7 Aralık 2012 Cuma

Tengoku to jigoku / High and Low / Yüksek ve Alçak (1963) - Akira Kurosawa


 
Kurosawa’nın toplam 32 filmi var ve bu filmlerin arasına birçok başyapıt sığdırmayı başarmış. Zaten filmlerinin kalite grafiğinde inişli çıkışlı bir görünüm yok denecek kadar az olan, hemen hemen bütün filmleri belli bir kalite düzeyinin üstünde olan ve kötü işi olmayan bir yönetmen. Bütün başyapıtları dahil çok sayıda filmini izledim. İzlediğim filmlerinin hepsini çok sevdim ama en sevdiğim iki filmi “Rashomon” ve “Ikıru” adlı başyapıtlarıdır. Adlarını anmışken bunların mutlaka izlenmesi gereken filmler olduğunu belirtmek isterim. “Tengoku To Jıgoku” ise bir başyapıt olmasa da üst düzey kalitede ve çok sevdiğim bir film oldu.

Gondo, ülkenin en büyük ayakkabı üreticisi olan bir şirketin ortağıdır ve payları dağılmış bulunan şirkette önemli sayılabilecek bir payın sahibidir. Şirkette % 46’lık payıyla en büyük pay sahibi yaşlı bir kişi karar verme gücünü elinde bulundurmakta, bu durum gücü ellerine geçirmek isteyen diğer ortakları ve Gondo’yu rahatsız etmektedir. Bu kişiler bir araya gelerek ihtiyara karşı işbirliği yapmak isterler ve Gondo’yu da yanlarında görmek istediklerini kendisine söylerler. Gondo ise onları reddeder çünkü kendine ait bir planı vardır. Varını yoğunu, her şeyini ipotek ederek yıllarca para biriktirmiş ve bu arada bir miktar daha hisse satın almıştır. Şimdi ise elinde çok büyük miktarda nakit para vardır ve yapacağı son bir hisse alımıyla ortaklık payı ihtiyarın payını geçecek ve şirkette gücü eline geçirecek, bundan sonra kararları o verecektir. Tam da bu hisseleri satın alacağı günden bir önceki gece evinde keyifle içkisini yudumlarken telefon çalar. Telefonu açan Gondo duyduklarına inanamaz, karşısındaki ses oğlunu kaçırdığını söyleyerek fidye istemektedir. İstediği fidye miktarı inanılmazdır, bu parayı ödediği takdirde karısı ve çocuğuyla birlikte oturduğu evi dahil her şeyini kaybedecek ve beş parasız kalacaktır. Ama ödemekten başka çaresi yoktur. Tam bu sırada odaya oğlu girer. Gondo hem şaşırır hem sevinir. Bir süre sonra anlaşılır ki fidyeci yanlışlıkla Gondo’nun oğlu sanarak Gondo’nun şoförünün oğlunu kaçırmıştır. Bir telefon daha gelir, arayan yine fidyecidir. Yanlış çocuğu kaçırdığını ama şartların hala geçerli olduğunu söyler, parayı ödemezse çocuğu öldürecektir. Eve çağırdıkları polisler bu çok yüksek miktarın olağanüstü olduğunu ve işin içinde sadece para değil başka şeyler de olduğunu düşünmektedirler. Gondo bir karar vermek zorundadır, acaba şoförünün oğlunun yaşamı da onun için oğlunun yaşamı kadar değerli midir, o çocuk için de sahip olduğu her şeyden vazgeçecek midir?

Film bir polisiye ve 143 dakikalık süresine rağmen bir an bile sizi sıkmadan ve merak ve ilginizi hiç kaybettirmeden kendisini izletiyor. Ancak sıradan bir polisiye değil, karakter çalışmalarının özenle yapıldığı, insan davranış ve tepkilerinin titizlikle üzerinde durulduğu bir film. Çok kaliteli bir reji, iyi oyunculuklar, ilginç bir hikayeye sahip sağlam bir senaryo... Başta çok karmaşık görünen nakış gibi işlenmiş olay örgüsü ilmek ilmek ilerliyor ve sizi de kendi akıcılığıyla birlikte finale doğru sürüklüyor.

