29 Ocak 2012 Pazar

Precious / Acı Bir Hayat Öyküsü (2009) - Lee Daniels

 

Harlem’in Harlem olduğu zamanlardan, belki de her evdeki durumun bir kopyası niteliğindeki hikayenin şahane oyunculuklarla ekrana yansıtılmış şekli. 6 dalda Oscar adaylığı olmak üzere, katıldığı yaklaşık 20 festivalden toplamda kazanılan 53 ödül ve 60 adaylık. Muazzam bir başarı.
Başrolde oynayan 27 yaşındaki Gabourey Sidibe (Precious)‘nin 16 yaşındaki bir kızı canlandırması, üstüne ilk filmi olmasına karşın En İyi Kadın Oyuncu olarak Oscar’a aday gösterilmesi ve bunu sonuna kadar da haketmesi.
5 haftada çekimleri tamamlanan, şarkıcı Mariah Carey’in de rolünün bulunduğu, En İyi Film ve En İyi Yönetmen gibi dallarda da Oscar’da kendine adaylık kazandıran filmin yönetmen koltuğunda Lee Daniels oturuyor.
Aile içi şiddet, taciz, etrafındakiler tarafından hor görülme ve daha nice aklımıza bile getirmek istemediğimiz olay.
1996 yılında Sapphire’in yazdığı Push adlı romanın Geoffrey S. Fletcher tarafından ekrana uyarlanmış ve bu uyarlamasıyla Oscar’a da aday gösterilmiş halini ilk fırsatta izlemenizi tavsiye ederim. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamayacağınız, müthiş oyunculuklar ve konusuyla pişman olmayacağınız yapımlardan… (cineshoot.net'den)

https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/337146206318999/

23 Ocak 2012 Pazartesi

Der Untergang / Downfall / Çöküş (2004) - Oliver Hirschbiegel

Yönetmen Oliver Hirschbiegel'in Nazizmin çöküşünü ve Berlin'in Kızıl Ordu tarafından ele geçirilme sürecini Hitler'in sığınak karargahında son günlerini anlattığı olağanüstü etkileyici filmi... Vizyona girdiği günlerde Hitler'i sempatik gösterdiği iddia edilerek eleştirilmişti. Filmi bugün izledim. Evet, Adolf Hitler'in canli canli insan yaktığını, coluk cocugun karnini falan destigini göremiyoruz filmde... Ama faşizmin felsefesini sergileyen cok daha vahim olaylar var. Örnegin Berlin Kızıl Ordu tarafindan sarilmisken ve savaşın kazanılamayacağını herkes bildigi halde teslim olmayip, teslim olmayi da birakin kadin ve çocukların şehirden cikartılması önerisini " Enerji tasarrufu" gerekçesiyle kabul etmeyip onbinlerce sivilin daha ölmesine sebep olmasi... "Alman halki kendisi istedi bu sonu" diyerek kendisi ile birlikte halkini da yok etmesi... "hic olmazsa Alman halkinin bünyesindeki Yahudi zehrini temizledim" demesi... Gerçekten bir başyapıt... Hitler rolünde Bruno Ganz ise muhteşem... Benim için önemli değil ama, takip eden arkadaşlar için belirtmeliyim ki IMDb puanı 8.4...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/332881473412139/

19 Ocak 2012 Perşembe

The Help / Duyguların Rengi (2011) - Tate Taylor

 

Ben olmanın nasıl bir şey olduğunu kimse sormamıştı bana. Bu konudaki gerçekleri anlattığım an özgür kaldığımı hissettim.

Öteki olmak nedir, bilmez çoğunuz. Parmakla gösterilmek, iğreniyormuşçasına atılan bakışlara maruz kalmak, dışlanmak… Sadece onlar gibi olmadığınız için aşağıda görülmek. Sadece onlar gibi olmadığınız için yargılanmak. Sadece onlar gibi olmadığınız için hastalıklı muamelesi görmek. Öteki olmak nedir, bilmez çoğunuz. Ben biliyorum. Sebebi The Help’teki gibi 60’lı yıllarda siyahîlerin maruz kaldığı ırkçılık değil belki ama biliyorum. Ve inanın, bu acınası bir durum. Hayır, öteki olarak görülmek değil; öteki olarak görmek.
21. yüzyıldayız. İnsanlığın, medeniyetimizin –ya da kendini üstün gören ahmakların medeniyetinin zirve noktasındayız. Pek çok diyarda insana verilen değer artmış durumda, her ne kadar hala milyarlarca insan daha su gibi 50 kuruşa çok rahatlıkla sahip olabileceğimiz bir şeye henüz ulaşamıyorken. Bizim herhangi bir şey için verdiğimiz para, insanların hayallerini süslüyor; zevklerimiz için saçtığımız para uğruna hayatlarını feda ediyor. Aslında düşününce bırakın zevki, bir cafe’ye gidip en basitinden bir kahveye verdiğimiz para için ölüyorlar. Ve bunun tek sebebi de onların değerinin daha altta görülmesi. Maddiyat bir yana, insanların rengi, dili, dini, milliyeti, fikirleri, yönelimleri dolayısıyla yadırgandığı ve nefrete maruz kaldığı bir dünyadayız –medeniyet bahane. Üstelik bunlar uzakta değil, her yanımızda. Bir insanı sadece yüzü güzel diye sever misiniz? Ya da değer verdiğiniz bir insana sadece gözleri mavi diye mi değer veriyorsunuz? İki soruya da hayır dediğinize eminim. Buna benzer pek çok soru sorsam cevabınız değişmeyecek; çünkü siz medenisiniz. Öte yandan karşı siyasi görüşteki bir adama da zerre saygınız yok, dünya görüşü ve inancı sizden farklı olana aptal gözüyle bakıyorsunuz, cinsel yönelimi sizinki gibi olmayana ise hastalıklı gözüyle…

Medeni canavarların olmayan insanlığı bir kenarda dursun, çok uzağa değil, bundan sadece 50 yıl öncesine gidiyoruz The Help’te. Zengin ve boş kadınların, ayak işlerini yaptırmak için karın tokluğuna çalıştırdığı siyahi kölelerin gözünden yaşama bakıyoruz. O köleler hastalıklı, en azından parti ve eğlence işlerinden ötürü çocuğunu sadece günde tek kez kucaklayan beyaz kadınlar için. Hatta o kadar hastalıklılar ki, artık bu siyahi kölelerin misafir tuvaletini bile kullanma izinleri yok. Onlara evin sınırları dışında, bahçede ayrı bir tuvalet yapılıyor ki kendileri şu aslında olmayan hastalığı kapmasın. Ve işin acı tarafı, bunu eşitlik olarak lanse ediyorlar; çünkü siyahi kölelerin artık kendilerine özel, kişisel bir tuvaletleri var.

Ama herkes o kadar insafsız değil. Beyaz oldukları halde, sadece sürünün bir parçası olmadıkları için sevilmeyen iki karakter mevcut filmde. Biri özgür düşüncenin temsilcisi, diğeri ise bir fahişenin eski sevgilisiyle evlendiği için dışlanmış masum bir kadın. Filmde beyazlara dair olumlu şeyler hissetmemizi sağlayan tek bir şey varsa o da bu iki karakterin varlığı.

