Wings of Desire / Der Himmel über Berlin / Arzunun Kanatları (1987) - Wim Wenders
2011’in en iddalı yapımlarına baktığımızda farklı bir deneyim olan
Pina’yı ve tabi bunun mimarı olan Wim Wenders’i unutmamak lazım.
Sevilen yönetmen Wim Wenders hakkında bir çok şey söylenebilir,
yönetmenin stili, başarısına her filmde farklı bir yön getirmesi gibi
bir çok yorumda bulunabiliriz. Yeni Alman sineması ekolünden gelen
yönetmenin en önemli yapımlarına bakarken bir film var ki her zaman
izlerken farklı bir tat bırakıyor. Filme geçmeden önce dönemsel
faktörlerine bakalım. Kısaca; savaş sonrası Almanya’daki sosyal ve
ekonomik hayatın izleri tüm dünyada kapanmayan yaralara sebep oldu. Nazi
işgallerinin etkisinden kurtulan Berlin sokaklarınındaki uzun yıllar
duvarlarla çevrili bir şekilde yaşanan acılar sinema filmlerine sıkça
konu oldu. Bu durum sanatsal olarak, Alman sinemasının kaçınılmaz
döngüsü haline gelmiştir.
Sinema tarihinde toplumun doğrudan etkilediği sinema akımlarının
başında Yeni Alman sineması gelmektedir. Bu sinema anlayışı yeni
gereksinimleri de içinde barındırmaktadır. Yerleşik bir endüstriye
karşılık olarak geleneksel Alman sinemasının aksine özgür bir şekilde
entellektüel bir bilinçle ortaya çıkmıştır. Bu da filmlerin daha
kapsamlı ve etkileyici olmasını sağlayarak geniş kitlelerce sevilmesini
sağlamıştır.
Yeni Alman sinemasının; 68’lerin özgürlük, toplumsal eleştiri, yeni
bir yaşam biçimi arama ruhunun sinemadaki temsilcisi Wim Wenders, genç
kuşak yönetmenlerinin en önemlilerinden biridir. Wenders’in film
kariyerine baktığımızda kısaca 60′ların sonunda Yeni Alman Sineması
akımının bir parçası olarak başladı. İlk çıkışını 1970 yılında The
Kinks’e adadığı Summer in the City ile yaptı. 1982′de Venedik Film
Festivali’nde Stand der Dinge ile kazandığı Altın Arslan, 1984′de
Cannes’da Paris, Texas ile kazandığı Altın Palmiye ve 1987′de yine
Cannes’da Arzunun Kanatları (Der Himmel über Berlin) ile aldığı en iyi
yönetmen ödülü kazandığı önemli ödüllerden bazılarıdır. Günümüze kadar
bir çok film ve belgesele imzasını atan yönetmen son olarak Pina ile
sanatseverleri şaşırtmaya devam etmiştir.
Yönetmenin adını duyunca belki de aklıma ilk gelen filmi; Wing of
Desire (Der Himmel über Berlin – 1987 ) Türkiye’de ‘Arzunun
Kanatlarında’ olarak çevrilmiş olmasına rağmen orijinal adı olarak ise
‘Berlin’in Üstündeki Gökyüzü’ diye çevrilidiğinde daha anlamlı
olacaktır. Bunun nedeni Wim Wenders’in gözünden Berlin’i izlemekle
kalmıyoruz, Berlin’i iki farklı dünyada yorumluyoruz.
Filmin içeriği; iki meleğin Damiel ve Cassiel’in gözünden Berlin
sokaklarını, insanlarını ve onların acılarını siyah –beyaz olarak
görüyoruz. İnsanların gözünde renklenen dünya bize ilk başta kafa
karışıklığı gibi gelse de zamanla anlaşılır bir hal almaktadır. Filmi
izlediğimde ilk olarak dikkatimi çeken neden, niçin sorularına
cevaplamaya yönelik düşünmeye sevk etmesiydi. 1987 yılında yapılmış olan
filmin Batı Almanya semalarından yola çıkarak Berlin üzerinden bakışla
yorumlanmış olması bir nedeni barındırmakta olduğunu gözlemek çokta zor
olmuyor. Filmde geçen yıkık harabeler, savaş sonrası çekilen acıların,
bölünmüşlüğün evrensel olarak simgesi haline gelen Berlin duvarının
ekseninde gerçekleşmesi bizim ipuçlarımız.
Şehrin sokaklarındaki sakinlik ve durağanlık sadece meleklerin
gözünden siyah – beyaz gösterilse de insanların içinde olduğu dünyanında
ne kadar sıkıntılı olduğunu hem görüyoruz hem onların iç seslerini
duyabiliyoruz. Bu izleri taşıyan bir şehir olarak Berlin’in
seçilmesinin nedeni belki de yönetmenin, meleklerin bu acıları
hafifletmesi için fazla mesai yapması mesajını içeriyor olabilir.
Filmin konusunda geçen bir meleğin bir kadına duyduğu arzunun aşka
dönüşmesiyle insan olmasını anlatmaktadır. Aslında filmin konu olarak
sadece bu tema altında kalmaması filmi normal bir romantik filmden ayırt
etmektedir. Filmde gördüğümüz karakterlerin iç dünyalarını görüyor
hatta onların düşüncelerini okuyor olmamız, izleyici olarak Tanrısal
bir bakış kazanmamızı sağlamaktadır. Meleklerin ve çocukların kameraya
her bakışında bu etki kırılarak sinemada olduğumuzu hatırlasakta
yönetmen seyircinin algısını tekrar filmin içine katlamayı başarıyor.
