakışla yorumlanmış olması bir nedeni barındırmakta olduğunu gözlemek çokta zor olmuyor. Filmde geçen yıkık harabeler, savaş sonrası çekilen acıların, bölünmüşlüğün evrensel olarak simgesi haline gelen Berlin duvarının ekseninde gerçekleşmesi bizim ipuçlarımız.
Şehrin sokaklarındaki sakinlik ve durağanlık sadece meleklerin gözünden siyah – beyaz gösterilse de insanların içinde olduğu dünyanında ne kadar sıkıntılı olduğunu hem görüyoruz hem onların iç seslerini duyabiliyoruz. Bu izleri taşıyan bir şehir olarak Berlin’in seçilmesinin nedeni belki de yönetmenin, meleklerin bu acıları hafifletmesi için fazla mesai yapması mesajını içeriyor olabilir.
Filmin konusunda geçen bir meleğin bir kadına duyduğu arzunun aşka dönüşmesiyle insan olmasını anlatmaktadır. Aslında filmin konu olarak sadece bu tema altında kalmaması filmi normal bir romantik filmden ayırt etmektedir. Filmde gördüğümüz karakterlerin iç dünyalarını görüyor hatta onların düşüncelerini okuyor olmamız, izleyici olarak Tanrısal bir bakış kazanmamızı sağlamaktadır. Meleklerin ve çocukların kameraya her bakışında bu etki kırılarak sinemada olduğumuzu hatırlasakta yönetmen seyircinin algısını tekrar filmin içine katlamayı başarıyor. Karmaşık anlatıma sahip olmasına rağmen aşkı ele alış şekliyle sade ve akıcı bir çizgi çizmektedir. Bunu yaparken kullandığı mizansenle, kostüm, sahne bütünlüğü ve kurgu açısında da düz bir yalınlığa sahip olmasının etkisi diyebilirim.
Teknik olarak ele aldığımız da ise, dönemin yüksek kalitedeki yapımlarından biri sayılabilecek nitelikte bir filmdir. Kamera tekniklerinin çeşitliği görülmektedir, sabit kamera ve vinç ile çekilmiş sahneleri görmek mümkün. Buna sıkça rastladığımız insanların evlerine girerken ki kamera hareketleri, camdan bir başka evin içine geçişleri, caddeye bakışı ve en önemlisi insanları tepeden izlememizi sağlayan kuşbakışı planların kullanıldığını görebiliriz. Kurgu açısından fazlaca, kesilmemiş sahne olduğunu hatta kesmeden geçişlerin yapıldığını görebiliriz. Bu da filme akıcı ve masalsı bir estetik kazandırmaktadır, izlerken sanki gökyüzünden bakıyormuş etkisini hissetmemek mümkün değil.
Filmde kullanılan mekanlar açısından ve karakterlerin dünyasındaki objelerin kullanımı açısından hareket eden (göçmen) ve sabit mekanlar olmak üzere ayırabiliriz. Filmde geçen sirk, karavan, metro ve kurutemizleme gibi sahnelerin kullanılması bize iki şeyi hatırlatmaktadır. Birincisi; göçmenlik kavramını Berlin’in metropol yapısını, çok kültürlü bir şehir olmasını ve farklı dillerden, dinlerden insanların bir arada yaşadığı bir şehir imajı oluşturmaktadır. İkincisi de, Damiel ve Cassiel’in söyledikleri diaologlardan meleklerin sabit kaldığı ancak herşeyin sürekli değiştiği gerçeğini öğreniyoruz. Bu da fani olan insanlarla ölümsüz olan meleklerin karşılaştırılmasını göstermektedir. Böylelikle insanların, dünyada ezeli ve ebedi göçebe olduğu gerçeğini yansıtmaktadır. Filmde zihinleri okunan insanların aslında endişelerini dinlerken de bu kavramların altı çizilmektedir. Kullanılan bir diğer önemli mekan ise, kütüphane yine burda meleklerle insanların karşılaştırılması yapılmaktadır. Sabit olan meleklerin misafirleri olan kütüphane ziyaretçileri, yine kozmik bir kültür mozaiği oluşturmaktadır.