İzleyin bu filmi, çok iyi bir film izlemiş olacaksınız.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/503451633021788/
Carmen (2003) - Vicente Aranda

 
Beş günden beri izlediğin VINCENTE ARANDA serisinin son filmi….Her filminde izleyiciyi ayrı şaşkınlıklara uğratan Aranda, Carmen’de de bu özelliğini çok iyi sürdürüyor. Carmen için ne La Pasion Turca’da olduğu gibi kötü bir film, ne Libertarias ve Celos’ta olduğu gibi çok başarılı bir film demek mümkün değil. Ama beyazperdeye aktarılan veya tiyatroda ve operada sahnelenen Carmen yapımları arasında PROSPER MERIMEE’nin romanına en sadık kalınarak uyarlanmış yapıt demek olası… Sevgili Gülay’ın benim Aranda ile ilgili yazıma yaptığı ve Kaya Özkaracalar’dan aktardığı “çok az sinemacı, aşk ve ölüm arasında, ihtiras dolayımıyla tesis edilen ilişkiyi onun gibi son raddeye kadar tasvir edebilmiştir” yorumunun CARMEN filmi için de geçerli olduğunu söylemek gerekir. Aslında Carmen zaten Merimee’nin yazdığı otantik şekliyle de aşk-ihtiras ve ölüm romanı…
Aranda, belki konuya yeni bir katkı sağlamamış ama, 1830’ların görünümünü yansıtan muhteşem Sevilla ve Cordoba manzaraları ve erotik görüntüleri ile görselliği oldukça yukarılara taşımış.

Carmen rolünde Paz Vega, Basklı Jose rolünde ise Leonardo Sbaraglia son derece başarılı…
“Çok az sinemacı, aşk ve ölüm arasında, ihtiras dolayımıyla tesis edilen ilişkiyi onun gibi son raddeye kadar tasvir edebilmiştir” yorumuna dönecek olursak, Aranda mı Carmen’i sinemalaştırdı, yoksa Carmen mi Aranda’ ya “ cuk” diye uydu sorusunu sormak gerekir… Tüm bildik konusuna karşın her ne kadar Carlos Saura kadar başarılı olmasa da Vicente Aranda’nın Carmen’i de izlenmeyi sonuna kadar hak ediyor…
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/503260889707529/

5 Aralık 2012 Çarşamba

Brothers / Brodre / Kardeşler (2004) - Susanne Bier


Brothers ( Brodre) Danimarka'lı yönetmen Susanne Bier'ın izlediğim dördüncü filmi olmuş. Olmuş diyorum çünkü filmlerini beğensem de -neden bilmem-peşine düşmediğim bir yönetmendi Bier. İlk kez Halle Berry ile başrolü paylaşan Benicio Del Toro'nun hatırına başına oturduğum Things We Lost in The Fire , sonrasında daha keyifle izlediğim ve paylaştığım After The Wedding geldi. 2011 yılında En İyi Yabancı Film dalında Oscar'ı alan In A Better World -ne yalan söyleyeyim-beğensem de çok fazla etkilenmediğim bir filmdi. Ama mesela Dogma akımına göre çekilen -bu akım hakkında öğrendiklerimi ve hakkında yorumumu da burada paylaştığım- Open Hearts yönetmenin en sevdiğim filmi oldu. Bugün paylaştığım 2004 yapımı Sundance’de Seyirci Ödülü ve San Sebastian’da En İyi Aktör ödüllerini alan "Brothers" ise bana göre ortalarda yer alacak " hiç fena değil" dediğim bir film.
Biri aklı başında sorumluluk sahibi asker, diğeri serseri mizaçlı ve hapisten yeni çıkan iki erkek kardeşin birbirlerine olan sevgisi Barış Gücünde çalışan abi Michael'ın görevli gittiği Afganistan’dan ölüm haberinin gelmesiyle adeta sınavdan geçiyor. Abisinin ailesiyle zaman geçirmeye başlayan Jannik ve Michael’ın eşi arasındaki yakınlaşma masum boyutlarda kalsa da, kazadan esir olarak kurtulan ve sağ kalabilmek için yaptığı şeyle vicdanı ağırlaşan Michael için kırılma noktasını oluşturuyor.

