Cult Movies & Soundtracks'de paylaştığım filmler...
Paylaştığım filmlere ait -facebook grubumuzdaki yorumları içeren- detay linkleri sadece "Cult Movies & Soundtracks" facebook grubuna üye olanlara aktiftir. Yorumları görebilmeniz için söz konusu gruba üye olmanız gerekmektedir. Facebook grubumuzdaki paylaşım tarihlerine sadık kalındığından zamanla ilave edilen filmler blogun en üstünde değil ait olduğu tarihte yer alacaktır. Film listesi başlığı altından güncellemeleri kontrol etmenizi öneririm.
7 Aralık 2012 Cuma
Carmen (2003) - Vicente Aranda
Beş
günden beri izlediğin VINCENTE ARANDA serisinin son filmi….Her filminde
izleyiciyi ayrı şaşkınlıklara uğratan Aranda, Carmen’de de bu
özelliğini çok iyi sürdürüyor. Carmen için ne La Pasion Turca’da olduğu
gibi kötü bir film, ne Libertarias ve Celos’ta olduğu gibi çok başarılı
bir film demek mümkün değil. Ama beyazperdeye aktarılan veya
tiyatroda ve operada sahnelenen Carmen yapımları arasında PROSPER
MERIMEE’nin romanına en sadık kalınarak uyarlanmış yapıt demek olası…
Sevgili Gülay’ın benim Aranda ile ilgili yazıma yaptığı ve Kaya
Özkaracalar’dan aktardığı “çok az sinemacı, aşk ve ölüm arasında,
ihtiras dolayımıyla tesis edilen ilişkiyi onun gibi son raddeye kadar
tasvir edebilmiştir” yorumunun CARMEN filmi için de geçerli olduğunu
söylemek gerekir. Aslında Carmen zaten Merimee’nin yazdığı otantik
şekliyle de aşk-ihtiras ve ölüm romanı…
Beş
günden beri izlediğin VINCENTE ARANDA serisinin son filmi….Her filminde
izleyiciyi ayrı şaşkınlıklara uğratan Aranda, Carmen’de de bu
özelliğini çok iyi sürdürüyor. Carmen için ne La Pasion Turca’da olduğu
gibi kötü bir film, ne Libertarias ve Celos’ta olduğu gibi çok başarılı
bir film demek mümkün değil. Ama beyazperdeye aktarılan veya
tiyatroda ve operada sahnelenen Carmen yapımları arasında PROSPER
MERIMEE’nin romanına en sadık kalınarak uyarlanmış yapıt demek olası…
Sevgili Gülay’ın benim Aranda ile ilgili yazıma yaptığı ve Kaya
Özkaracalar’dan aktardığı “çok az sinemacı, aşk ve ölüm arasında,
ihtiras dolayımıyla tesis edilen ilişkiyi onun gibi son raddeye kadar
tasvir edebilmiştir” yorumunun CARMEN filmi için de geçerli olduğunu
söylemek gerekir. Aslında Carmen zaten Merimee’nin yazdığı otantik
şekliyle de aşk-ihtiras ve ölüm romanı…
Aranda, belki konuya yeni
bir katkı sağlamamış ama, 1830’ların görünümünü yansıtan muhteşem
Sevilla ve Cordoba manzaraları ve erotik görüntüleri ile görselliği
oldukça yukarılara taşımış.