Filmin, renk ve mekan kullanımı kadar ses ve müzik kullanımı da özdeşleşme açısından önemli rol oynamaktadır. Sokaktaki insanların sesleriyle, düşüncelerinin birbirine karıştığı sahnelerde özellikle uğultulular arasından seçilen kelimelerin hikayeye kattığı detaylar göze çarpmaktadır. Müzik kullanımı da yine aynı şekilde siyah beyaz olan yani meleklerin dünyasındayken klasik ve daha çok arp yada naif enstrümanlar kullanılması bize huzuru ve maneviyatı çağrıştırmaktadır. Renkli dünyaya geçtiğimizde ise, özellikle Marion (trapezci kız) gittiği gece clublarında çalan müziklerin Tom Waits, Nick Cave gibi müzisyenlerin şarkılarını duyuyoruz. Bu şarkılar 80’lerin techo ve elektronik müziğe geçişin aynı zamanda da yaşanan buhranın da yansımaları olarak tanımlanabilir. Farklılıkların uyumu şekilde harmanlanmış bu melodiler melankolik bir tedirginliği ve bilinmezliği hissettiriyor. Özellikle Nick Cave and The Bad Seeds’in ‘From Her to Eternity’ şarkısında sonsuzluğun sorgulanması filmin belki de kırılma noktalarında biri olarak Marion ve Damiel’in birleşmelerinde kullanılmaktadır. Ölümsüzlükten vazgeçen Damiel ve yaşamaktan bıkmış Marion’un isyanı niteliğindedir.
Genel olarak film bir çok alt metni içinde barındıran ve bunları yaparken de kulağa, göze ve hatta ruhumuza dokunan bir duyum katmaktadır. Bulutların üzerinden izlediğimiz Berlin’in içine girdikten sonra renklenen dünyamız, sanıldığı kadar kolay olmayacaktır. Bu yüzden yönetmen Damiel ve Marion’un birleşmeleri bir mutlu son gibi görmemiş olacak ki devam edecektir yazıyla bitirmektedir. Filmin Hollywood versiyonu olarak bilinen ‘City of Angels (Melekler Şehri- 1998)’ hatırlayabiliriz. Tabi konu olarak benzerliği dışında fazla ortak noktaları olmadığını eklemekte yarar var.
Filmi izlemeyenler için tavsiye ederken filmin özellikle orjinal diliyle izlemenizi önerebilirim, sokakların ve insanların sesinin filme her zamankinden farklı bir derinlik kattığını hissedeceksiniz. Bir de izlerken, filmin dokusunu hissetmeniz için dönemsel şartları da göz önünden bulundurursanız savaşın sadece cephedeki mermi sesleriyle anlatılmayacağını görebilirsiniz. Bunun yanında yaşanan buhranın boyutunu, romantik bir meleğin insanlığa olan inancını ve bunlara karşı da insanlığın anlamını sorgulayabilirsiniz.
2011’in en iddalı yapımlarına baktığımızda farklı bir deneyim olan
Pina’yı ve tabi bunun mimarı olan Wim Wenders’i unutmamak lazım.
Sevilen yönetmen Wim Wenders hakkında bir çok şey söylenebilir,
yönetmenin stili, başarısına her filmde farklı bir yön getirmesi gibi
bir çok yorumda bulunabiliriz. Yeni Alman sineması ekolünden gelen
yönetmenin en önemli yapımlarına bakarken bir film var ki her zaman
izlerken farklı bir tat bırakıyor. Filme geçmeden önce dönemsel
faktörlerine bakalım. Kısaca; savaş sonrası Almanya’daki sosyal ve
ekonomik hayatın izleri tüm dünyada kapanmayan yaralara sebep oldu. Nazi
işgallerinin etkisinden kurtulan Berlin sokaklarınındaki uzun yıllar
duvarlarla çevrili bir şekilde yaşanan acılar sinema filmlerine sıkça
konu oldu. Bu durum sanatsal olarak, Alman sinemasının kaçınılmaz
döngüsü haline gelmiştir.