Filmin öyküsünden kısaca bahsetmek gerekirse Skeeter Phlen (Emma Stone), üniversiteyi yeni bitirmiş ve evine dönmüştür. Onu büyüten ve çok sevdiği hizmetçileri Constantine’in (Cicely Tyson) artık evlerinde çalışmadığını öğrenir ve bu durumu sorgulamaya başlar. Diğer yandan, başta Hilly (Bryce Dallas Howard) olmak üzere zengin ve boş arkadaşları ile vakit geçiren Skeeter, işe başladığı gazetedeki Güzin Abla köşesi için bu arkadaşlarından birinin hizmetçisi olan Aibileen’den (Viola Davis) yardım ister. Bu şekilde başlayan ikili ilişki, Skeeter’ın o çevrede hizmetçilik yapan siyahilerin anılarından oluşan bir kitap yazma girişimi ile sonuçlanır. Hilly’nin eski hizmetçisi Minny (Octavia Spencer) de işin içine bir şekilde dahil olmuştur; bir yandan da Hilly’nin baş düşmanı Celia’nın (Jessica Chastain) yanında göreve başlamıştır. Olaylar gelişir; göz yaşları ve kan dökülür, kin ve nefrete karşı cesaret ve onur kazanır –kırık kalpleri geride bırakarak.
Tate Taylor’ın Kathryn Stockett’in romanından sinemaya uyarladığı The Help, iki buçuk saatlik bir filmin çok zor yaptığı bir şeyi başararak sizi koltuğunuzda tutuyor. Şapka çıkarılası bir ustalığın eseri olan senaryo senenin ve son yılların en başarılı işlerinden biri. Bir bakıma mağdur edebiyatı yapan hikaye, seyirciyi duygu yüklü bir yolculuğa çıkarıp sömürüyor bir bakıma. Ama hiçbir zaman göz yaşı döktüğünüz bir yolculuk kötü değildir, The Help’i izlerken çıktığınız yolculuk da aynen öyle –hatta iyinin de ötesinde. Siyahi insanlara yapılan ayrımcılığı, katliamları ve nefreti ele alan pek çok yapım hali hazırda çekildi. Bunların pek çoğu da, duyguları sömürmesi sebebiyle baş tacı edildi. Yanlış anlaşılmasın, duyguların sömürülmesi derken kötü bir şey kastetmiyorum. Zira film boyunca kişinin içine işleyen her şey, göğsünüzün tam ortasında açılan her yara sizi sömürmüş demektir –her ne kadar o sömürüyü siz bizzat kendiniz istemiş olsanız da. İşte o benzerleri gibi The Help de bu ötekileştirme öyküsünü çok iyi şekilde ele alıyor, hatta yapılanlar arasında en iyilerden biri olarak.

Muhteşem senaryosunun yanında filmin ilk göze çarpan özelliği tabii ki oyuncu kadrosu ve bu kadronun ağzı açık bırakacak cinsten performansları. The Help için yapılan kasting seçimi o kadar muhteşem ki, filmde yer alan hiçbir oyuncunun performansı bir diğerinin altında ezilmiyor. Resmen her oyuncu birbirine ve izleyenlere oyunculuk dersi veriyor. Oyuncuların duyguları aktarmadaki başarıları, içlerinde yaşadıkları kini, nefreti, hırsı, cesareti, sevgiyi ve heyecanı dışa vurmaları sanki gerçek yaşantıdan bir dram kesiti izliyormuşçasına size hissettiriliyor. Onlar gözyaşı döktükçe siz gözyaşı döküyorsunuz, onlar güldükçe siz gülüyorsunuz. Onlar çaresiz ve kapana kısılmış hissederken onlarla aynı şeyleri yaşıyorsunuz, onlar için bir umut ışığı yandığında kalbinizden bir sıcaklık damarlarınıza doğru yayılıyor. Her şey o kadar gerçekçi ki, bu sene daha gerçekçi bir şey izlediğimden şüpheliyim. Hatta çevremdekilerin bile yapmacık olduğunu düşünmeye başladım bir an –deliriyor muyum sizce de?
Kostüm seçimleri ve dekor tasarımı ile bir hayli iddialı olan filmde 60’lara dair her şeyi görmek mümkün. Aynı şekilde saç ve makyaj da filmin sanatsal yönlerini tamamlıyor. Çağdaş döneme dair verilen her sanatsal ödülde adaylık elde edip, bu ödülleri kucaklaması mümkün olan bir film The Help –o kadar da iddialı. Son olarak bu duygu yüklü hikayede sizi yalnız bırakmayan piyano vuruşları ve keman tınıları ile yükselen film, en sonunda Mary J. Blige’ın sesinden The Living Proof isimli harikulade şarkı ile zirve yapıyor ve ardından sizi düşüncelerinizle baş başa bırakıyor: Gerçekten bir insanı, sadece seninle aynı değil diye hor görmek ne kadar doğru? O insanı, sadece insan sıfatından ötürü değerli göremez misin? Hayır diyeceksen eğer, Tate Taylor sana çok güzel bir cevap veriyor: The Help.
Altın Küre Ödülleri’nde 5 adaylık elde ettikten sonra Oyuncular Birliği (SAG) tarafından da 4 adaylıkla onurlandırıldı. En iyi kadın oyuncu ödülleri için her daim aday pozisyonunda olacak olan Viola Davis ile yardımcıları Jessica Chastain ve Octavia Spencer, verilen bütün ödülleri sonuna kadar hak ediyor. Eğer canınız sıkıldıysa, ya da boş verin sıkılmadıysa diyelim şuna, yapmanız gereken ilk iş The Help’i izlemek olsun. Olağandışılar olanların hüküm sürdüğü bir sektörden, muhteşem bir olağan öyküye kendinizi bırakın.

Tanıdığım onca insanı düşündüm… Gördüğüm ve yaptığım onca şeyi… Oğlum Treelore, bir gün ailemizden bir yazar çıkacağını söylerdi hep. Sanırım o ben olacağım.

18 Ocak 2012 Çarşamba

Lincz / Linç (2010) - Krzyszlof Lukaszewicz

 

Polonya yapımı Lincz, Zaranek adlı 60’lı yaşlarındaki bir adamın, yaşadığı köyde eski tanıdıklarına ve köy sakinlerine hayatı zindan eden davranışlarının ardından 6 kişinin onu yakalayıp linç etmesi ve bu 6 kişinin yakalanıp yargılandığı süreci anlatan etkileyici bir dram. Yönetmen yardımcılığı yapan Krzysztof Lukaszewicz’in ilk senaryosu ve ilk yönetmenliği olan film, linç psikolojisinin adalet kavramı içinde aldığı yeri tepeden tırnağa sorgulatan lokal bir gerilim atmosferi kurmasına rağmen, o yerel havadan evrensel bir bütünlüğe ulaşmasını bilen dirayette denebilir. Güçlü görüntü yönetimi, ona ayak uyduran epik ve gergin müzikleri, olay sonrasıyla öncesini birbirine karıştıran başarılı kurgusu, tüm bunların toplamında yarattığı gizemiyle mutlaka izlenmeyi hak eden sınıfında bir yapım Lincz.

Dünyanın sayılı görüntü yönetmenlerinin memleketi olan Polonya’nın pek dışına çıkamamış bu filmin bir debut olduğunu ilk bakışta anlamak zor. Bu teknik ustalıkları dışında, suçu ne olursa olsun bir insanın yaşama hakkının elinden alınmasının kaçınılmaz hukuki yaptırımları ile, yaşamı elinden alınan kişinin daha önce başkalarına yaptığı kötülüklerin bedelinin ödetilmesindeki toplumsal kararların çatışmasını ele alan senaryonun bir debut olduğunu anlamak da öyle. Kendi küçük fakat etkisi büyük bir film olarak Lincz, bu keskin çatışmada açıkça tarafını belli ettiği gibi, olayın polise ve yargıya taşındıktan sonraki aşamalarında da bu taraflı tutumunu haklı gösterebilmek için hukuki ikilemlerle bir başka eleştirel tavır da elde ediyor. Sıradan bir vatandaşın huzurunu hatta canını tehdit eden bir durum karşısında doğru olanı yapıp olayı polise bildirmesi, fakat polisin bu duruma gayriciddi yaklaşıp (içlerinde bulunan sağduyulu bir polisin çabalarına rağmen) ihmalde bulunması Lukaszewicz’in tavrının ilk ayağını oluşturuyor.