Cannes Film Festivali dahil toplamda 13 ödüle layık görülen filmimizin -henüz izlemedim- ama 2009 yılında Hollywood versiyonu da çekilmiş.

Oyuncuları, senaryosu, yönetmenin kendine has bulmaya başladığım ikili ilişkileri ve her insanın içinde olup, her zaman ortaya çıkabilecek iyi ya da kötüyü işleyiş şekliyle ve tabi güzel müzikleriyle ayıracağınız zamana acımayacağınız bir film diye düşünüyorum. İyi seyirler...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/502759163091035/
Der siebente Kontinent / The Seventh Continent / Yedinci Kıta (1989) - Michael Haneke

 
Huzursuz edici filmlerin yönetmeni olarak bilinen ve insan ruhunun derinliklerinde, dehlizlerinde, labirentlerinde dolaşması ve izleyiciyi de buna davet etmesiyle ünlenen, yarattığı tekinsiz atmosferlerin içine çekerek izleyiciyi germek ve tedirgin etmek suretiyle toplumsal ve ahlaki değerleri sorgulamaya iten ve bu amacını genellikle çağdaş çekirdek aile ya da sıradan bireyler üzerinden yapan Michael Haneke’nin “Duygusal Buzlaşma” ya da diğer adıyla “Kent Üçlemesi” olarak bilinen üçlemesinin ilk filmi. (Sinemada üçlemelerle ilgilenenlere sevgili Vahit Karataş’ın gruba kazandırdığı “Sinemada Üçlemeler” konulu önemli çalışmasını incelemesini öneririm.)

Haneke favori yönetmenlerimden olmasa da filmlerini en çok merak ettiğim yönetmenlerdendir. En çok konuşulan filmlerini izledim ve bazılarını beğenmiş olsam da hiçbirini başyapıt düzeyinde bulmadım. En iyi filmi olarak kabul edilen ve bu yıl Cannes’da “Altın Palmiye” kazanan “Amour”u henüz izlemedim ama hakkında çok olumlu övgüler okudum. Öncelikle izlenecekler arasındadır.

Yukarda da belirttiğim gibi “Yedinci Kıta” “Duygusal Buzlaşma” üçlemesinin ilk filmi ve genel kanı bu üç film içinde en iyisi olduğu yönünde. Üçlemenin diğer filmlerinden 1992’de çektiği “Benny’nin Videosu”nu izledim, 1994’te çektiği “Tesadüfi Bir Kronoloji’nin 71 Parçası”nı ise izlemedim. Ergenliğe yeni adım atan ve zamanını şiddet videoları izleyerek geçiren Benny’nin bunların etkisiyle duygusuzca şiddet uygulamasını anlatan ve bunun nedenlerini sorgulamamızı isteyen “Benny’nin Videosu” oldukça iyi bir filmdi. “Tesadüfi Bir Kronoloji’nin 71 Parçası” ise 19 yaşındaki bir gencin bir bankaya girip rastgele üç kişiyi vurarak öldürdükten sonra intihar etmesi ve geriye dönüşlerle bunun nedenlerinin anlatıldığı ve bu nedenler üzerine düşünülmesinin istendiği bir film. Bu film için okuduğum eleştirilere göre “Benny’nin Videosu”ndan hallice, “Yedinci Kıta”dan halsizce diyebilirim.

Herhangi bir Avrupa ülkesinin herhangi bir şehrinde bir çekirdek aile… Mühendis baba Georg, gözlükçü anne Anna ve kızları Eva görünüşte varlıklı ve iyi bir yaşam süren bir ailedir. Maddi durumları, işleri güçleri ve yaşantıları gayet iyidir. Film, bu ailenin gündelik yaşamlarından rastgele kesitler vererek açılır ve başta göze hoş görünen gündelik yaşam rutinleri içerdiği duygusuzluk ve biteviyelikle izleyiciyi sıkmaya ve bunaltmaya başlar. Ailenin de bu rutin içinde boğulmakta olduğunu hissedersiniz. Aile hakkında görüntüler dışındaki detayları Anna’nın Georg’un anne ve babasına yazdığı mektuptan öğreniriz. Oldukça iyi bir yaşam sürmelerine rağmen aile bireylerinin yüzlerinden bıkkınlık ve mutsuzluk akmaktadır ama bununla ilgili hiçbir diyalog duymayız. Ta ki Georg’un kendi anne babasına yazdığı bir mektup okunmaya başlayana dek… sonrası ise huzursuz edici, iç daraltıcı, sinir bozucu görüntüler eşliğinde ivme kazanan bir tükeniş ve tükenişle birlikte modern yaşama karşı bir isyan, bir başkaldırıdır adeta… tuhaf bir yöntemle yapılır bu. Hüzünlü, iç burkan, yürek sıkıştıran bir yöntemle…