Sinema tarihinde toplumun doğrudan etkilediği sinema akımlarının
başında Yeni Alman sineması gelmektedir. Bu sinema anlayışı yeni
gereksinimleri de içinde barındırmaktadır. Yerleşik bir endüstriye
karşılık olarak geleneksel Alman sinemasının aksine özgür bir şekilde
entellektüel bir bilinçle ortaya çıkmıştır. Bu da filmlerin daha
kapsamlı ve etkileyici olmasını sağlayarak geniş kitlelerce sevilmesini
sağlamıştır.Yeni Alman sinemasının; 68’lerin özgürlük, toplumsal eleştiri, yeni bir yaşam biçimi arama ruhunun sinemadaki temsilcisi Wim Wenders, genç kuşak yönetmenlerinin en önemlilerinden biridir. Wenders’in film kariyerine baktığımızda kısaca 60′ların sonunda Yeni Alman Sineması akımının bir parçası olarak başladı. İlk çıkışını 1970 yılında The Kinks’e adadığı Summer in the City ile yaptı. 1982′de Venedik Film Festivali’nde Stand der Dinge ile kazandığı Altın Arslan, 1984′de Cannes’da Paris, Texas ile kazandığı Altın Palmiye ve 1987′de yine Cannes’da Arzunun Kanatları (Der Himmel über Berlin) ile aldığı en iyi yönetmen ödülü kazandığı önemli ödüllerden bazılarıdır. Günümüze kadar bir çok film ve belgesele imzasını atan yönetmen son olarak Pina ile sanatseverleri şaşırtmaya devam etmiştir.
Yönetmenin adını duyunca belki de aklıma ilk gelen filmi; Wing of Desire (Der Himmel über Berlin – 1987 ) Türkiye’de ‘Arzunun Kanatlarında’ olarak çevrilmiş olmasına rağmen orijinal adı olarak ise ‘Berlin’in Üstündeki Gökyüzü’ diye çevrilidiğinde daha anlamlı olacaktır. Bunun nedeni Wim Wenders’in gözünden Berlin’i izlemekle kalmıyoruz, Berlin’i iki farklı dünyada yorumluyoruz.
Filmin içeriği; iki meleğin Damiel ve Cassiel’in gözünden Berlin sokaklarını, insanlarını ve onların acılarını siyah –beyaz olarak görüyoruz. İnsanların gözünde renklenen dünya bize ilk başta kafa karışıklığı gibi gelse de zamanla anlaşılır bir hal almaktadır. Filmi izlediğimde ilk olarak dikkatimi çeken neden, niçin sorularına cevaplamaya yönelik düşünmeye sevk etmesiydi. 1987 yılında yapılmış olan filmin Batı Almanya semalarından yola çıkarak Berlin üzerinden bakışla yorumlanmış olması bir nedeni barındırmakta olduğunu gözlemek çokta zor olmuyor. Filmde geçen yıkık harabeler, savaş sonrası çekilen acıların, bölünmüşlüğün evrensel olarak simgesi haline gelen Berlin duvarının ekseninde gerçekleşmesi bizim ipuçlarımız.
Şehrin sokaklarındaki sakinlik ve durağanlık sadece meleklerin gözünden siyah – beyaz gösterilse de insanların içinde olduğu dünyanında ne kadar sıkıntılı olduğunu hem görüyoruz hem onların iç seslerini duyabiliyoruz. Bu izleri taşıyan bir şehir olarak Berlin’in seçilmesinin nedeni belki de yönetmenin, meleklerin bu acıları hafifletmesi için fazla mesai yapması mesajını içeriyor olabilir.