Carmen rolünde Paz Vega, Basklı Jose rolünde ise Leonardo Sbaraglia son derece başarılı…
“Çok az sinemacı, aşk ve ölüm arasında, ihtiras dolayımıyla tesis
edilen ilişkiyi onun gibi son raddeye kadar tasvir edebilmiştir”
yorumuna dönecek olursak, Aranda mı Carmen’i sinemalaştırdı, yoksa
Carmen mi Aranda’ ya “ cuk” diye uydu sorusunu sormak gerekir… Tüm
bildik konusuna karşın her ne kadar Carlos Saura kadar başarılı olmasa
da Vicente Aranda’nın Carmen’i de izlenmeyi sonuna kadar hak ediyor…
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/503260889707529/
5 Aralık 2012 Çarşamba
Brothers / Brodre / Kardeşler (2004) - Susanne Bier
Brothers
( Brodre) Danimarka'lı yönetmen Susanne Bier'ın izlediğim dördüncü
filmi olmuş. Olmuş diyorum çünkü filmlerini beğensem de -neden
bilmem-peşine düşmediğim bir yönetmendi Bier. İlk kez Halle Berry ile
başrolü paylaşan Benicio Del Toro'nun hatırına başına oturduğum
Things We Lost in The Fire , sonrasında daha keyifle izlediğim ve
paylaştığım After The Wedding geldi. 2011 yılında En İyi Yabancı Film
dalında Oscar'ı alan In A Better World -ne yalan söyleyeyim-beğensem de
çok fazla etkilenmediğim bir filmdi. Ama mesela Dogma akımına göre
çekilen -bu akım hakkında öğrendiklerimi ve hakkında yorumumu da burada
paylaştığım- Open Hearts yönetmenin en sevdiğim filmi oldu. Bugün
paylaştığım 2004 yapımı Sundance’de Seyirci Ödülü ve San Sebastian’da
En İyi Aktör ödüllerini alan "Brothers" ise bana göre ortalarda yer
alacak " hiç fena değil" dediğim bir film.
Biri aklı başında
sorumluluk sahibi asker, diğeri serseri mizaçlı ve hapisten yeni çıkan
iki erkek kardeşin birbirlerine olan sevgisi Barış Gücünde çalışan abi
Michael'ın görevli gittiği Afganistan’dan ölüm haberinin gelmesiyle
adeta sınavdan geçiyor. Abisinin ailesiyle zaman geçirmeye başlayan
Jannik ve Michael’ın eşi arasındaki yakınlaşma masum boyutlarda kalsa
da, kazadan esir olarak kurtulan ve sağ kalabilmek için yaptığı şeyle
vicdanı ağırlaşan Michael için kırılma noktasını oluşturuyor.
Biri aklı başında
sorumluluk sahibi asker, diğeri serseri mizaçlı ve hapisten yeni çıkan
iki erkek kardeşin birbirlerine olan sevgisi Barış Gücünde çalışan abi
Michael'ın görevli gittiği Afganistan’dan ölüm haberinin gelmesiyle
adeta sınavdan geçiyor. Abisinin ailesiyle zaman geçirmeye başlayan
Jannik ve Michael’ın eşi arasındaki yakınlaşma masum boyutlarda kalsa
da, kazadan esir olarak kurtulan ve sağ kalabilmek için yaptığı şeyle
vicdanı ağırlaşan Michael için kırılma noktasını oluşturuyor.
Cannes Film Festivali dahil toplamda 13 ödüle layık görülen filmimizin
-henüz izlemedim- ama 2009 yılında Hollywood versiyonu da çekilmiş.
Oyuncuları, senaryosu, yönetmenin kendine has bulmaya başladığım ikili
ilişkileri ve her insanın içinde olup, her zaman ortaya çıkabilecek iyi
ya da kötüyü işleyiş şekliyle ve tabi güzel müzikleriyle ayıracağınız
zamana acımayacağınız bir film diye düşünüyorum. İyi seyirler...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/502759163091035/
Der siebente Kontinent / The Seventh Continent / Yedinci Kıta (1989) - Michael Haneke
Huzursuz
edici filmlerin yönetmeni olarak bilinen ve insan ruhunun
derinliklerinde, dehlizlerinde, labirentlerinde dolaşması ve izleyiciyi
de buna davet etmesiyle ünlenen, yarattığı tekinsiz atmosferlerin içine
çekerek izleyiciyi germek ve tedirgin etmek suretiyle toplumsal ve
ahlaki değerleri sorgulamaya iten ve bu amacını genellikle çağdaş
çekirdek aile ya da sıradan bireyler üzerinden yapan Michael Haneke’nin
“Duygusal Buzlaşma” ya da diğer adıyla “Kent Üçlemesi” olarak bilinen
üçlemesinin ilk filmi. (Sinemada üçlemelerle ilgilenenlere sevgili Vahit
Karataş’ın gruba kazandırdığı “Sinemada Üçlemeler” konulu önemli
çalışmasını incelemesini öneririm.)