İzlenmesi ve hazmı zor bir film “Yedinci Kıta”. Durgun ve minimalist bir üslubu var fakat baştan sona sürekli sizi zorluyor, tedirgin ediyor ve sinir bozucu finaline doğru adım adım hazırlıyor.

İzlediğim için memnun olduğum bir filmdir. Sizin de izlemenizi tavsiye ediyorum.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/502532189780399/ 

La regle du jeu / The Rules of the Game / Oyunun Kuralı (1939) - Jean Renoir

 
Bugüne dek Bunuel'in, Godard'ın, Haneke'nin ve daha pek çok farklı ismin burjuvazi üzerine getirdiği eleştirileri izledik, gözlemleme fırsatımız oldu. Adı geçen isimler çoğu zaman dertlerini göndermeler yaparak çeşitli sembolleri işleyerek izleyiciye sunma yolunu seçtiler. Jean Renoir ise bu filminde doğrudan doğruya burjuvazinin yozluğunu, çirkinliğini, çürümüşlüğünü ve dahi kokuşmuşluğunu acımasız bir biçimde ifşa ediyor, ve bu değerlere tabiri caizse "cepheden saldırıyor."

Babası orkestra şefi olan, Avusturya'lı Christine, onun aşkı uğruna Atlantik'i uçakla geçen ve ulusal bir kahramana dönüşen Andre, Christine'in eşi, ince, duyarlı, mekanik aletlere meraklı Marquis Cheyniest ve onun metresi Genevieve, bütün bunların yanında Andre'nin ve Christine'in ortak arkadaşı olan, Christine'in yaşadığı malikaneye rahatça girip çıkabilen, Andre ile Christine'in arasını yapmaya çalışan ama aslında kendisi de ona aşık olan Octave -ki bu rolde yer alan isim Jean Renoir'ın bizzat kendisidir.- Yani amiyane tabirle tam anlamıyla bir "kimin eli kimin cebinde belli değil" vaziyeti.

Çekildiği dönemde müthiş bir etki yaratmış ve çok ciddi tepkiler görmüş. Gösterildiği sinemaların yakıldığına dair rivayetler dahi var. Sosyal sınıf tahlili, burjuvazinin çarpık ilişkileri ve aşk dahil her şeyin ellerinde itibarsızlaşması... Jean Renoir'ın en değerli işlerinden biri... Kesinlikle görülmesi gereken çok sıkı bir eleştiri, sağlam bir film... Sizler de görmelisiniz bu nefis filmi diyor ve bitiriyorum...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/502645059769112/
Pieta / Acı (2012) - Ki-duk Kim


Kim-Ki Duk’un 18 inci filmi ve 69 uncu Venedik Film Festivali Altın Ayı ödülü sahibi. Ödüle dair bir ayrıntı ise ödülün önce Paul Thomas Anderson’un, Scientology tarikatını işlediği “The Master” filmine gidip festivak kuralları gereğince Pieta’ya verilmesi.
Yönetmenin önceki filmlerine nazaran oldukça sert, şiddet dozu yüksek ve konuşkan bir film. Tefeciler adına çalışan ve duygudan yoksun olduğunu düşündüğümüz Gang Du patronlarının alacaklarını şiddetin en uç noktalarına başvurarak müşterilerden toplamaya çalışmakta ve zor durumda olan insanları daha önce imzalattığı sigorta poliçelerinden para alabilmek için o acımadan sakat bırakmaktadır. İşini sınırsız bir kötülükle yapan bu adamın tahmin edileceği üzere korkusu ve şüpheleri yoktur. Zira ne bir ailesi ne de koruyup kollayacağı, kaygı duyacağı sevdiği birisi vardır. Annesi olduğunu iddia eden ve ondan sürekli özür dileyen bir kadının ansızın karşısına çıkmasıyla tüm hayatının ve duygularının değişmesine tanıklık ederiz biz de. Özür dileme sıkça karşımıza çıkar. Bağlılık, intikam, merhamet duygularının yoğun bir şekilde verildiği film sarsıcı bir sonla biter. Bununla birlikte Güney Kore’nin ekonomik dönüşümüne, merdiven altı işletmelerin içine düştükleri çaresizliğe ve yaşadıkları dramlara da şahit oluruz.