Zaranek’in linç edilmesinin altyapısını tansiyonu yüksek ama bir yandan da sinemasal açıdan güçlü flashbacklerle belli ederek seyirciyi hazırlayan Lukaszewicz, bu geçmiş zaman – şimdiki zaman atlayışlarını “şu kadar sonra, bu kadar önce” diye belli etmeyerek de çok olumlu bir iş yapıyor. Böylece seyircinin linç psikolojisine, adalet ikilemine bakışında tuttuğu tarafı test ettiği kadar, onun bu ileri geri kurguda parçaları nasıl yerine koyacağını da sınıyor sanki. Gerçi kısa sürede filmin bu tarzına ayak uydurmak mümkün. En önemlisi, filmin yarattığı bu ürkütücü havanın, kır insanlarının uzun yıllar boyunca birbirine anlatageldiği trajik köy masallarından biri tadına ulaşması. Teşbihte hata olmaz. Film her ne kadar insan hakları üzerine çarpıcı ikilemler inşa etse de, köyün hayvanlarını tehdit eden bir kurt (Zaranek) ve onunla tek başına mücadele edemeyip birlik olmak zorunda kalan bir grup çiftlik sakininin (Grad ailesi) bu kıyıma son verme uğruna hayvansal bir koruma içgüdüsüne yenik düşmelerini mutsuz bir masala dönüştürüyor. Tabii kanun güçlerinin pasif kalışlarının, adalet mekanizmasının da insanı sözde umursayan tutumunun arkasında bir an önce davaları sonuçlandırma uğruna tam tersi bir umursamazlık sergilediğinin altı da çiziliyor.

Grad ailesinin (en fazla da Marcin’in) dramını çok yerinde yansıtan oyuncuların başarısı da filmin olumlu yönlerinden. Fakat filmde tecrübeli Polonyalı aktör Wieslaw Komasa’nın canlandırdığı öyle bir Zaranek komposizyonu var ki, insanın kanını donduran, geçmişinin meçhuliyetinden dolayı gizemli ve bir o kadar da tehlikeli bir kötü adam görüntüsü sinemada çok sık rastlanan bir durum değil. Onun gösterilen çiğ şiddeti kadar, gösterilmeyenleri de filmin güçlü anlatımında kendini yaşatıyor. Filmin ihtiyacı olan nefret duygusunu kusursuz biçimde karşılıyor. Böyle bir adamı adalete teslim etmeyip linç etmeyi ilk başta aklından bile geçirmeyen Gradlar için asıl linç aslında kendilerine hiç de adil davranmayan adalet sisteminin umursamazlığına gösterilen bir tepki olarak okunabilir. Aslında birçok linç ve linç girişimi için aynı okuma yapılabilir. Hatta mutlaka yapılmalı. Belki bu sayede fiziki ve psikolojik linç kavramı üzerine çift taraflı bir bakış açısı geliştirmeye çalışabilir, işine geldiği gibi hareket eden adaleti, onun koruyucularını, verdikleri orantısız cezaları daha sağlıklı eleştirebiliriz.(filmatine.blogspot.com'dan)

13 Ocak 2012 Cuma

The Kid With a Bike / Le gamin au vélo / Bisikletli Çocuk (2011) - Jean-Pierre Dardenne / Luc Dardenne

 

Filmde babasi tarafindan terk edilen ve bunun agirligini gunluk yasantisinda fazlaca hisseden bir cocugun (Cyril) dramina taniklik ediyoruz. Cyril, babasi tarafindan gecici bir sureyle yetimhaneye birakilan bir cocuktur. Her ne kadar o yetimhane’de gecici bir sure kalacagina inansa da, borc icinde yuzen sorumsuz babasinin gercek amaci ondan tamamen kurtulmaktir. Cyril yetimhaneden kacip umutsuzca babasini ararken karsina genc bir kadin, Samantha cikar. Samantha ile karsilasmasi, Cyril’i farkli ve tehlikeli dunyalara sokacagi gibi,  hayatinin kurtulmasinda bir donum noktasi olacaktir.
Filmin adindan da anlasilacagi uzere Cyril kadar bisikleti de filmin merkezinde yer aliyor. Siyah bisiklet, Cyril’i hayata baglayan ve farkli yasantilara surukleyen bir unsur olmasinin yani sira, babasina ulasabilmesi icin onemli bir arac olarak da karsimiza cikiyor. Ozetle filmin seyrinde onemli rol oynuyor.
Samantha rolundeki Cecile De France, filmde basarili bir performans ortaya koyuyor fakat genc kadinin hikayesinde ciddi bosluklar da goze batiyor. Ornegin hangi sebepten dolayi Cyril’e bir anne sevkati ile yaklastigini  film boyunca ogrenemiyoruz. Yonetmen, Samantha’nin yasantisini geri planda tutarak, sorunlu cocuk figurunu ve yasadigi sikintili hayati on plana cikartmayi amaclamis denilebilir. Fakat ben yonetmenin yerinde olsam, genc kadinin hikayesini flasbackler ile izleyiciye biraz daha detayli sunar ve bu sekilde filmin dram dozunu biraz daha arttirmayi tercih ederdim.  Bu sekilde hikayeyinin gercekciligi de bir nebze artmis olurdu.
Yonetmen, senaryonun hizli gelismesi adina bazi kritik sahneleri kurban ettigini dusunuyorum. Ornek vermek gerekirse; Cyril  ile Samantha’nin ilk karsilastiklari sahne, Samantha ile sevgilisinin Cyril yuzunden ayrildiklari sahne ve Cyril’in bir hirsizlik olayina karistigi sahne maalesef gercekcilikten uzak ve biraz zorlama olmus. Bir ust paragrafta bahsettigim noktalarla beraber bu sahneler mukemmele yakin senaryonun nazar boncuklari olarak gorulebilir.Yonetmen muzikleri filmin icine cok akillica yerlestirmis. Filmin genelinde pek fazla muzik yer almiyor. Ozellikle Cyril’in hassas ic dunyasini gordugumuz ve hayal kirikligina ugradigini hissettigimiz sahnelerde (babasinin onu istemedigini soyledigi sahne ve ozellikle filmin final sahnesi ) dokunakli melodiler on plana cikiyor. Yonetmenin bu tercihinden hareketle, muzik silahi ile izleyiciyi etkileme kolayligina kacmamis oldugunu da rahatlikla soyleyebiliriz.
Yonetmen filmde hareketli kamera cekimlerine agirlikli olarak yer vermeyi tercih etmis. Bu sekilde Cyril’in zaman zaman heyecan dozu yuksek hikayesini daha dinamik bir sekilde izleyiciye aktarmayi amaclamis diyebiliriz.
Filmin finalinde ise, kucuk yasta buyuk sikintilar ve hayal kirikliklari yasamis bir cocugun teslimiyetciligini goruyoruz ve bu sahne de filmin duygusal anlamda zirvesi olarak gorulebilir.