Huzursuz
edici filmlerin yönetmeni olarak bilinen ve insan ruhunun
derinliklerinde, dehlizlerinde, labirentlerinde dolaşması ve izleyiciyi
de buna davet etmesiyle ünlenen, yarattığı tekinsiz atmosferlerin içine
çekerek izleyiciyi germek ve tedirgin etmek suretiyle toplumsal ve
ahlaki değerleri sorgulamaya iten ve bu amacını genellikle çağdaş
çekirdek aile ya da sıradan bireyler üzerinden yapan Michael Haneke’nin
“Duygusal Buzlaşma” ya da diğer adıyla “Kent Üçlemesi” olarak bilinen
üçlemesinin ilk filmi. (Sinemada üçlemelerle ilgilenenlere sevgili Vahit
Karataş’ın gruba kazandırdığı “Sinemada Üçlemeler” konulu önemli
çalışmasını incelemesini öneririm.)
Haneke favori
yönetmenlerimden olmasa da filmlerini en çok merak ettiğim
yönetmenlerdendir. En çok konuşulan filmlerini izledim ve bazılarını
beğenmiş olsam da hiçbirini başyapıt düzeyinde bulmadım. En iyi filmi
olarak kabul edilen ve bu yıl Cannes’da “Altın Palmiye” kazanan “Amour”u
henüz izlemedim ama hakkında çok olumlu övgüler okudum. Öncelikle
izlenecekler arasındadır.
Yukarda da belirttiğim gibi “Yedinci
Kıta” “Duygusal Buzlaşma” üçlemesinin ilk filmi ve genel kanı bu üç film
içinde en iyisi olduğu yönünde. Üçlemenin diğer filmlerinden 1992’de
çektiği “Benny’nin Videosu”nu izledim, 1994’te çektiği “Tesadüfi Bir
Kronoloji’nin 71 Parçası”nı ise izlemedim. Ergenliğe yeni adım atan ve
zamanını şiddet videoları izleyerek geçiren Benny’nin bunların etkisiyle
duygusuzca şiddet uygulamasını anlatan ve bunun nedenlerini
sorgulamamızı isteyen “Benny’nin Videosu” oldukça iyi bir filmdi.
“Tesadüfi Bir Kronoloji’nin 71 Parçası” ise 19 yaşındaki bir gencin bir
bankaya girip rastgele üç kişiyi vurarak öldürdükten sonra intihar
etmesi ve geriye dönüşlerle bunun nedenlerinin anlatıldığı ve bu
nedenler üzerine düşünülmesinin istendiği bir film. Bu film için
okuduğum eleştirilere göre “Benny’nin Videosu”ndan hallice, “Yedinci
Kıta”dan halsizce diyebilirim.
Herhangi bir Avrupa ülkesinin
herhangi bir şehrinde bir çekirdek aile… Mühendis baba Georg, gözlükçü
anne Anna ve kızları Eva görünüşte varlıklı ve iyi bir yaşam süren bir
ailedir. Maddi durumları, işleri güçleri ve yaşantıları gayet iyidir.