Anne rolündeki Min-Soo Jo ve Gang-Do rolündeki Jung-jin Lee filmin ve rollerinin hakkını fazlasıyla vermişler, özellikle anne. Müzik oldukça az ama yerinde.

Bu arada filmin ismi Pietà” daha önceden Caner Bey’in de değindiği gibi Michaelangelo’nun kucağında İsa’yı tutan Meryem Ana heykelinden geliyor ve anne-oğul ilişkilerine göndermelerde bulunuyor.

Kesinlikle beklediğime değdi. Şiddet eşiği düşük izleyicelere önerir mi bilemiyorum ama kesinlikle herkese tavsiye edebileceğim dağıtan bir film.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/502824153084536/
Samaritan Girl / Samaria / Fedakar Kız (2004) - Ki-duk Kim

 
Güney Kore sinemasının en çok tartışma yaratan ve yükselen isimlerinden Kim Ki-Duk’un hem senaryosunu hem de yönetmenliğini yaptığı 2004 yapımı film. Aynı yıl Berlin Uluslararası Film Festivalinde en iyi yönetmen ödülü almış. Bununla birlikte IMDB puanı 7.2
Güney Kore filmlerine olan düşkünlüğüm ile takibe aldığım yönetmenlerden. Kendisi ile tanışmam 2005 yapımı ve Venedik Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülü alan Bin Jip-Boş Ev filmi ile olmuştu. Filmlerinde sevgi, sadakat, fedakarlık, bağlılık, ahlak gibi temaları seyirciyi rahatsız edecek şekilde işleyen aykırı bir yönetmen. Haliyle kahramanları da marjinal ve toplumun aykırı bulduğu, kenara ittiği insanlar. Öz yaşam öyküsünü okuduğunuzda bu marjinalliği ve sertliği anlıyorsunuz elbet. Filmlerinin en büyük özelliği ise sessizliği, çok fazla diyalog görmeden tüm duyguyu hissedebiliyorsunuz. Herkesin habire konuştuğu ama hiçbir şey anlatmadığı dünyada o kadar iyi geliyor ki bu sessizlik. Kendinizi gayet güzel kullanılmış metaforlara, eşşiz görselliğe ve yerinde kullanılmış müziğe bırakıyorsunuz. İlerleyen günlerde diğer filmlerine de sırayla dokunmaya çalışacağım.
Gelelim filmimizin konusuna; birbirlerini çok seven ve birlikte Avrupaya seyahat etmek isteyen liseli iki kız arkadaş para biriktirebilmek için en kolay/en zor yöntemi seçerler. Jae Young, Yeo-Jin’in kusursuz bir şekilde yönettiği organizasyonla internet üzerinden bulduğu erkeklerle birlikte olur. Yeo-Jin, bu durumdan rahatsız olsa da Jae Young yaptığı işe duygusallık katarak bu durumu kendisi açısından katlanılmaz olarak yaşamayı başarabilmektedir. Ancak bir gün motel odasına yapılan polis baskını sonucu Jae Young pencereden atlayacak ve kısa süre sonrada hayata veda edecektir. Yeo-Jin, arkadaşına olan borcunu o paraları aldıkları erkeklerle birlikte olarak ve geri vererek ödeyeceğini düşünerek tek tek adamları aramaya başlar. Polis olan babasının olayı farketmesiyle birlikte olaylar farklı boyutlar da gelişir. Farklı bir tat almak isteyenlere öneririm, iyi seyirler.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/502651173101834/