Filmin konusunda geçen bir meleğin bir kadına duyduğu arzunun aşka dönüşmesiyle insan olmasını anlatmaktadır. Aslında filmin konu olarak sadece bu tema altında kalmaması filmi normal bir romantik filmden ayırt etmektedir. Filmde gördüğümüz karakterlerin iç dünyalarını görüyor hatta onların düşüncelerini okuyor olmamız, izleyici olarak Tanrısal bir bakış kazanmamızı sağlamaktadır. Meleklerin ve çocukların kameraya her bakışında bu etki kırılarak sinemada olduğumuzu hatırlasakta yönetmen seyircinin algısını tekrar filmin içine katlamayı başarıyor. Karmaşık anlatıma sahip olmasına rağmen aşkı ele alış şekliyle sade ve akıcı bir çizgi çizmektedir. Bunu yaparken kullandığı mizansenle, kostüm, sahne bütünlüğü ve kurgu açısında da düz bir yalınlığa sahip olmasının etkisi diyebilirim.
Teknik olarak ele aldığımız da ise, dönemin yüksek kalitedeki yapımlarından biri sayılabilecek nitelikte bir filmdir. Kamera tekniklerinin çeşitliği görülmektedir, sabit kamera ve vinç ile çekilmiş sahneleri görmek mümkün. Buna sıkça rastladığımız insanların evlerine girerken ki kamera hareketleri, camdan bir başka evin içine geçişleri, caddeye bakışı ve en önemlisi insanları tepeden izlememizi sağlayan kuşbakışı planların kullanıldığını görebiliriz. Kurgu açısından fazlaca, kesilmemiş sahne olduğunu hatta kesmeden geçişlerin yapıldığını görebiliriz. Bu da filme akıcı ve masalsı bir estetik kazandırmaktadır, izlerken sanki gökyüzünden bakıyormuş etkisini hissetmemek mümkün değil.
Filmde kullanılan mekanlar açısından ve karakterlerin dünyasındaki objelerin kullanımı açısından hareket eden (göçmen) ve sabit mekanlar olmak üzere ayırabiliriz. Filmde geçen sirk, karavan, metro ve kurutemizleme gibi sahnelerin kullanılması bize iki şeyi hatırlatmaktadır. Birincisi; göçmenlik kavramını Berlin’in metropol yapısını, çok kültürlü bir şehir olmasını ve farklı dillerden, dinlerden insanların bir arada yaşadığı bir şehir imajı oluşturmaktadır. İkincisi de, Damiel ve Cassiel’in söyledikleri diaologlardan meleklerin sabit kaldığı ancak herşeyin sürekli değiştiği gerçeğini öğreniyoruz. Bu da fani olan insanlarla ölümsüz olan meleklerin karşılaştırılmasını göstermektedir. Böylelikle insanların, dünyada ezeli ve ebedi göçebe olduğu gerçeğini yansıtmaktadır. Filmde zihinleri okunan insanların aslında endişelerini dinlerken de bu kavramların altı çizilmektedir. Kullanılan bir diğer önemli mekan ise, kütüphane yine burda meleklerle insanların karşılaştırılması yapılmaktadır. Sabit olan meleklerin misafirleri olan kütüphane ziyaretçileri, yine kozmik bir kültür mozaiği oluşturmaktadır.