Film, bu ailenin gündelik yaşamlarından rastgele kesitler vererek açılır
ve başta göze hoş görünen gündelik yaşam rutinleri içerdiği duygusuzluk
ve biteviyelikle izleyiciyi sıkmaya ve bunaltmaya başlar. Ailenin de bu
rutin içinde boğulmakta olduğunu hissedersiniz. Aile hakkında
görüntüler dışındaki detayları Anna’nın Georg’un anne ve babasına
yazdığı mektuptan öğreniriz. Oldukça iyi bir yaşam sürmelerine rağmen
aile bireylerinin yüzlerinden bıkkınlık ve mutsuzluk akmaktadır ama
bununla ilgili hiçbir diyalog duymayız. Ta ki Georg’un kendi anne
babasına yazdığı bir mektup okunmaya başlayana dek… sonrası ise huzursuz
edici, iç daraltıcı, sinir bozucu görüntüler eşliğinde ivme kazanan bir
tükeniş ve tükenişle birlikte modern yaşama karşı bir isyan, bir
başkaldırıdır adeta… tuhaf bir yöntemle yapılır bu. Hüzünlü, iç burkan,
yürek sıkıştıran bir yöntemle…
İzlenmesi ve hazmı zor bir
film “Yedinci Kıta”. Durgun ve minimalist bir üslubu var fakat baştan
sona sürekli sizi zorluyor, tedirgin ediyor ve sinir bozucu finaline
doğru adım adım hazırlıyor.
İzlediğim için memnun olduğum bir filmdir. Sizin de izlemenizi tavsiye ediyorum.
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/502532189780399/
La regle du jeu / The Rules of the Game / Oyunun Kuralı (1939) - Jean Renoir
Bugüne
dek Bunuel'in, Godard'ın, Haneke'nin ve daha pek çok farklı ismin
burjuvazi üzerine getirdiği eleştirileri izledik, gözlemleme fırsatımız
oldu. Adı geçen isimler çoğu zaman dertlerini göndermeler yaparak
çeşitli sembolleri işleyerek izleyiciye sunma yolunu seçtiler. Jean
Renoir ise bu filminde doğrudan doğruya burjuvazinin yozluğunu,
çirkinliğini, çürümüşlüğünü ve dahi kokuşmuşluğunu acımasız bir biçimde
ifşa ediyor, ve bu değerlere tabiri caizse "cepheden saldırıyor."
Bugüne
dek Bunuel'in, Godard'ın, Haneke'nin ve daha pek çok farklı ismin
burjuvazi üzerine getirdiği eleştirileri izledik, gözlemleme fırsatımız
oldu. Adı geçen isimler çoğu zaman dertlerini göndermeler yaparak
çeşitli sembolleri işleyerek izleyiciye sunma yolunu seçtiler. Jean
Renoir ise bu filminde doğrudan doğruya burjuvazinin yozluğunu,
çirkinliğini, çürümüşlüğünü ve dahi kokuşmuşluğunu acımasız bir biçimde
ifşa ediyor, ve bu değerlere tabiri caizse "cepheden saldırıyor."
Babası orkestra şefi olan, Avusturya'lı Christine, onun aşkı uğruna
Atlantik'i uçakla geçen ve ulusal bir kahramana dönüşen Andre,
Christine'in eşi, ince, duyarlı, mekanik aletlere meraklı Marquis
Cheyniest ve onun metresi Genevieve, bütün bunların yanında Andre'nin
ve Christine'in ortak arkadaşı olan, Christine'in yaşadığı malikaneye
rahatça girip çıkabilen, Andre ile Christine'in arasını yapmaya çalışan
ama aslında kendisi de ona aşık olan Octave -ki bu rolde yer alan isim
Jean Renoir'ın bizzat kendisidir.- Yani amiyane tabirle tam anlamıyla
bir "kimin eli kimin cebinde belli değil" vaziyeti.
Çekildiği
dönemde müthiş bir etki yaratmış ve çok ciddi tepkiler görmüş.
Gösterildiği sinemaların yakıldığına dair rivayetler dahi var. Sosyal
sınıf tahlili, burjuvazinin çarpık ilişkileri ve aşk dahil her şeyin
ellerinde itibarsızlaşması... Jean Renoir'ın en değerli işlerinden
biri... Kesinlikle görülmesi gereken çok sıkı bir eleştiri, sağlam bir
film... Sizler de görmelisiniz bu nefis filmi diyor ve bitiriyorum...
https://www.facebook.com/groups/285196264847327/permalink/502645059769112/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)