11 Ocak 2012 Çarşamba

Loong Boonmee Raleuk Chat / Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives / Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor (2010) - Apichatpong Weerasethakul

 

“Ormana, tepelere ve vadilere baktığımda, bir hayvan ve diğer şeyler olarak yaşadığım geçmiş hayatlarım önümde beliriyor”
Ölmekte olan bir adamın önceki hayatlarını hatırlamasının ve hastalığı üzerine düşüncelerinin hikâyesi.
Çağdaş sinemanın ustalarından Taylandlı yönetmen Apichatpong Weerasethakul’dan “farklı”, derin ve çarpıcı bir film. 2010 Cannes festivalinde Altın Palmiye’yi kazanan film yönetmenin daha önceki temalarının etrafında gezinen, kimi anlarında büyüleyici bir güzelliğe ulaşan, içine girmesi zor ama has bir sinemaseveri keyiflendirecek bir çalışma. Yönetmenin deyimi ile “dönüşen ve hibritleşen” nesneler ve insanlar hakkında bir hikâyesi olan film yine yönetmeninin ifadesi ile sinemanın dönüşümü ve muhtemel ölümü üzerine de bir çalışma.
Yönetmenin gözde mekânı olan ormanın yine ağırlıklı bir yer tuttuğu film, ormanın içerdiği gizemi, karanlığı ve kimi görünen kimi görünmeyen farklı hayat biçimlerini öne çıkaran bir çalışma. Farklı zamanların, paralel hayatların birlikte yaşandığı bir mekân orman yönetmene göre ve, hayatın ve ölümün, yaşayanların ve ölülerin birlikte var olabildiği bir alan. Kahramanımızın ölü eşinin hayaletinin hikâyeye canlıları hiç de şaşırtmadan karışabildiği, kaybolan oğlunun ormanda geçirdiği dönüşüm sonucu aldığı yeni canlı türündeki halinin ortlaıkta gezinebildiği ve tüm bunların korku veya dehşet değil sadece hafif şaşkınlık yaratan bir sürpriz olarak karşılandığı film düz ve kronolojik bir hikâye bekleyenlere, her sözün, tavrın ve aksiyonun arkasında katı bir gerçeklik veya mantık arayanlara uygun değil kuşkusuz. Bu ölüme hazırlanma, geçmiş hayatlar ile yüzleşme ve yaşadığımız hayatlardan sadece şu anda içinde bulunduğumuza değil bu hayatların tümüne odaklanmamızı tavsiye eden film kimi düşsel görüntüleri ile hayli yüksek sinemasal keyifler de sunuyor seyredenine. Örneğin mağara gezisi tüm anları ile gerçek ve tüyler ürperten bir görsel şölen. Ana rahmine yolculuğun sembolü gibi görünen bu mağara gezisi mağaranın duvarlarında parıldayan yıldızları, kameranın hareketleri ve aslında genel olarak tüm atmosferi ile filmin başarısının doruğa çıktığı anların bir örneği oluyor. Bir çağlayanda prenses ile askerin öpüşmesi ve prensesin bir yayın balığı ile konuşması gibi sahneler ile hem görselliği ile hem de gereçeküstücü yanları ile çarpıyor seyredeni.
Ormanın da bir karakter olarak yer aldığı bir film bu ve yeşil ağırlıklı renkler ile oluşan görüntüler de ormanın karakter olarak filmde öne çıkmasını destekliyor. Hemen hiç kesilmeyen bir cırcır böceği sesinin duyulduğu bu müziksiz film hayatın içindeki gerçeküstücü öğeler ile gerçek öğeler arasındaki ayrımın ortadan kalktığı (kalkması gerektiği) bir hayatı düşünmemiz gerektiğini ve kendimizi inanmakta serbest bıraktığımızda ve kalıplarımızdan dışarı çıkabildiğimizde ruhumuzun özgür olacağını söylüyor ve bunu başaranları da öldüklerinde temelli göçenlerin karşısında hayalet olarak yaşamaya devam edebilmeleri ile anlatıyor. Ormanın, alaca karanlığın, ruhların, hayvanların, hayallerin ve düşlerin sadece doğanın sesleri ile anlatıldığı hikayenin hem hiçbir şey anlatmaz gibi görünüp hem de bunca şey söylemesi veya daha doğru bir deyiş ile bunca şey üzerine düşünmeye (ama meditasyon anlamında bir düşünmeye) teşvik etmesi filmin başarısının bir diğer göstergesi olarak çıkıyor karşımıza. Ölüm üzerine olan bir filmin öte yandan bu kadar hayat üzerine bir film olmasını da atlamamak gerek. Yönetmen dozunda tutulmuş bir şiirsellik ile fantezinin içinde dolaştırıyor seyircisini ve anlattığını anlamaya değil anlattığının içinde kaybolmaya çağırıyor. Bir canavar ile çektirdikleri ve sabit görüntüler ile karşımıza gelen askerlerin fotoğrafları bu çağrının tipik bir örneği olarak gösterilebilir.
Tüm fantezi öğelerinin arasında askerliği sırasında komünistleri öldürdüğü için “karmasının” etkilenmiş olduğundan korkan yaşlı adamın endişeleri veya Laos’tan gelen göçmenler gibi gerçek dünyanın konularını da filmine ustalıkla yedirmiş yönetmen ve film açılıştaki hem gerçeğin hem gerçeküstünün örneği olan ağaca bağlı bufalo sahnesinin çarpıcılığından başlayarak seyircisini başka bir dünyaya taşımayı başaran sinema eserlerinden biri oluyor. Filmdeki hayaletin söylediği gibi dünyevî meseleler bizi her zaman şaşırtmaya devam edecekler. Büyülü, düşsel ve çarpıcı bir film. (www.gurkankilicaslan.com'dan)

10 Ocak 2012 Salı

The Red Violin / Le violon rouge / Kırmızı Keman (1998) - François Girard

 

İlk olarak hemen ama hemen belirtmeliyim ki, kurgusu ve sonuç olarak seyri bu kadar güzel olan bir filmi her zaman bulmak kolay değil. O kadar incelikli ve dikkatle hazırlanmış olan hikayenin senaristleri olan, Don McKellar ve François Girard'ı ve bu senaryonun hakkını vermiş yönetmeni yine François Girard'ı gönülden tebrik ederim. Bir keman hakkında böylesine vurucu bir film ortaya çıkarmak, ancak bir sinema dehasının yapabileceği bir şey olsa gerek. Filmde dinleyeceğiniz müzikler ise, sizi bir kat daha büyülüyor.

Kanada, İtalya ve İngiltere ortak yapımı olan ''Le Violon Rouge'', 1998 yılında çevrilmiş. Filmin o kadar çok baş rol oyuncusu var ki yazarak bitirmek gereksiz olur kanaatindeyim. Ancak bu oyuncularının işlerini hakkıyla yaptığını da belirtmek gerekiyor. Her biri bu güzelim kurguyu anlatmak için en güzel şekilde oynamışlar. 

17. yy da İtalya'da keman yapım ustası olan Nicolo Bussotti'nin doğmak üzere olan çocuğu için yaptığı keman ile başlar film. Ve bundan sonra ki asıl hikaye kemanın üç asra yayılan tarihsel gizemli yolculuğunu anlatır. Kemana sahip olan kişinin hayatına olan farklı etkileri ile birlikte, yaşanan devrin tarihsel vurguları da, çok güzel bir ustalıkla işlenmiş. Detaylara gösterilen önemi şuradan anlamak mümkün; keman hangi ülkenin insanına aitse, konuşmalarda o ülke veya toplumun orijinal dili ile devam eder. Daha bir çok detay olmasına rağmen, bunları yazmaktan özellikle kaçınmamın sebebi, filmin seyir etkisini sizin elinizden almak istemememden dolayıdır. Çünkü ''olmaz böyle şey'' dedirtecek unsurlar filmin bir başka güzelliği.
 