Karmaşık anlatıma sahip olmasına rağmen aşkı ele alış şekliyle sade ve
akıcı bir çizgi çizmektedir. Bunu yaparken kullandığı mizansenle,
kostüm, sahne bütünlüğü ve kurgu açısında da düz bir yalınlığa sahip
olmasının etkisi diyebilirim.
Teknik olarak ele aldığımız da ise, dönemin yüksek kalitedeki
yapımlarından biri sayılabilecek nitelikte bir filmdir. Kamera
tekniklerinin çeşitliği görülmektedir, sabit kamera ve vinç ile çekilmiş
sahneleri görmek mümkün. Buna sıkça rastladığımız insanların
evlerine girerken ki kamera hareketleri, camdan bir başka evin içine
geçişleri, caddeye bakışı ve en önemlisi insanları tepeden izlememizi
sağlayan kuşbakışı planların kullanıldığını görebiliriz. Kurgu açısından
fazlaca, kesilmemiş sahne olduğunu hatta kesmeden geçişlerin
yapıldığını görebiliriz. Bu da filme akıcı ve masalsı bir estetik
kazandırmaktadır, izlerken sanki gökyüzünden bakıyormuş etkisini
hissetmemek mümkün değil.
Filmde kullanılan mekanlar açısından ve karakterlerin dünyasındaki
objelerin kullanımı açısından hareket eden (göçmen) ve sabit mekanlar
olmak üzere ayırabiliriz. Filmde geçen sirk, karavan, metro ve
kurutemizleme gibi sahnelerin kullanılması bize iki şeyi
hatırlatmaktadır. Birincisi; göçmenlik kavramını Berlin’in metropol
yapısını, çok kültürlü bir şehir olmasını ve farklı dillerden,
dinlerden insanların bir arada yaşadığı bir şehir imajı oluşturmaktadır.
İkincisi de, Damiel ve Cassiel’in söyledikleri diaologlardan meleklerin
sabit kaldığı ancak herşeyin sürekli değiştiği gerçeğini öğreniyoruz.
Bu da fani olan insanlarla ölümsüz olan meleklerin karşılaştırılmasını
göstermektedir. Böylelikle insanların, dünyada ezeli ve ebedi göçebe
olduğu gerçeğini yansıtmaktadır. Filmde zihinleri okunan insanların
aslında endişelerini dinlerken de bu kavramların altı çizilmektedir.
Kullanılan bir diğer önemli mekan ise, kütüphane yine burda meleklerle
insanların karşılaştırılması yapılmaktadır. Sabit olan meleklerin
misafirleri olan kütüphane ziyaretçileri, yine kozmik bir kültür mozaiği
oluşturmaktadır.
Filmin, renk ve mekan kullanımı kadar ses ve müzik kullanımı da
özdeşleşme açısından önemli rol oynamaktadır. Sokaktaki insanların
sesleriyle, düşüncelerinin birbirine karıştığı sahnelerde özellikle
uğultulular arasından seçilen kelimelerin hikayeye kattığı detaylar göze
çarpmaktadır. Müzik kullanımı da yine aynı şekilde siyah beyaz olan
yani meleklerin dünyasındayken klasik ve daha çok arp yada naif
enstrümanlar kullanılması bize huzuru ve maneviyatı çağrıştırmaktadır.
Renkli dünyaya geçtiğimizde ise, özellikle Marion (trapezci kız) gittiği
gece clublarında çalan müziklerin Tom Waits, Nick Cave gibi
müzisyenlerin şarkılarını duyuyoruz. Bu şarkılar 80’lerin techo ve
elektronik müziğe geçişin aynı zamanda da yaşanan buhranın da
yansımaları olarak tanımlanabilir. Farklılıkların uyumu şekilde
harmanlanmış bu melodiler melankolik bir tedirginliği ve bilinmezliği
hissettiriyor. Özellikle Nick Cave and The Bad Seeds’in ‘From Her to
Eternity’ şarkısında sonsuzluğun sorgulanması filmin belki de kırılma
noktalarında biri olarak Marion ve Damiel’in birleşmelerinde
kullanılmaktadır. Ölümsüzlükten vazgeçen Damiel ve yaşamaktan bıkmış
Marion’un isyanı niteliğindedir.
Genel olarak film bir çok alt metni içinde barındıran ve bunları
yaparken de kulağa, göze ve hatta ruhumuza dokunan bir duyum
katmaktadır. Bulutların üzerinden izlediğimiz Berlin’in içine girdikten
sonra renklenen dünyamız, sanıldığı kadar kolay olmayacaktır. Bu yüzden
yönetmen Damiel ve Marion’un birleşmeleri bir mutlu son gibi görmemiş
olacak ki devam edecektir yazıyla bitirmektedir. Filmin Hollywood
versiyonu olarak bilinen ‘City of Angels (Melekler Şehri- 1998)’
hatırlayabiliriz. Tabi konu olarak benzerliği dışında fazla ortak
noktaları olmadığını eklemekte yarar var.
Filmi izlemeyenler için tavsiye ederken filmin özellikle orjinal
diliyle izlemenizi önerebilirim, sokakların ve insanların sesinin filme
her zamankinden farklı bir derinlik kattığını hissedeceksiniz. Bir de
izlerken, filmin dokusunu hissetmeniz için dönemsel şartları da göz
önünden bulundurursanız savaşın sadece cephedeki mermi sesleriyle
anlatılmayacağını görebilirsiniz. Bunun yanında yaşanan buhranın
boyutunu, romantik bir meleğin insanlığa olan inancını ve bunlara karşı
da insanlığın anlamını sorgulayabilirsiniz.