Filmin, renk ve mekan kullanımı kadar ses ve müzik kullanımı da özdeşleşme açısından önemli rol oynamaktadır. Sokaktaki insanların sesleriyle, düşüncelerinin birbirine karıştığı sahnelerde özellikle uğultulular arasından seçilen kelimelerin hikayeye kattığı detaylar göze çarpmaktadır. Müzik kullanımı da yine aynı şekilde siyah beyaz olan yani meleklerin dünyasındayken klasik ve daha çok arp yada naif enstrümanlar kullanılması bize huzuru ve maneviyatı çağrıştırmaktadır. Renkli dünyaya geçtiğimizde ise, özellikle Marion (trapezci kız) gittiği gece clublarında çalan müziklerin Tom Waits, Nick Cave gibi müzisyenlerin şarkılarını duyuyoruz. Bu şarkılar 80’lerin techo ve elektronik müziğe geçişin aynı zamanda da yaşanan buhranın da yansımaları olarak tanımlanabilir. Farklılıkların uyumu şekilde harmanlanmış bu melodiler melankolik bir tedirginliği ve bilinmezliği hissettiriyor. Özellikle Nick Cave and The Bad Seeds’in ‘From Her to Eternity’ şarkısında sonsuzluğun sorgulanması filmin belki de kırılma noktalarında biri olarak Marion ve Damiel’in birleşmelerinde kullanılmaktadır. Ölümsüzlükten vazgeçen Damiel ve yaşamaktan bıkmış Marion’un isyanı niteliğindedir.
Genel olarak film bir çok alt metni içinde barındıran ve bunları yaparken de kulağa, göze ve hatta ruhumuza dokunan bir duyum katmaktadır. Bulutların üzerinden izlediğimiz Berlin’in içine girdikten sonra renklenen dünyamız, sanıldığı kadar kolay olmayacaktır. Bu yüzden yönetmen Damiel ve Marion’un birleşmeleri bir mutlu son gibi görmemiş olacak ki devam edecektir yazıyla bitirmektedir. Filmin Hollywood versiyonu olarak bilinen ‘City of Angels (Melekler Şehri- 1998)’ hatırlayabiliriz. Tabi konu olarak benzerliği dışında fazla ortak noktaları olmadığını eklemekte yarar var.
Filmi izlemeyenler için tavsiye ederken filmin özellikle orjinal diliyle izlemenizi önerebilirim, sokakların ve insanların sesinin filme her zamankinden farklı bir derinlik kattığını hissedeceksiniz. Bir de izlerken, filmin dokusunu hissetmeniz için dönemsel şartları da göz önünden bulundurursanız savaşın sadece cephedeki mermi sesleriyle anlatılmayacağını görebilirsiniz. Bunun yanında yaşanan buhranın boyutunu, romantik bir meleğin insanlığa olan inancını ve bunlara karşı da insanlığın anlamını sorgulayabilirsiniz.
1 Aralık 2011 Perşembe
Sur / Güney (1988) - Fernando E. Solanas
Arjantinli
yönetmen Fernando Solanas, nam-ı diğer ‘Pino’, sadece ülkesinin değil,
tüm Latin Amerika’nın yüzlerce yıllık ezilmişlik tarihinin sinemadaki
haykırışı oldu. Askeri diktatörlüğün ülke yönetimini ele geçirmesiyle, o
çok sevdiği vatanından ayrılmak zorunda kalırken bile, “ülkemden
kopmuyorum ben, asla sessiz kalmayacağım” demişti. Solanas, hiçbir zaman
ılımlı, ürkek ve alçakgönüllü bir san
atçı
olmadı. Ama sinema dilini oluşturan politik yorumlamalarında, slogancı
ya da çığırtkan bir üsluba da sığınmadı. Adını söylemekten kaçınmadığı
idolü ise, Luis Bunuel idi.
Venedik Film Festivali’nde jüri özel ödülü kazandığı Tangos, l'exil de Gardel-Tangolar, Gardel’in Sürgünü (1985) filminde Genet, Beckett, Stravinsky, Bunuel ve Eisenstein’dan beslendiğini söyler. Paris’te yaşayan Arjantinliler’in, tangonun sihirli ve hüzünlü müziği eşliğinde dansları, mimikleri ve aşklarıyla, memlekete dair anılarında yaptıkları bir yolculuktur film. Solanas’ın bir siyasi sürgün olarak kendini ifadesi Carlos Gardel adlı şarkıcı kahramanında somutlaşır. Kamera, apartmanların arasında dolaşarak şiirsel ve çocuksu düşler çağrıştıran bir renk cümbüşü yaratır. Filmin temposunu artıran ‘tango-dy’ (komedi, trajedi ve tangonun karışımı olan gösteri) sahnelerinde, sürgündeki insanın düşkırıklıkları içimize işler adeta. Solanas, bu önemli filmini, ünlü sinemacı Yılmaz Güney’e adamıştır.