Cidade de Deus / City of God / Tanrıkent (2002) - Fernando Mierelles / Katia Lund

 

Ülkesinde bir hayli tanınan, özellikle 2005 yılında yaptığı Ralph Fiennes ve Rachel Weisz’lı The Constant Gardener öncesinde yaptığı Cidade de Deus (City of God) ile adını uluslar arası arenada duyuran yönetmen Fernando Meirelles, bu filmle Oscar’a dahi aday olmayı başarmıştı. The Constant Gardener sonrası ismini pek duymasak da herkesin dilinde dolanan Cidade de Deus ile hafızalara kazındığı kesin. Yedi yaşında Tanrıkent’e taşınan fakat daha sonra o pislikten kurtulup başarılı bir yazar olan Paulo Lins’in 1997 tarihli romanından Braulio Mantovani tarafından uyarlanan film, vizyona girdiği yıldan bu yana, 10 senedir sinema seven ya da sevmeyen herkesin dilinde.
Film, baş karakter Rocket’in (Alexandre Ronrigues) yaşadıklarını yine onun dilinden ve gözünden anlatıyor. Anlatıcı Rocket’in geçmişiyle birlikte Tanrıkent denen bu devlet elinden uzak, Rio gibi renkli bir şehrin varoş kesiminin oluşma hikayesini ve oradaki gruplaşmaları öğreniyoruz. Biraz geçmişten, biraz da gelecekten sekanslarla film yavaş yavaş ilerliyor ve şimdiki zamanda devam ediyor. Rocket ilk aşkını yaşarken Li’l Ze isimli gangster (Leandro Firmino) şehirde terör estirmektedir. Li’l Ze’nin yandaşı Benny (Phellipe Haagensen), baş düşmanı olacak Knockout Ned (Seu Jorge) ve daha pek çok karakterin önemli roller üsteleneceği bu çete savaşında kazanan ve kaybeden olmayacaktır.
Film, her şeyden önce daha açılış sekansıyla seyirciye bir görüntü yönetimi harikası sunuyor. Zaman çizgisindeki olmayan durağanlığın da yardımıyla Cidade de Deus’nun yaklaşık 130 dakikalık süresi boyunca sinematografinin ne kadar başarılı kullanıldığına tanıklık ediyoruz. Kurmaca öykülerin aksine tamamen gerçek olaylara dayanan bu filmde, realitenin korkutucu yanları tüm somutluğuyla ekrana yansırken kameraların yerleşimi ve kullanımı sayesinde filmin içinde gibi hissediyorsunuz kendinizi.
Gerçeklik ve kurmaca demişken, Cidade de Deus’nun herhalde en kayda değer yanı varoşlardaki yaşamın tüm çıplaklığıyla yansıtılmasındaki başarısıdır. Çoğumuz muhtemelen filmde yaşananlara oldukça yabancı, bundan ötürü böylesi olaylar abartı dahi gelebilir ama hayatın gerçekleri denen bir şey var ve Cidade de Deus tam da buna parmak basıyor. Onursuzların ve şerefiyle yaşamaya çalışıp da varoşlardaki o sistemin kölesi olmaya çalışanları verdiği savaşı olabilecek en transparan şekilde gözler önüne seriyor. Benny ile birlikte üzülüyorsunuz, Knockout Ned’in intikam ateşini anlamlandırmaya çalışıyorsunuz ve Li’l Ze’den nefret ediyorsunuz. Tüm bu olay örgüsünün dışında, anlatıcı konumunda ve zaman zaman olaya dahil ve müdahil olan Rocket’e ise hayallerinin peşinden koştuğu için sempati besliyorsunuz sadece.
Karakterlerden bahsetmişken filmdeki oyunculukların başarılı olup olmadığından emin olamadım. Bir yandan rutin yaşam gibi oynaması zor işleri başaran oyuncular varken diğer yandan filmde oyunculukların ön planda olmaması onlar hakkında yorum yapmayı zorlaştırıyor. Rocket’in geçmişindeki karakterler filmin kısa bir süresinde anlatılsa da şimdiki zamanda yer alan karakterlere göre daha sinemasal işler çıkarmış gibi geldi bana. Belki de her şeye çıldıran çete liderlerini canlandıran insanların karakterlerine ve rollerine karşı bir antipati beslemem dolayısıyla böyle düşünüyorum ama filmin en göze batan karakteri Li’l Ze’yi canlandıran Leandro Firmino’nun oyunculuğunu beğendiğimi söylesem yalan olur. Gerçi öylesi itici bir karakteri daha ne kadar inandırıcı canlandırabilirdi, orası da meçhul ama ön plana çıkamayınca çıkmıyor işte. Alexandre Rodrigues, Phellipe Haagensen gibi diğer önemli karakterler ise yalnızca vasat performanslar sergiliyor.
Film hakkında bahsedilecek pek bir şey yok aslında. Son olarak diyeceğim odur ki Akademi’nin verdiği en doğru kararlardan birine tanık olmuşuz: Cidade de Deus en iyi uyarlama senaryo, en iyi kurgu, en iyi görüntü yönetimi ve en iyi yönetmen kategorilerinde Oscar’a aday olmuştu (Sinematografi ödülünü Master and Commander’a, diğerlerini ise The Return of the King’e kaptırmıştı). Filmin kişiliğini oluşturan asıl başarılar da aslında bunlardan ibaret –müziklerinin de hakkını vermemiz gerekir belki.
Ana akım sinemanın gerçekçi yapıtlarından biri olan Cidade de Deus, bugüne kadar izlememiş olanların yedinci sanat adına bir eksikliğidir elbette. Oldukça başarılı bir film olmasına rağmen gidip de IMDb gibi sitelerin bilmem ne sıralamalarının bilmem kaçıncı sırasında olduğuna bakarak izleyecekseniz de, genelde yaşananın aksine, yanlış bir seçim yapmamış olursunuz.

9 Ocak 2012 Pazartesi

Melancholia / Melankoli (2011) - Lars von Trier

 

Maya rahiplerinin 21.12.2012'de dünyanın yok olacağı konusundaki kehanetlerinden yola çıkarak çekilen ve birçoğu piyasa filmi niteliğindeki yapıtlarından sonra Lars von Trier tarafından çekilen gerçek bir başyapıt...Zaten bu konuda böylesine mükemmel filmi ancak Dogville ve Manderlay filmlerinin dahi yönetmeni Trier çekebilirdi...Film Türkiye'de üç ay önce vizyona girdi. Olağanüstü çekimler, olağanüstü kurgu ve olağanüstü müzik... Filmin müziği Richard Wagner'e (1813-1883) ait Tristan und Isolde prelüdünden. Hiç zaman kaybetmeden bir an önce izleyin derim... Film ile ilgili politik eleştiri için Ergin Yıldızoğlu'nun Cumhuriyet Gazetesindeki 04.01.2012 tarihl, " Global Polikültür" köşesindeki yazısını da öneriyorum. Bu yazıdan:

"Tüm bu kehanetler, yayınlar, filmler, bize uygarlığımızın bu noktasında “zamanın ruhu”nun, giderek artan bir yoğunlukta “kendi sonunu” hayal etmeye başladığını gösteriyor. Neden?

Melankoli
Bu soru üzerinde düşünürken, Lars Von Trier’in Melancholia filmi, hem içerik hem de zamanlama açısından bize yardımcı olabilecek ilginç bir örnek sunuyor. Film çok zengin bir burjuva ailenin, “Marduk”un dünyaya çarpmasını beklerken yaşadıkları son saatlere egemen ruh halini, görüntüler, renkler, tempo, alt izlekler, özellikle de müzik aracılığıyla, melankoli olarak tanımlıyor. Trier bu filmde, bize geleceğini kaybettiğini bilen, ama bu kaybı son ana kadar kabullenemeyen dünya, 7 milyar insan yok olurken yalnızca kendisini düşünen bir sınıfın ruh halini simgeliyor.

Gerçekten de melankoli çok değerli bir şeyi kayıp etmiş olmakla ilgilidir. Ama benzer bir durumla ilgili olan yas tutma halinden çok önemli bir noktada ayrılır. Yas tutan neyi kaybettiğini “bilir”, bu kaybı kabullenir, kendi simgesel evreninin içine yerleştirerek yaşamına, bu kaybın getirdiği koşullara uyum sağlayarak devam eder. Melankoli’de kaybeden, neyi kaybettiğini “bilmez” (kendine itiraf etmez, kabullenemez) bu yüzden de bu kaybı kendi simgesel evreninin içine yerleştirerek bu kaybın getirdiği koşullara uyum sağlayarak yola devam edemez. Kaybetmişlik noktasına saplanır kalır.

Agamben’in Stanza yapıtında gösterdiği gibi, melankoli, feodalizmin uzun krizi içinde, “dünyasının” dağılmaya, simgesel evrenin istikrarı kaybolmaya başladığı bir noktada, ruhban sınıfı içinde, öncelikle de yazmanlar arasında ortaya çıkmış. Son yıllarda da bir “son” duygusunu canlandıran, kapitalist kriz döneminde, kültür endüstrisi içinde de ortaya çıkması çok anlaşılır bir şey.

Geleceğini kaybeden uygarlığın içinde, tarihin derinliklerindeki uygarlıkların “bilge”lerinin (ki onların “bilgileri”nin bir kısmı yanlıştır, kalanı da bugün bir lise giriş sınavını bile geçmeye yetmez) kehanetlerinde hikmet arama çabalarıysa, başka bunaltıların kapısını aşacaktır.

Geçmiş zaman korkusu...

Melankoliyi besleyen “uygarlık sonu” senaryolarına, geleceği kaybetmiş olma duygusunun yanı sıra, geçmişi, kapitalizmin doğum sancılarını, ilkel birikimi, krizlerin tetiklediği paylaşım savaşlarının insanlığa getirdiği felaketleri unutamamaktan kaynaklanan bir korku da biçim verebiliyor.

Bu geçmişi unutamamanın getirdiği korkunun izlerini, “uzaydan gelenler” senaryolarında görüyoruz. Bu senaryoların hemen hepsinde, karşımızda teknolojik olarak “bizden” çok ileri, bu “ilkel uygarlığın” insanlarına hiç önem vermeyen, diyalog kurulması bile olanaksız “uzaylılar” var.

The Day The Earth Stood Still filmindeki uzaylı, dünyadaki canlı türlerinin var olmaya devam etmesi için içlerinden birinin, insanın, yok olması gerektiğini ve edileceğini haber vermeye gelmiştir; bu gezegenin aslında sandığımız gibi “bize” ait olmadığını da vurgular. Aynı, conquistador’ların, sömürgecilerin, dışardan gelenlerin, Afrika’da, Avustralya’da, Amerika’da yerlilerin toprak hakkını “doğal olarak” yok sayması gibi...

Skyline’da uzaydan gelenler, insanların beyinlerini toplamaktadırlar, Battle of Los Angeles’de okyanusların sularını, The Darkest Hour’da da mineralleri ve enerjiyi... İnsanların ise bu kez, 1996’da henüz mali krizler zinciri başlamadan önce kurgulanmış The Independance Day filminin iyimserliğinden, farklı olarak, böcekler gibi ezilmekten, Avustralya, Amerika yerlileri gibi direnseler de umutsuz bir yok olma sürecine girmekten başka seçenekleri yoktur.

Gerçekteyse bugün, insanlığın, melankoliyi kapitalist sınıfa bırakarak, yeni başlangıçları düşünmeye başlamaktan başka bir seçeneği yoktur." 
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/322654191101534/

8 Ocak 2012 Pazar

La meglio gioventu / The Best of Youth / Gençliğin En İyisi (2003) - Marco Tullio Giordana

 

1966 yılından 2000lere uzanmak ve bir ailenin başından geçen olayların perde arkasında İtalya tarihini ve kültürünü daha yakından tanımak için Giordana’nın La meglio gioventù filmine bir göz atalım:
Film, Matteo ve Nicola ismindeki iki gencin hayat serüveninin arkasında İtalya’ya dair pek çok bilgi veriyor bizlere aslında. Bu iki kardeş zıt karakterlerini tüm film boyunca seyirciye yansıtıyorlar. Nicola hayat dolu, sempatik biriyken Matteo son derece içine kapanık, asosyal, insanlara sevgisini gösteremeyen bir kişi olarak çıkıyor karşımıza. Matteo edebiyat eğitimi alırken Nicola tıp eğitimi görmekte ve mezuniyetten sonraki çalışmalarını psikiyatri alanında sürdürmeyi düşünmektedir. Bu iki kardeş Roma’da yaşamakta ve okulu bitirdikleri sene arkadaşlarıyla birlikte maceralı bir yolculuğa çıkmaya hazırlanmaktadırlar. Fakat tüm planları Matteo’nun Giorgia adındaki kızla tanışmasıyla değişir.

Giorgia bir klinikte tedavi görmektedir. Matteo’nun yolu bu kliniğe düşer ve burada Giorgia ile tanışır. Ona olan ilgisi zamanla artmaya başlar. Vücudundaki bazı izlerden şüphelenip bu durumu Nicola ile paylaşır ve Giorgia’ya elektroşok verildiğini tespit ederler. Bu yüzden Matteo Giorgia’yı kaldığı klinikten gizlice çıkarıp ailesine götürmeye karar verir, Nicola da ona eşlik eder.

Yolculuklarına Giorgia’yı ailesine teslim ettikten sonra devam etme kararı alırlar. Fakat işler yolunda gitmez, Giorgia’nın problemli bir ailesi vardır, onu orada bırakamazlar ve maalesef yolda görevlilerle karşılaşırlar. Giorgia ile yolları ayrılır. Nicola yolculuğa devam etme kararı alırken Matteo onu yanlız bırakır ve ani bir kararla doğruca askere gider. Nicola hayalini kurduğu tatile başlar ve gençlik dönemimin en güzel günlerini çeşitli ülkeler gezerek geçirir. Norveç’te çalışmaya başlar, ara ara Matteo’ya mektup gönderir, neler yaşadığını paylaşır kardeşiyle.

1966 kasım ayında Floransa’daki Arno nehri taşar ve İtalya’nın pek çok bölgesinden Floransa’ya akın eder gençler. O dönem Norveç’te olan Nicola da ülkesine dönüp yardım ekiplerine katılmaya karar verir. Askeri birlikler de görev sebebiyle Floransa’da olduklarından Matteo ile burada karşılaşırlar. Tesadüf bu ki birlikte yolculuğa çıkmayı planladıkları Carlo ve Alberto’yu da burada görürler. Yardım amaçlı Floransa’ya gelen bir diğer genç ise Giulia’dır. Yardımsever gençler yemek arası verdikleri bir esnada Giulia orada bulunan piyanoyu çalmaya başlar. Nicola Giulia’dan oldukça etkilenir. Giulia Torino’dan gelmektedir, orada matematik eğitimi almaktadır. Nicola ani bir karar alır ve eğitimine Torino’da devam edeceğini söyler.  Giulia ile birlikte soluğu Torino’da alır, arkadaşı Carlo da onunla gelir.

1968 şubat ayıdır. Ana karakterlerin serüvenlerinin arkasında bir yandan da 1968 dönemi (il sessantotto) öğrenci hareketlerini görürüz Torino’da. Filmin birinci bölümü burada sona erer.
La meglio gioventù, Pasolini’nin bir şiir derlemesinin adıdır. Gençlik, hayatın en güzel dönemidir. Hayatı tamamen değiştirebileceğimize inandığımız, ideallerimizin peşinden sonuna kadar koştuğumuz, mantığımızın değil yüreğimizin sesini dinlediğimiz, binbir maceraya atıldığımız, hayatın güzelliklerini sonuna kadar yaşamayı hedeflediğimiz en güzel dönemdir…

Filmin ikinci bölümü 1974 ilkbaharı Torino’daki polis-öğrenci olaylarıyla başlıyor. Olaylardan kaçan Nicola ve Giulia bir eve sığınıyorlar, bu bölümde Giulia’nın hamile olduğunu öğreniyoruz. Olaylar süregelirken Matteo’nun samimi arkadaşı Luigi protestocular tarafından fena halde tartaklanıyor ve hastanelik ediliyor. Arkadaşının durumuna üzülüp intikam hırsıyla dolan Matteo, önüne geleni coplamaya başlıyor. Sonunda Sicilya’ya sürülüyor.