Sanatçı, Cannes Film Festivali’nde seyircilerin en çok beğendiği ve kendisine de ‘En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazandıran Sur-Güney (1988) yapıtında, sürgünden eve dönüş üzerinde yoğunlaşır. Astor Piazzolla’nın müziğiyle damgasını vurduğu film, askeri diktatörlüğün sona ermesinden sonra hapishanelerde yıllarca zulüm görmüş insanların, özgürlüğe kavuştuktan sonra geçmişleri ile hesaplaşmaları, sevdikleri ile ilişkilerini gözden geçirmeleri üzerine, bellekleri yeniden bir sorgulamadır.
Solanas'ın çağdaş bir ‘Odyssey’ sayılabilecek olan El Viaje-Yolculuk filmi (1992), daha önceki iki filmine eşlik ederken ünlü yönetmen de Latin Amerika deneyiminin kendine has özellikleriyle uğraşmayı sürdürür. El Viaje, yaşamında bir anlam bulma savaşı veren genç bir Homeros kahramanının müthiş yoğunlukta yaratıcı, mitlere dayalı sembolik bir mozaiği gibidir. Filmin ana karakteri genç Martin, yol boyunca Solanas'ın 90’larda Arjantin'i temsil ettiğine inandığı saçmalık ve çelişkilere rastlar. Yönetmen bu filmi çektiği sıralarda çıkış noktasını şöyle açıklar: "Latin Amerika baştan aşağı bir felaket bölgesi. Nüfusun büyük bir bölümü de gittikçe daha ağırlaşan bir yoksulluk içinde yaşıyor. Babalar, onlara ihtiyaç duyduğunuz zamanlarda ortada yoktur. Artık biz Latin Amerikalılar’ın da büyümemizin, kendi planlarımızı yapmamızın ve bisikletlerimize binerek yola düşmemizin vaktidir." İlgi alanı ve amaçları açısından epik yapıda olan El Viaje, yüzlerce yıldır kötü yönetimler altında çırpınan bir kıtanın ruhuna ithaf edilmiş bir ağıt ve aynı zamanda hüzünlü bir aşk şiiridir. Daha da ilginci, bu film, Güney Amerika ülkelerinde günümüzde görülen köklü dönüşümlerin öngörüsü gibidir. Simgesel bir anlatımı yeğlediği La Nube-Bulut (1998) filminde yönetmen, Arjantin siyasi tarihine göndermeler yaparak, çok uzun süredir yağmura teslim olmuş bir kentte, insanların kabusa dönüşen yaşamlarından hareketle toplumsal ve siyasi yaralara parmak basmaya devam eder.
Fernando Solanas’ın sineması, yerelden evrensele uzanan bisiklet yolculuğudur. Sürgünde yaşamış sanatçı duyarlılığı ile her filminde bizlere de ‘bir turluğuna’ bisikletini verir. Rüzgara karşı pedala her basışımızda, tangolardan yükselen hüzünlü nağmeler, gözlerimizi daha da buğular. Peşinden koştuğumuz Solanas’ın film kareleri, düşlerimizdeki bambaşka bir dünyanın müjdecisidir. (CNBC-e Dergi-Şubat 2006)
Venedik Film Festivali’nde jüri özel ödülü kazandığı Tangos, l'exil de Gardel-Tangolar, Gardel’in Sürgünü (1985) filminde Genet, Beckett, Stravinsky, Bunuel ve Eisenstein’dan beslendiğini söyler. Paris’te yaşayan Arjantinliler’in, tangonun sihirli ve hüzünlü müziği eşliğinde dansları, mimikleri ve aşklarıyla, memlekete dair anılarında yaptıkları bir yolculuktur film. Solanas’ın bir siyasi sürgün olarak kendini ifadesi Carlos Gardel adlı şarkıcı kahramanında somutlaşır. Kamera, apartmanların arasında dolaşarak şiirsel ve çocuksu düşler çağrıştıran bir renk cümbüşü yaratır. Filmin temposunu artıran ‘tango-dy’ (komedi, trajedi ve tangonun karışımı olan gösteri) sahnelerinde, sürgündeki insanın düşkırıklıkları içimize işler adeta. Solanas, bu önemli filmini, ünlü sinemacı Yılmaz Güney’e adamıştır.