Nicola ve Giulia’nın bebekleri Sara dünyaya geliyor. Torunlarını görmek için Roma’dan Torino’ya gelen Carati ailesini oldukça heyecanlı görüyoruz. Fakat Nicola’nın babası oğlu evlenmeden çocuk sahibi olduğu için bir yandan da söyleniyor. Bu kısımda Nicola’nın annesi önemli bir bilgiyi oğlu ile paylaşıyor: babasının hastalığı.

Nicola’yı hastaları ile beraber adalet savaşı verdiği mahkeme sahnesinde görüyoruz. İşkence gören akıl hastalarının başlarından geçenleri anlattıkları sahneler gerçekten çok üzücü. Ama haklı davalarını kazanıyorlar ve kendilerine ciddi acılar yaşatan kişinin ceza almasını sağlıyorlar. Bu davanın bir diğer önemi ise İtalya’da bir ilk olması!
Carlo, Nicola, babası ve ablası Giovanna yemeğe çıkıyorlar. Yemekten sonra Carlo eğitim göreceği İngilteye’ye uçuyor.
Matteo’yu Palermo’da görüyoruz. Bavulunda kitaplarıyla Sicilya’ya gelmiş ilginç bir karakter olarak çıkıyor üstlerinin karşısına. Sicilya’da ne aradığını sorduklarında cevabı ‘kurallar’ oluyor. Karşı taraftan gelen cevap ise o dönemin Sicilya gerçeklerine uygun bir cevap: ‘Sicilya herkesin kendi kurallarını koyduğu bir krallıktır.’* Matteo Palermo’da Mirella ismindeki fotoğrafçı kız ile tanışıyor. Fakat ilginçtir ki kendisini ona Nicola olarak tanıtıyor. *Sicilya’da geçen kısımlarda o dönemin bir Sicilya gerçeği olan ‘Görmedim, duymadım, bilmiyorum.’ sahnelerini sıklıkla görüyoruz.
Nicola ile Giulia’nın ilişkilerinde bazı sorunlar baş gösteriyor. Çocuğuna karşı sorumluluklarını yerine getirmeyen Giulia, sonunda o dönemin aşırı sol grubu olarak bilinen Brigate Rosse (Kızıl Tugaylar) eylemcilerinden biri oluyor ve evini, ailesini terk ediyor. *Hemen bir ek bilgi vereyim: İtalya’da 1960-1980 yılları arası ‘Anni di Piombo’ olarak geçiyor. Bu yıllarda, Aldo Moro cinayetine kadar sürüklenen terör olaylarını görüyoruz.
Nicola klinikleri teftiş ederken çok kötü durumda olan hastalarla karşılaşıyor ve onların içinde Giorgia’yı da görüyor. Onunla iletişim kurmaya, ona yardım etmeye çalışıyor. Matteo’ya onu bulduğunu haber ediyor. Matteo önce Roma’ya uğruyor, ailesini uzaktan izliyor. Oradan Torino’ya, Giorgia’nın yanına gidiyor.

Bu bölümün en üzücü olayı hiç kuşkusuz babalarının ölümü. Tüm aile Roma’da, babalarının cenaze töreninde bir araya geliyor. Matteo’yu ilk kez ağlarken görüyoruz. Buarada kızkardeşleri Francesca ile arkadaşları Carlo arasında bir yakınlaşma oluyor; ikili 1980 ilkbaharında evleniyorlar. Düğün sırasında Nicola ve arkadaşı Alberto arasında bir konuşma gerçekleşiyor. Dönemin önemli olaylarından FIAT’ın yeniden yapılandırılmasının filme yansımalarını görüyoruz.

*Yine ek bilgi vermek gerekirse: FIAT yeniden yapılandırma stratejisi sebebiyle 1980-1983 yılları arasında yaklaşık 36.000 işçinin işine son vermiş, üretimin yoğunlaştırılmasına önem vererek teknolojik gelişmeleri takip etmiş ve küresel pazardaki yerini yukarılara taşımıştır. Tabi binlerce işçinin işinden oluşunun İtalya’daki yankıları büyük olmuştur.
Filmin bu bölümü, keyifle dans eden mutlu insan yüzleriyle sona eriyor.

Filmin 3. bölümü 1982 yazı, Torino’da başlıyor. Sara annesinin yokluğu sebebiyle oldukça üzgün; babasına onun ölüp ölmediğini soruyor. Annesi Giulia bu bölümde esmer bir kadın olarak çıkıyor karşımıza. Çalışma masasında kendi adına düzenlenmiş pek çok pasaport görüyoruz. Kapı zili çaldığında tedirgin davranışı ve elindeki silah yasal olmayan bazı şeylerle uğraştığının açık bir göstergesi. Komşusunun kızının adının da Sara olması Giulia’ya kızını anımsatıyor. Ertesi gün Nicola’nın arkadaşlarından Alberto’nun yanına gidiyor ve Sara’yı görmek istediği notunu bırakıyor. Nicola Sara’yı müze ziyaretine götürüyor. Burada Giulia kızı Sara’yı uzaktan da olsa görüyor. Müze görevlilerinin radyoda dünya kupası finalini dinlediğini ve galibiyete oldukça sevindiğini görüyoruz.
*1982 yılı Dünya Kupası şampiyonu İtalya olmuştur.
Bölüm 1983 sonbaharı Roma görüntüleriyle devam ediyor. Matteo bu sefer de Roma’ya taşınmış, kendisi için bir ev kiralamıştır. İşin ilginç yanı Roma’da olmasına rağmen gidip ailesini ziyaret etmez. Ablası Giovanna onu görmeye gelir, haliyle tartışırlar. Matteo yeni iş yerinde, aranan kişilerin eşkalleri arasında Giulia’nınkini de görür… En yakın dostu aslında yine kitaplarıdır, bu yüzden kütüphanenin yolunu tutar. Burada Sicilya’da iken tanıştığı Mirella’yı görür. Aralarında bir yakınlaşma olur ve birlikte olurlar.

Giulia terör faaliyetleri gösteren bir örgüt üyesidir. O yıllar İtalya’da politikacılar, hakimler ve savcılar zor durumdadır, can güvenlikleri konusunda sıkıntılar yaşanmaktadır. Giulia’ya verilen son görev devlet bünyesinde önemli bir görevde olan Carlo’nun icabına bakmaktır. (Carlo’yu önceki bölümlerden hatırlıyoruz. Eğitim için İngiltere’ye gitmiş, daha sonra ise Nicola’nın kız kardeşi Francesca ile evlenmişti. Bu bölümde çocuk sahibi olduklarını görüyoruz.) Giulia bu işten sıyrılmaya çalışsa da beceremez, bu yüzden en azından Francesca’yı uyarmak ister. Carlo ve çocuklarla birlikte yurtdışına taşınmalarını söyler. Carlo elbette kaçışı kabullenmez. Elinden gelen tek şey korumalarla dolaşmak olur.

Matteo Mirella’ya söz vermesine rağmen buluşmaya gitmez. Yılbaşı gecesi olmasına rağmen işinin başındadır. O gün Mirella polis teşkilatına gelir. Matteo’nun adının Nicola olmadığını bilmektedir. Onun mühendis değil de polis olduğunu da öğrenmiştir. Aslında Matteo ile paylaşmak istediği önemli bir haber vardır: Hamile oluşu. Fakat o akşam Matteo ona oldukça ilgisiz davranır, agresif tavırlar sergiler. Sonra pişmanlık duyup arasa da Mirella telefonuna cevap vermez. Matteo ani bir karar alıp yılbaşı gecesi ailesini ziyarete gider. Tüm aile keyifle vakit geçirmektedir. Annesi oğlu geldiği için çok sevinmiştir. Fakat Matteo ketum bir karakterdir. Kimseye haber vermeden gizlice ayrılır yılbaşı kutlamasından. Evine gelir, Mirella’yı tekrar arar. Mirella son anda telefona cevap vermek ister ama yetişemez. Matteo televizyondaki yılbaşı kutlamalarını izler, ‘mutlu yıllar’ der ve birden balkona yönelip aşağı atlayarak intihar eder.

Matteo’nın ölümü herkesi üzer. Özellikle bu durumdan çok etkilenen annesi işinden ayrılma kararı alır. Nicola, ablası Giovanna ile annelerinin durumunu konuşur ve ona göz kulak olmaları gerektiğini söyler. Fakat Giovanna görev sebebiyle Sicilya’ya gideceği bilgisini verir.
*Sicilya o dönem kimsenin gitmek istemediği bir yerdir. Giovanna oradakilerin de devlete ihtiyacı olduğunun bilincindedir ve gitme kararı alır.
Giovanna ile Nicola eski günleri anımsarlar. Nicola 1968 yılında Norveç’ten bir kart göndermiştir ablasına. Arkasına şöyle yazmıştır: ‘Var olan her şey güzeldir.’ Filmin bu sahnesi oldukça manidar. Giovanna hâlâ buna inanıp inanmadığını sorar kardeşine. Nicola inanmadığını söyler. Böyle bir cümle hiç kuşkusuz ancak hayatı tozpembe gördüğümüz ve ideallerimizin peşinde koştuğumuz gençlik döneminde kurulabilir.
Nicola, Giulia birilerinin öldürmeden ya da kendisine bir zarar vermeden önce onu tutuklatmak  ister. Giulia kızı Sara’yı tekrar görmek için Kolezyum’da olacağı bilgisini vermiştir. Polis buluşma yerinde Giulia’yı yakalar.  Nicola bunu onun iyiliği için yapmıştır.

Hapiste onu ziyaret eder ve evlenme teklifinde bulunur. Giulia’nın tek düşündüğü kızı Sara olur, onu görmek ister. Sara annesini hatırlar, onu hiç unutmamıştır. Saçlarının eskiden sarı olduğunu söyler, annesi gülümser. Bölüm burada sona erer.

La meglio gioventù’nun 4. ve son bölümü 1992 ilkbaharından 2002 yılı yazına kadar uzanıyor ve bölüm boyunca seyirciye bazı hoş sürprizler eşlik ediyor. Bu bölümde yaşananlar şöyle:
Giulia hapistedir.Tek kişilik hücresinde kalmakta, kendisine gönderilen mektupları okumaktadır. Nicola’nın hâlâ kendisine ilgi duyduğu ve yanında olmaya çalıştığı bellidir. Ona müzik kitapları gönderir ve onları sadece kendisinin okuyabileceğini (!) söyler. (Hatırlayacağımız üzere Nicola, Giulia piyano çalarken ondan oldukça etkilenmiş ve aşkları böyle başlamıştı.)

Kızları Sara 18 yaşında bir genç kızdır artık. Babası ile ufak bir tartışma yaşarlar. ‘Kendi hatalarını başkalarına ödetenlerden nefret ediyorum.’ sözü manidardır, annesine öfke duymaktadır. Babasının annesinden vazgeçmesini ve hayatına yeni bir yön vermesini ister.
Nicola işi sebebiyle Milano’ya gitmek durumunda kalır. İntihara kalkışan eski bir devlet görevlisi ile görüşmesi gerekmektedir. İkili arasındaki diyaloglar manidardır.
*1992 yılının İtalya Tarihinde önemli bir yeri vardır: 90’lı yıllarda İtalya’da politikadan finans dünyasına pek çok alanda yolsuzluklar görülmekteydi. Özellikle Milano savcıları olaya el koydu ve çürümeye uğramış pek çok alanda görev alan kişiler deşifre edildi. Bu dönemin en önemli ismi savcı Antonio di Pietro oldu. Mani Pulite (temiz eller) adı verilen soruşturma ile birlikte pek çok devlet görevlisinin gerçekleştirmiş olduğu yasal olmayan şeyler su yüzüne çıkarılmıştır. Bu dönemin en önemli cümlesi şu olmuştur: ‘Tangente, tangente e i diritti della gente?’ Yani rüşvet kınanmış ve halk kendi haklarının gözetilmesi konusunda ayaklanmıştır.
Nicola Milano’da görevini tamamlamış arabasına binmekteyken sokakta bir fotoğraf sergisinin ilânını görür. İlândaki fotoğrafta Matteo’nun gözleri vardır. Nicola hemen sergiyi ziyarete gider. Fotoğrafın sahibi Mirella Utano’dur. Nicola bir katalog alır ve Torino’ya döner. Fotoğrafı Giorgia’ya da gösterir. Giorgia kesinlikle Mirella’yı bulması gerektiğini söyler.

Nicola buna önce sıcak bakmaz. Ama sonra tekrar galeriye gider ve gerekli iletişim bilgilerini aldıktan sonra Sicilya’da yaşayan Mirella ile konuşmaya gider. 1992 Mayısında Palermo’da hoş olmayan olaylar yaşanmaktadır. Yargıç Giovanni Falcone öldürülmüştür.
*1992 yılı, 23 Mayıs günü, mafyaya karşı verdiği mücadele ile tanınan İtalyan Yargıç Giovanni Falcone mafya tarafından öldürülmüştür.
Nicola, Mirella ile görüşür. Mirella, Matteo ile yaşadıklarını anlatır ve Andrea adında 8 yaşında bir oğlu olduğunu da ekler. Nicola Roma’ya geçer ve annesine olanları anlatır. Birlikte Sicilya’ya giderler. Andrea ile çok iyi anlaşan babaannesi tekliflerini kırmaz ve onlarla birlikte yaşamaya karar verir.

1995 ilkbaharında Carlo, Toscana Bölgesi’nde eski bir ev bulmuştur. Yakın arkadaşları Vitale ve Nicola’ya heyecanla evini gösterir. Vitale’den evin tamir edilmesi konusunda yardım ister. Dökülmekte olan evle önce dalga geçseler de tâdilattan sonra harika bir yapı ortaya çıkaracak, tüm ailenin birlikte keyifle vakit geçirmesini sağlayacaklardır. Bu esnada gazetede yer alan haberi görürler: Giulia salıverilmiştir. Giulia hapisten çıktığında yaptığı ilk iş kızını görmek olur. Ama ona uzaktan bakar. Sadece Francesca’ya haber vermiştir çıktığını.
Sicilya’dan annesinin ölüm haberini alan Nicola soluğu adada alır. Mirella ile aralarında bir yakınlaşma olur ama ikisi de bu durumu saklamaya çalışırlar.
2000 yılı baharına uzandığımızda tüm filmdeki karakterleri Carlo’nun evinde görürüz. Nicola, Andrea ile keyifli bir sohbete koyulur. Andrea ona Ermione’den bahseder… Sara babası ile konuşmak ister. Annesinden bir mektup almış ve Floransa’daki kütüphanede çalıştığını öğrenmiştir. Babasının da teşvikiyle soluğu annesinin yanında alır. Annesi ile bebek beklediği haberini paylaşır… Mirella ile Nicola arasında ise tekrar bir yakınlaşma olur ve ikili duygularına daha fazla karşı koyamaz.

Filmin finali de oldukça güzel ve anlamlı: Andrea kız arkadaşı Ermione ile birlikte Norveç’tedir. Yıl 2002, mevsimlerden yaz… Nicola ile Matteo Capo Nord’a (North Cape) gitmek konusunda başarısız olmuştu, sonunda bunu Andrea’nın yaptığını görmek keyif verici. Andrea Nicola’ya yazdığı mektubu şöyle bitiriyor: ‘Tutto è veramente bello.’ ( Her şey gerçekten güzel.)

Gençlik hiç kuşkusuz insan hayatının en güzel dönemi; bu filmde bu gerçek başarıyla işlenmiş. Her zaman genç kalmak dileğiyle… İyi seyirler…