Sanatçı, Cannes Film Festivali’nde seyircilerin en çok beğendiği ve kendisine de ‘En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazandıran Sur-Güney (1988) yapıtında, sürgünden eve dönüş üzerinde yoğunlaşır. Astor Piazzolla’nın müziğiyle damgasını vurduğu film, askeri diktatörlüğün sona ermesinden sonra hapishanelerde yıllarca zulüm görmüş insanların, özgürlüğe kavuştuktan sonra geçmişleri ile hesaplaşmaları, sevdikleri ile ilişkilerini gözden geçirmeleri üzerine, bellekleri yeniden bir sorgulamadır.
Solanas'ın çağdaş bir ‘Odyssey’ sayılabilecek olan El Viaje-Yolculuk filmi (1992), daha önceki iki filmine eşlik ederken ünlü yönetmen de Latin Amerika deneyiminin kendine has özellikleriyle uğraşmayı sürdürür. El Viaje, yaşamında bir anlam bulma savaşı veren genç bir Homeros kahramanının müthiş yoğunlukta yaratıcı, mitlere dayalı sembolik bir mozaiği gibidir. Filmin ana karakteri genç Martin, yol boyunca Solanas'ın 90’larda Arjantin'i temsil ettiğine inandığı saçmalık ve çelişkilere rastlar. Yönetmen bu filmi çektiği sıralarda çıkış noktasını şöyle açıklar: "Latin Amerika baştan aşağı bir felaket bölgesi. Nüfusun büyük bir bölümü de gittikçe daha ağırlaşan bir yoksulluk içinde yaşıyor. Babalar, onlara ihtiyaç duyduğunuz zamanlarda ortada yoktur. Artık biz Latin Amerikalılar’ın da büyümemizin, kendi planlarımızı yapmamızın ve bisikletlerimize binerek yola düşmemizin vaktidir." İlgi alanı ve amaçları açısından epik yapıda olan El Viaje, yüzlerce yıldır kötü yönetimler altında çırpınan bir kıtanın ruhuna ithaf edilmiş bir ağıt ve aynı zamanda hüzünlü bir aşk şiiridir. Daha da ilginci, bu film, Güney Amerika ülkelerinde günümüzde görülen köklü dönüşümlerin öngörüsü gibidir. Simgesel bir anlatımı yeğlediği La Nube-Bulut (1998) filminde yönetmen, Arjantin siyasi tarihine göndermeler yaparak, çok uzun süredir yağmura teslim olmuş bir kentte, insanların kabusa dönüşen yaşamlarından hareketle toplumsal ve siyasi yaralara parmak basmaya devam eder.
Fernando Solanas’ın sineması, yerelden evrensele uzanan bisiklet yolculuğudur. Sürgünde yaşamış sanatçı duyarlılığı ile her filminde bizlere de ‘bir turluğuna’ bisikletini verir. Rüzgara karşı pedala her basışımızda, tangolardan yükselen hüzünlü nağmeler, gözlerimizi daha da buğular. Peşinden koştuğumuz Solanas’ın film kareleri, düşlerimizdeki bambaşka bir dünyanın müjdecisidir. (CNBC-e Dergi-Şubat 2006)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)